Eski Gazete koleksiyonlarından derlediğim temmuz ayı haberlerinden ilki Amerika'nın Nevada Eyaletinde çıkan 7 Temmuz 1897 tarihli Daily Indepented Gazetesinde İstanbul hakkında yazılmış bir makaleden.
Amerika'da 7 Temmuz 1897 tarihli Daily Indepented Gazetesinde İstanbul yaşamı anlatılmış.
İstanbul şehrindeki ticarete çok büyük ölçüde yabancıların yön verdiğini söyleyen muhabir, Avrupa'nın her yerinden gelmiş tacirlerin tabelalarıyla boy gösterdiği şehirde Türklerin farklı bir ticaret anlayışı olduğunu söyleyerek Türk dükkân sahiplerinin iş yerlerinin ortasında bağdaş kurarak oturduklarını ve müşteri beklediklerini yazmış.
Hamallara özellikle yer verilmiş; kaslı güçlü kuvvetli hamalların gümrükten çıkan turistlerin eşyalarını sırtladıkları gibi yürümeye başladıklarını, normal bir insandan en az dört kere daha fazla yük taşıdıklarını söylüyor. Hamallar o kadar çok yükü omuzlarında taşıyorlarmış ki; bazen üçüncü bir kişinin hamalın sırtına konan yükü düzenlemesine gerek duyuluyormuş.
İçinde karmaşık, farklı ve ilginç özellikler barındıran İstanbul şehrinin her daim iki ana özelliği olduğundan bahsedilen makalede özellikle iki konu üzerinde duruluyor; bunlardan biri özellikle şehre alışık olmayan yabancılara bıkkınlık veren dilenciler ve hem görünen hem de görünmeyen bir ordu gibi toplu halde hareket eden sokak köpekleri.
İstanbul'da dilenciler ve sokak köpekleri
Yazıyı hazırlayan muhabir, yabancılar için şehrin en zor yanlarından biri olarak nitelendirdiği sokak köpeklerinden itlaf edilmesi gereken kötü bir şeymiş gibi bahsettiği makalesinde, şehrin tüm sokaklarının pek sağlıklı gözükmeyen sokak köpeklerine bırakıldığını yazmış. Gazetecinin gözlemine göre şehrin en güzel yerlerinde yatan, dolaşan bu köpeklere İstanbul halkı bir zarar vermiyormuş ama gözlemine göre beslemiyormuş da! Eski resimlere bakmayı sevenler bilirler, sokak köpeği konusu tarih kitaplarında da, seyyahların anılarında da, aktarılan hatıralarda da vardır. Denilen o ki, İstanbulda yüzyıllar boyunca her köpek kendi sokağının bir sakini gibi hayat sürer ve tüm mahalle halkını tanırmış. Belki de "kapıyı kilitlemeye gerek yok" sözü buradan geliyordur, bir yabancının, hırsızın başka bir mahalleye girmesi o yıllarda –neredeyse- imkânsızmış! Nerede gördüğümü hatırlamıyorum ama Pera'da yolunu kaybederek bilmediği sokaklara giren bir sarhoşun sabaha sadece kemiklerinin kaldığını okumuştum.
Aslında geleneklerimiz arasında olan sokak köpeklerini şehrin yaşayan sakinleri olarak görmek ve onlardan rahatsız olmamak hâli 1910 yılına kadar devam etmiş; köpekler İstanbul'da kendi sokaklarında özgürce yaşamışlar. Sanırım 19. yüzyıl Avrupa şehirleri de aynı durumdaydı. Ne zaman ki kimya endüstrisinin gelişmesiyle Avrupa'da sokak köpekleri için toplu itlaf etmeler başlamış, bu uygulamadan yana olanlar aynı öneriyi Osmanlı yönetiminin de duyacağı bir şekilde yüksek sesle dile getirmeye başlamış olmalılar.
Hayvan Hakları Federasyonu (Haytap) internet sitesinde yer alan derlemeye göre o yıllarda Fransa'dan gelen "İstanbul'un sokak köpeklerini toplayıp bize satın" teklifiyle Fransa ile bir anlaşma imzalanmış. Ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim, Fransızların ne diye bizim sokak köpeklerimizi para karşılığında istediğini düşünmek bile istemiyorum. Neyse, teklif gelmiş gelmesine ama halk köpekleri vermek istemiyor, hatta direniyormuş.
Osmanlı döneminde İstanbul'un sokak köpekleri her daim şehre gelen yabancıların ilgisini çekmiş.
Sivri Ada'nın adı niye Hayırsız Ada olmuş?
Neyse, Fransızların teklifine kulak asmayarak köpek toplamayan, yardım etmeyen halktan destek gelmeyince bu işler paraya muhtaç olan insanlara, serserilere havale edilmiş. Toplanan köpekler gemiyle Fransa'ya gönderilmek üzere Tophane'de bekletilmeye başlatılmış. Konu şehirde konuşulmaya başlanmış hatta köpekleri kurtarmak için baskınlar yapılarak binlercesi serbest bırakılmış.
Ama hükümet kararından vazgeçmemiş, daha da organize bir şekilde toplama işini devam ettirmiş. Kısa bir sürede 80 bin köpek toplanmış, halkın tepkisinden çekinildiği için askerler çitlerin ardında nöbet tutmaya başlamışlar. Bir yandan köpeklerin beslenmesi sorun olurken diğer yandan da Fransa'dan yükleme talimatı bekleniyormuş. Öyle bir noktaya gelinmiş ki bırakın karşılığında para almayı, hükümet hepsini bedavaya vermeye bile razı olmuş ama Fransa'dan hâlâ çıt çıkmıyormuş.
Köpekleri daha fazla Tophane Limanında bekletme olanağı kalmayınca kentten uzak bir yere götürmeye karar verilmiş, Sivri Ada seçilmiş ve tam 80 bin köpek Sivri Ada'ya nakledilmiş. Sonrasında nasıl bir hayvan katliamı yaşandığını yazmak istemiyorum ama aç kalan, birbirlerine saldıran hayvanların acı çığlıkları şehirden günlerce duyulmuş; hayvan severler kendilerini çok kötü hissetmişiler.
3 Haziran 1910 tarihinde Sivri Adaya götürülen İstanbul'un sokak köpekleri burada birbirini parçalamış, açlıktan ölmüşler.
O güne kadar sokak köpeklerine dokunmanın büyük bir lanete yol açacağını düşünen İstanbul halkı için hüznün ve elden bir şey gelmemesinin olumsuzluğu moral bozukluğu olarak kendini göstermiş. Denilen o ki, sonunda beklenen o lanet 1912 yılında deprem olarak gelmiş ve bu büyük deprem köpeklerin ahına, günahına bağlanmış; o güne kadar Sivri Ada olarak bilinen bu güzel ada o günden sonra "Hayırsız Ada" olarak anılmış ve belki de Prenses Adaları içindeki itibarını bu kötü olay yüzünden yitirmiş.
İstanbul Halkı 1912 depremini köpeklere yapılan zulme bağlamış; Sivri Ada'nın adı deprem sonrasında "Hayırsız Ada" olarak anılır olmuş.
Uçaklarda cam açılıyormuş
30 Temmuz 1922 Tarihli New York Herald Gazetesi havayolu taşımacılığının bugün geldiği noktayı tam 100 yıl öncesinden görmüş ve ileriye dönük vizyonuyla neler olabileceğini o günden tasarlamış. Tam sayfa olarak verilen haberde gerçekten o kadar ilginç öngörüler var ki, bugünün havayolu taşımacılığının geleceği yer o günlerden belirlenmiş gibi!
30 Temmuz 1922 Tarihli New York Herald Gazetesi havayolu taşımacılığında bugün gelinen aşamayı tam 100 yıl öncesinden görmüş.
Havada uzaktan toz tanesi olarak görülen uçakların erişebilen en yüksek hıza ulaşarak insana uzaklara kolay yolculuk yaptırdığını söyleyen haberde motorlardan çıkan sesin aynı anda 400 tane atın koşarken çıkardığı sese eşit olduğu saptaması yapılmış; uçağın kanatlarıyla birlikte büyük bir binanın tamamını kapladığı yazılmış. Haberde İstanbul'dan kalkan bir uçak 24 saat havada kalarak tam 3300 km yol kat etmiş; bu o gün için hayalleri zorlayacak bir şeymiş.
Deniz yoluyla, kara yoluyla, tren hattıyla 4-5 gün alan yolculuklarda boyun-sırt rahatsızlığı yaşayanların biraz riskli olsa da havayolunu tercih ettiğinde bu sıkıntılardan kurtulabileceği belirtilmiş.
Londra-Paris arasında gece uçuşları için test sürüşlerinin başladığı yazılmış; yollara döşenen ışıkların hem yolları aydınlattığı hem de uçaklara yol gösterdiği belirtilmiş.
Eminim siz de benim gibi şaşıracaksınız, o yıllarda uçaklarda cam açılabiliyormuş! Gazete haberine bu konu da yansımış, hatta yaşanmış bir olaydan örnek verilmiş. Bir Amerikalı ile İngiliz arasında cam açma tartışması yaşanmış; uçak Paris'e indiğinde bile cam hâlâ açıkmış.
Uçakların iniş-kalkış vakitleri o kadar dakikmiş ki, insanlar saatlerini buna göre ayarlıyormuş. Uçağın içine yerleştirilen bir mutfakta çalışan kişi servis yapmaktan tepsi hazırlamaya, ücret toplamaktan etrafı temizlemeye kadar her işi yapıyormuş. Yolculuk sırasında karnı acıkan yolculara genelde mayonez, salata, pişmiş soğuk et, peynir çeşitleri ve meyve servis ediliyormuş. Sabah kahvaltısını Paris'te yapıp öğle yemeğini başka bir ülkede yemek düşüncesi o yıllarda da varmış; kahvaltıyı Paris'te yapan biri İstanbul'a ertesi gün varıyormuş. Uçak Fransa –İngiltere arasındaki kanalı 2 saat 10 dakikada geçiyormuş; günde birkaç karşılıklı sefer yapılsa da Paris'ten Londra'ya giden uçaklarda yer yokmuş. Unutmadan söyleyeyim uçaklar aynı zamanda posta çuvallarını da taşıyormuş.
Havaalanına kule yapma düşüncesi, bilet satılan gişeler, lokantalar, kablosuz telefon, kalınabilecek 20 adalı bir otel, telgraf hizmeti ve yolcuları özendirerek rahat ettirecek çok şey bu haberde yer almış. Bugün havayolu taşımacılığında gelinen noktayı düşününce, tam 100 yıl önce bunları planlayan vizyonerleri saygıyla yad etmek gerekiyor.
Bugün gelişmiş teknolojinin havaalanlarında karşımıza çıkardığı teknikler o gün kara tahta üzerinde tebeşirle yapılıyormuş.
İstanbul'da turistlerin para harcayacağı yer yokmuş
1929 yılının 2 Temmuz tarihli Milliyet Gazetesinde İstanbul-Ankara arasındaki telefon hatlarının halkın kullanımına açıldığının müjdesi var. İlk görüşmeler de gazetecilerle milletvekilleri arasında yapılmış.
Bugün itibarıyla tam 94 yıl önce basılmış Akşam Gazetesinde, yabancı seyyahların İstanbul'da niye fazla kalmadıkları sorgulanmış; dilimizde turist kelimesinin pek kullanılmadığı bu yıllarda İstanbul'da doğru dürüst eğlence mekânı olmadığı yazılmış. "Seyyahları niye celp edemiyoruz" başlığıyla birinci sayfadan girilen haberde Adriyatik'ten gemi ile İstanbul'a gelen Amerikalı bir gazetecinin görüşleri aktarılmış ve geminin uğradığı Lübnan limanları ile İstanbul Şehrimiz karşılaştırılmış. Amerikalı Richard Grift, doğal güzelliğini olağanüstü bulduğu İstanbul şehrinde kış mevsimi yaşanmasına rağmen para harcayacak bir yer görmediklerini, bar, gazino ve eğlence mekânı bulamadıklarından yakınmış.
Sanırım bu konuda çok yol aldık; biz hem yabancılardan hem de kendi insanımızdan herkesin tatilde olduğu ve kalacak yer bulmanın çok zor olduğu dönemlerde misafirperverliğimizi (!) kullanıp az hizmet vererek çok bedel istemeyi iyi biliriz. O günlerde raflardaki etiketler değişir, gelenleri sağmak üzere tüm fiyatlar tekrardan ayarlanır.
100 yıl öncesinde turistler için eğlence mekanı yokmuş, seyyahlar İstanbul'a gelmekten imtina ediyorlarmış.
Geçtiğimiz günlerde İstanbul'da yapılan Şampiyonlar Ligi finali öncesinde UEFA'dan yapılan resmi uyarı bize normal gelse de, bu türden olumsuzlukların sınırlarımızın ötesinde de dikkate alındığını gösteriyor. UEFA resmi internet sitesinde maçı izlemek için gelen futbol sever turistlere "toplu ulaşımı kullanın" tavsiyesinde bulunarak "İstanbul'da taksi yolculuğundan kaçının" uyarısı, dikkat etmezseniz dolandırılırsınız, hatta fiziki bir müdahaleyle bile karşılaşabilirsiniz anlamlarına da geliyor. Zaten havaalanına gitmek için istenen 400 Euro'lar, maç sonucu oluşan trafik karmaşasında herkesin yollarda kalması ve saatlerce oteline, havaalanına gidememesi, o zaman zarfında yaşanan rezillikler gerek iç gerekse de dış basını fazlasıyla meşgul etti. Ne diyelim olan oldu bir kere ama keşke böyle anılmasaydık, anlatırken mangalda kül bırakmadığımız değerlerimizi ön plana çıkarabilseydik!
Yıllardır kangren olmuş bir şekilde gelen turistleri yolunacak kaz olarak görme özelliğimiz taksicisinden neredeyse her alandaki esnafına, Anadolu'nun ücra köşesinde içtiğiniz çaya lüks kafeterya parası isteyen köylüye kadar üstümüze sinmiş durumda. Bir yandan turist gelsin diye yırtınırken diğer yandan öve öve bitiremediğimiz misafirperverliğimizi (!) dürüstçe tekrar düşünmemiz gerekmiyor mu?
Sizin de aklınıza şu soru geldi değil mi; yetkililer ne yapıyor? Bana göre devletin işleyişindeki tüm birimler etkisiz kalıyor, ne zabıta, ne de trafik polisi taksi sorununa çare bulamadığı gibi caydırıcı adımlar da atamıyorlar. Trafik Polisinin tek bildiği maç öncesinde stat yakınlarındaki yolları kapatarak "altta kalanın canı çıksın" misali çözümü olmayanda aramak gibi! Sanırım artık bu işi bilenlere sormak, trafik karmaşasına çözüm bulabilecek uzmanlara danışmak gerekiyor. İstanbul'da önemli spor müsabakalarında ana arterleri tümüyle kapatmak çözüm değil; bu işe bir şekilde makul bir çözüm bulmak gerekiyor.
31 Temmuz 1929 yılı Cumhuriyet Gazetesi Kız Kulesinin tamiratından ve emektar bekçinin üzerinden çıkan kaçak sigara kağıtlarından bahsetmiş.
Meclis'te kadın aleyhtarı konuşma
2 Temmuz 1932 Tarihli Son Posta Gazetesinde Elazığ Milletvekili Fazıl Ahmet Bey, bütçe görüşmeleri sırasında Mecliste yaptığı konuşmasında Türk kadını ve genç kuşak kızlarımızın değişmekte olan terbiye anlayışında bonbon ve cici bici olarak nitelendirdiği davranış değişikliğini olumsuz olarak vurgulamış. Söyledikleri günümüz Türkçesine, zarar veren, israf eden, yok eden şeklinde çevrildiğinde "özellikle gazino ve lokanta gibi yerlerde yiyip içen tüketen" anlamına geliyor. O günün basınını takip eden aklı başında kadınlar tarafından tepkiyle karşılanan bu görüş belli ki çok konuşulmuş. 2 yıl sonra, yine 2 Temmuz tarihinde çıkacak soyadı kanunuyla ismine Güntekin'i ekleyecek olan Reşat Nuri Bey buna karşı çıkmış ve Türk kadınının gelişen çağa ayak uydurmasında bir anormallik olmadığını belirterek kadının üretime ve çalışma hayatına katılmasındaki olumlu yanları belirtmiş.
Meclis'te geçen dönem yüzde 17,1 olan kadın temsil oranı son seçimler sonrasında 121 kadın milletvekili ile yüzde 20,1'e yükselmiş olsa da, kadınlarımız çok alanda ileriye gidememek, hatta dünkünden daha geriye düşmek tehlikesiyle karşı karşıya da bulunuyor. Cumhuriyetin 100. yılında kadına yönelik şiddetin artış ivmesi bir yana çocuk yaşında evlilikler ve iş hayatında bekleyen yüzlerce ayrımcı uygulama ile az gittik, uz gittik desek de geriye dönüp baktığımızda değişen çok az şey var gibi. Hala çocuk yaşta evliliği savunanlar ve mağdurları var, hâlâ iş – eğitim alanından kadını uzak tutmaya çalışan zihniyet gücünü koruyor.
Faşizm eleştiri hakkını bile sadece yandaşına veren bir düşünce tarzı
2 Temmuz 1935 tarihli gazeteler farklı limanlarımızda yapılan kabotaj bayramı kutlamalarını resimler eşliğinde vererek çıkmışlar; bir yıl önce yasalaşarak her 1 Temmuz tarihinde milli bayram olarak kutlanacak kabotajın bir ülkenin karasularını ve limanlarını kendi kontrolünde bulundurma hakkı olduğunu vurgulamışlar.
2 Temmuz 1935 tarihli Türk Dili Gazetesinde Almanya hakkında ilginç bir haber gözüme çarptı, yükselen Alman faşizminin iktidardaki Propaganda Bakanı Gobbels'in demecindeki sözlere takıldım. Gobbels, bir konuşmasında partiden olmayanların eleştiri yapmaya haklarının olmadığını, Alman halkının ahlaki terbiyesinin tüm unsurlarının partide toplanmış olduğunu vurgulayarak, partinin devletten üstün olduğunu söylemiş. Ülke içinde birlik olmayı başardık ama dış siyasal meseleler her günkü dertlerimizi unutturuyor demiş. Cümle biraz devrik olmuş ama sanırım okullar olmasa Milli Eğitimi çok iyi idare ederim demek gibi bir şey söylemeye çalışmış olmalı.
Aslında faşizmin ünlü ideologu olan Dr. Gobbel bu dediklerini fazlasıyla yaptı ve Nazi Partisinin iktidarı güçlendikçe partiye üye olmayan, partinin ilgili birimlerinden icazet almayan yazarlara kitap bastırmadı, ressamlara sergi açtırmadı. Kendinden olmayan bilim adamlarının çalışmalarını kontrol altına aldı, felsefecilerin, yaratıcı düşünceyle sanatın her alanında üretim yapanların üzerinde kontrol ağı kurdu. Zaten iktidarın ilk yıllarında 5 Aralık 1930 günü Berlin'de "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok" isimli filmin galasını basan faşistler, gösterimi engellemiş, kendilerine itiraz eden seyircileri ve sanatçıları dövmüşlerdi. Bakanlığı sırasında onun izni olmadan müzik yapılamadı, radyoda yandaş olmayanlar şarkı söyleyemedi, basında eleştiri yazısı çıkmadı. Ama sorarsanız o kendince sanata sahip çıkıyordu; ülkenin yüksek çıkarları uğruna nasıl sanat üretileceğini belirliyor, faşizmin sanatını ortaya çıkartmaya çalışıyordu.
Nazi Propaganda Bakanı Goebbels, yandaş olmayanların eleştiri hakkı olmadığını söylemiş.
Tarih tekerrürden ibarettir diye düşüneceğinize eminim! Dahası da var; o yıllarda nazilerden yana saf tutan yandaşlara oldukça cazip olanaklar sağlandı, parti ideolojisiyle uyumlu projelere ciddi devlet imkânları aktarıldı. Yüksek bütçeli gösteriler, operalar, senfoniler ve ses getirecek projelerle halkın gözü boyanırken sanatın sınırları devlet tarafından belirleniyordu.
Yıllar öncesinin gazete haberleri bugüne yansıyan yanlarıyla hâlâ yaşanmaya devam ediyor. Koleksiyonculuk böyle bir şey işte; geçmişin değerlerini geleceğe taşırken insan soluklandığı yerde bir dönüp arkasına bakmak istiyor. Sizler ne gördünüz bilmiyorum ama benim baktığım yerden çağdaşlaşma yolundaki mesafemiz bir hayli uzun gibi görünüyor.
Güzellikleri biriktirmenizi dilerim.
Eski gazete koleksiyonları meraklısına geçmişin aynası, geleceğin kılavuzu niteliğinde.
https://chroniclingamerica.loc.gov
https://www.gastearsivi.com/gazete/turk_dili/1935-07-02/1
https://www.gastearsivi.com/gazete/cumhuriyet/1929-07-31/1
İrfan Yalın kimdir? Koleksiyoncu İrfan Yalın 1962 yılında İstanbul'da doğdu. 9 Eylül Üniversitesi, Aydın Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksek Okulu mezunu. Objelerin – belgelerin peşinde "Popüler Tarih ve Kültür Yaşanmışlıkları araştırmacısı. Bizimev TV'de yayınlanan "Koleksiyoncu" programı sunucusu - yapımcısı. Asya ve Afrika ülkelerinden tek tek topladığı el sanatlarını sergilediği Kadıköy'deki "Artemis"in kurucusu. Koleksiyonculuğun özendirilmesi adına amatörce çalışan, sergi, sempozyum, sunu ve derleme çalışmaları içinde kültürel değerlere gönül bağımlısı… |