Tam özgürlükçü bir demokrasi rejimiyle yaşamak insanın -belki de- en büyük ütopyalarından biri! İlk çağlardan beri eşit hukuk kuralları altında yaşamak isteği, bilgisi artan toplulukları medeniyet yolunda sürükleyici ivme olmuş.
Baskıcı rejimlere karşı verilen mücadelelerde insanlık tarihi boyunca o kadar ilginç örnekler ortaya çıkmış ki, yer yer aynı görüşte olmayanlar da aynı potada erimiş, zaman zaman da bazı itaatsizlik örnekleri yüzyıllar sonrasına örnek olmuş.
Siyaset tarihi barışçı direnişlerle dolu ama bizim politik arenamızdaki aktif şahsiyetler yaşanmışlıklardan beslenmediği, geçmişin değerlerini içselleştirmede "güdük" kaldığı için tarihsel süreç içindeki doğru örnekleri doğru zamanda uygulamayı pek beceremiyorlar, diye düşünüyorum. Oysa çağlar boyunca birbirine benzer sosyal koşullar kıtalar arasında her dönem benzer şekillerde ortaya çıkmış, benzer tepkilerle karşılaşarak benzer çözümlerle evrilmiş.
Öyle ya, geçmişin yaşanmışlıklarını bilen kişi girdiği çok sayıda seçimi kaybettiği halde koltuğunda durma konusunda ısrar eder mi? Ama burada liderleri suçlamamak lazım, asıl önemli olan liderler değil! Belki çoğumuz aynı tepkiyi verir, gelen eleştiri oklarını biz de etrafa yönlendirirdik. Bence siyasetimizin en verimsiz alanı mevcut durumdan rahatsız olanların alternatif sunmadan üst perdeden şikâyet eder gözükmelerine rağmen durumu kabullenmeleri. Düşünsenize, kaç siyaset esnafının peşine düştük seçimlerde, kimleri kurtarıcı olarak görüp, kimlerden medet umduk! Birkaç örnek dışında başarısızlığı kendi üstüne alıp "bana müsaade" diyen olmadı…
İşte pasif barışçı direnişin bu tür durumlarda da ortaya çıkması gerekiyor. Siz yenilmekten bıkmayan pehlivana minderi bırakmaya devam ederseniz, o 10 binde 1 oyu olmayan tabela partilerine bol keseden vekillik dağıtır, en sağdan başlayan bir dizgi içinde verdiği mesajlarla yerleşik seçmeninin aklını karıştırır. Seçimin başarısız sonuçlarını kendinde aramak yerine başkalarında suç bulmaya çalışmayı boş verin, koltuğunu korumanın telaşı içinde, sanki partisinde bu boşluğu dolduracak kimse yokmuşçasına karşıt tarafta siyaset yapanları kendine danışman bile atar. Şu bir gerçek ki, "siyaset esnafları" ticari işletme yönetircesine parlak cv'ler arasından yardımcı, danışman, uzman seçme teknikleriyle, hizipler arasında ilerleyecek yol açma yetisini her geçen gün daha da iyi öğreniyorlar, diye düşünüyorum.
Demokrasi karşı tarafın hezeyanını içselleştirmeyle yerleşir
Yargıtay'ın seçilmiş milletvekillerinin kürsü hakkı ve dokunulmazlığı hakkında net içtihatları olsa da bize özgü işleyiş dahilinde Can Atalay'ın hapiste tutulduğu süreci hepimiz yakinen takip ediyoruz. Sorun hukuki değil, tümüyle siyasi. Meclis'te Can Atalay portresi eşliğinde resim paylaşmak onu bulunduğu hücreden çıkarmıyorsa barışçı başka yollar denemenin zamanı gelmiştir, hatta geç kalınmıştır diye düşüyorum.
Kendini demokrat gören tüm muhalefet milletvekilleri -bence- bu konuda çok hatalı! Başta CHP ve bir anda demokrat kesilip CHP'den dağıtılan lütufkâr koltuklara yerleşen, koltuğa oturduktan sonra da lastik misali kendi doğasına dönen seçilmişler toplu halde Can Atalay gelmeden yemin etmeselerdi sanıyorum yürütme bu işin çaresini şu ana kadar çoktan bulurdu.
Gelinen noktada, Can Atalay'ın milletvekili seçilmiş olmasına rağmen aradan geçen iki aya yakın süreye rağmen Anayasa gereği tahliye edilip mecliste görevine başlamasına engel olunmasında meselenin hukuki değil, siyasi bir çözüm iradesini gerektirdiği anlaşılmakta. Zira her ne kadar tahliye kararının Yargıtay tarafından verilmesi gerekiyorsa da, bu konuda avukatlarının başvurusuna rağmen, -yazının yazıldığı an itibarıyla- henüz tahliye talebinin Savcılık Makamı tarafından ilgili Yargıtay Dairesine iletilmediğini görüyoruz. Daha önce Sebahat Tuncel, Enis Berberoğlu gibi örnekleri olmasına, TC Anayasası'nın açık hükmüne ve emsal Yargıtay içtihatlarına rağmen bu kez Can Atalay'ın tahliyesi hususunda, usule göre bir adım atılmamakta. TBMM Başkanlığı'nın da bu konuda herhangi bir hamlesi yok; hatta meselenin yargıçlar tarafından karara bağlanacak hukuki bir konu olduğunu söyleyerek topu taca atma eğilimi görülmekte. Özetle meselenin hukuki görünümlü olsa da siyasi bir sorunsal olduğu aşikâr. Her ne kadar Can Atalay'ın gerek vekâletnameli avukatları, gerekse de ülkenin dört bir yanından meslektaşları ve bazı sivil toplum örgütleri seçimden bu yana çeşitli girişimlerde bulunmuş ve bulunmaya devam ediyorlarsa da çözümün ışığı henüz görülmüş değil. Meslektaşları son olarak 6 Temmuz günü Çağlayan adliyesi önünde bu konuda haykırarak taleplerini siyasi otoriteye ve yargı kurumuna duyurmaya çalışmış olsa da, tıkalı kulaklara ulaşmaları mümkün değil, siyasi çözüm olmadan bir sonuç alınması zor görünüyor.
Yargıdaki tıkanmanın önünü açmak, siyaset kurumunun gereğini yapması sağlamak, doğru zamanda doğru türden mücadele vermek için bazen tarihteki örnekleri bilmek, yaşanan başarısızlıklardan ve umulmadık zaferlerden ders almak gerekiyor, diye düşünüyorum. Mücadele yolu bazen oturmak, bazen susmak, bazen inzivaya çekilmek gibi olabilir. Tarihe bakıldığında istifa etmek, barışçı bir şekilde meydanı boş bırakmak, bazen de Gandi misali "tuz" ile koca Britanya uygarlığını dize getirmek başarı yöntemlerinden olmuş.
Tarih öncesinde sivil itaatsizlik
İlk Çağ'da direnmeyi ve itaatsizliği doğrudan ya da dolaylı yollardan dile getiren ilk düşünceler Hint ve Çin topraklarında yeşermiş, MÖ 551-479 yılları arasında yaşayan Konfüçyüs, yıllara yenik düşmeyecek çarpıcı düşünceler ortaya koymuş. Sivil itaatsizlik, barışçı bir şekilde kanun koyucunun yanlış ya da yanlı denebilecek uygulamalarına direnme hakkı tarih boyunca hep var olmuş, en güçlü iktidarlara karşı kullanılabilmiş.
Bulabildiğim kadarıyla ilk pasif direnişlerden olan bir toplu hareket MÖ 494'te Eski Roma'da yaşanmış, statüleri ve yaşam koşullarından rahatsız olan "plebler" yani esnaf, işçi, köylü, zanaatkârlardan oluşan Roma devletinin orta sınıfını oluşturan vergi veren çoğunluk şehrin yukarısındaki bir tepeye çekilmişler ve şikâyetleri giderilene kadar sivil işlerde rol almayı reddetmişler.
Eski Roma’da yaşam koşullarından rahatsız olan orta sınıf, tarihin bilinen ilk direnişini gerçekleştirmiş.
Hıristiyanlığın ortaya çıkmaya başladığı ve görüldüğü yerde baskıyla karşılaştığı yıllarda güce karşı sivil direniş vakaları görülmüş; hatta farklı inanç sahipleri de itaatsizliklere destek olmuşlar.
MS 37 ila 95 yılları arasında yaşadığı düşünülen Yahudi tarihçi Flavius Josephus'un aktardığına göre, MS 37 ila 41 yılları arasında hükümran olan İmparator Caligula'nın heykelinin Kudüs'teki Tapınağa dikilmesi yönündeki emrine Yahudi cemaati kararlı bir şekilde karı çıkmış, engellemeye çalışmış. On binlerce Yahudi'nin İmparator'un emrini yerine getirmekle görevlendirilen Suriye'deki Romalı valiye dilekçe vererek "bizim inancımız gereği uygun olmayan bu heykelin dikilmesine izin vermektense ölmeye karar verdiklerini ifade etmeleri karşısında yasa koyucu çaresiz kalmış, geri adım atmış.
Denilen o ki, pasif direnişin köklerini Hinduizm ve Budizm'in dinginliğinde bulan eski kadim inanış sahipleri bu konuda öncü olmuşlar. MÖ 2 ila MS 1. yüzyıllar arasında münzevi bir hayat tarzını benimseyerek yaşamış Yahudi mezhebi olarak görülen Esseniler de ve İsa'nın öğretisi peşinde yürüyen ilk Hıristiyanlar da var olma mücadelelerini şiddet karşıtlığı üzerine inşa etmişler, güçlü erke barışçı yollarla karşı çıkarak ayakta kalmaya çalışmışlar.
Aziz Paul tarafından Yeni Ahit'te ilan edilerek Hıristiyan geleneği haline getirilmeye çalışılan tüm inançlı bireylere yasalara - emirlere itaat etme, adaletsiz bir devlete bile karşı koymama yükümlülüğü, uygulamaların Hıristiyan ahlakıyla çelişen taleplerde bulunduğu noktada kıymetini kaybetmiş, şehrinde topyekûn bir Hıristiyan cemaatinin silah taşımayı reddetmesi karşısında Roma valisinin gücü etkisiz kalmış.
Hristiyan Orta Çağ Avrupa'sında, Aziz Paul'un sivil itaat doktrini, baronlara adaletsizce hüküm süren bir kralı zorla görevden alma hakkı veren Cermen feodal geleneğiyle çelişince İtalyan şehir devletlerinde ayaklanma benzeri hareketler olağan yaşanan şeylere dönüşmüş, ruhani olduğu kadar dünyevi bir otorite olan papalık makamını bile yer yer isyanları teşvik etmeğe zorlamış.
Aziz Paul, inançlı bireylere adaletsiz bile olsa yasalara karşı koymamayı Hıristiyan ahlakı içine sokmaya çalışması gündelik menfaatlerle çelişince kabul görmemiş.
Filozof Thomas Aquinas, akla ve kamu yararına dayalı olmayan yasalara direnmeyi önermiş
Orta Çağ felsefesinin ve düşünce tarihinin en önemli düşünürlerinden biri sayılan 1225 ila 1274 yılları arasında yaşamış olan ünlü Hıristiyan filozofu Aquinolu Thomas olarak bilinen Thomas Aquinas da Aziz Paul'un düşüncelerinden sıyrılmaya çalışmış. Soylu bir ailenin çocuğu olarak 1225 yılında dünyaya gelen eğitimini İtalya, Fransa ve Almanya'da gerçekleştiren Thomas Aquinas, hem Aristo'dan hem de İspanya üzerinden Avrupa'ya ulaşan Müslüman filozoflardan etkilenmiş. İnsan yapımı yasaların akılcılığa ve kamu yararına dayalı olmasını savunmuş; kuralların insan olmanın erdemlerine karşı ölçüleceği doğayla uyumlu bir hukuk teorisi tezi savunmuş! Aquinas adaletsiz yasaları şiddet eylemleri olarak görmüş; zor kullanarak veya yolsuzluk yoluyla iktidara gelen yöneticilerin, üstün otorite olarak gördüğü kamu rızası tarafından meşrulaştırılmadıkça devrilmelerinin caiz olacağını söylemiş. Sivil itaatsizliğe, hatta isyan etmeye yönelik güçlü bir teori olarak ortaya çıkan Aquinas görüşleri, yıllar içinde toplum hakkının tiranları tahttan indirmeye yönelik etkin gücü olup olmadığı tartışılmış.
Hristiyan filozofu Aquinolu Thomas, adaletsiz yasaları şiddet eylemleri olarak görmüş.
14. yüzyıl İngiliz dini reformcusu ve İncil alimi John Wyclif, egemenliğin koşulsuz ve ebedi mirası yoktur, insanın başka insanlar üstündeki mülkiyet hakkı böyle bir şeyi güvence altına alamaz; lütufta bulunan sadece gerçek efendidir diyerek günah işleyen yönetim erkinin Tanrıya ait toprakları yönetmekten men edilmesini savunmuş. Hıristiyan reformcu John Huss (1373-1415), Wyclif'in doktrini'ni benimsemiş ama bunun isyanı haklı çıkarmadığını savunmuş.
1415'te kazık cezasıyla ölüme gönderilen Hussite'nin görüşleri, fikirleri ve öğretileri sonraki yıllarda yaşayan pasifist düşünceli toplulukların yaşam pratiğine daha doğru bir şekilde yansımış.
16. yüzyılın Protestan Reformu, muhalefet potansiyelini genişletmiş gibi görülse de, bu konuda çalışma yapan uzmanların dediğine göre, hükümdarların elini güçlendirmiş. "Adaletli ya da haksız davransa da" otoriteye pasif itaat görevini hararetle savunan Martin Luther, itaatsizliğin cinayetten, iffetsizlikten, hırsızlıktan ve sahtekârlıktan daha büyük bir günah' olduğunu belirtmiş. Vatikan'ın müdahalesinden uzakta, ulusal temelli Kiliselerin kurulmasında dünyevi otoriteyi uyguladıklarını iddia eden hükümdarların konumunu güçlendiren Luther Hareketi, dini muhalefet çoğaldıkça ve muhalifler ulusal monarşilerin mutlakıyetçi iddialarına meydan okudukça dini hoşgörünün ulusal ayrılığa ve -belki de- iç savaşa alternatif olabileceğine dönüşmüş. Yavaş ve düzensiz bir şekilde gelen hoşgörü hareketi, -başta bu şekilde planlanmasa da- muhaliflerin örgütlenmesi ve fikirlerini yayması için alan açmış.
1509 – 64 Yılları arasında Cenevre'de yaşamış olan Jean Calvin, dini temeller üzerine oturmayan bir hükümete karşı atanmış – seçilmiş yetkililer eşliğinde meşru direniş olasılığını kabul etmesine rağmen, halkın sivil otoriteye itaat etme görevinde ısrar etmiş. Bu yıllarda tamamen farklı bir siyasi durumla karşı karşıya kalan İskoçya ve Fransa'daki Hıristiyanlar, Calvin öğretisindeki alt temayı ele alarak kendilerini merkeze yerleştirip direnmişler.
Ölüm cezasına çarptırılarak sürgüne gönderilen Knox, yöneticilerin ahlakı ve gerçek dini koruma görevlerinde başarısız oldukları durumlarda, direnmenin halkın bir hakkı değil, aynı zamanda görevi olduğunu cesurca ileri sürmüş. Tanrı'nın kanunlarına itaat etmeyen bir krala itaat etme yükümlülüğü olduğu doktrinine karşı çıkan Knox, Tanrı'nın krallara, dinsizlik emrini verdiklerinde itaat edilmesini emrettiğini söylemenin küfür olduğunu söylemiş.
1600'lü yıllarda, Iroquois Kızılderili ulusunun kadınları, halkın topyekûn savaşa girip girmemesine karar verme hakkını elde edene kadar, savaşçı kocalarıyla ilişkiye girmeyi ve böylece onlara savaşçı oğulları doğurmayı reddetmiş. Köy kadınları tarafından yapılan bu eylem, yüzyıllar önce klasik Yunan oyun yazarı Aristophanes'in Lysistrata adlı oyununda öne sürdüğü fikirleri yansıtıyormuş.
1600'lü yıllarda, Iroquois Kızılderili kadınları, söz sahibi olma hakkını elde edene kadar, kocalarıyla ilişkiye girmeyi ve çocuk doğurmayı reddetmişler.
Pasif direniş hararetli siyasi tartışmaların merkezi haline gelmeye başlamış
İngiliz Maliye Bakanı Charles Vere Ferrers Townshend tarafından hazırlanan ve 1767'de İngiliz Parlamentosu tarafından kabul edilen Townshend Yasalarıyla Amerikan kolonilerine ithal edilen çay, boya, cam, kumaş vb ithal malları gümrükte vergilendirme isteği Büyük Britanya ile Amerikalı sömürgeciler arasındaki gerilimi artırmış. İngilizlerin vergi yükünü azaltmayı amaçlayan, bu vergilerin asıl amacı geliri arttırarak sömürge valilerinin ve hakimlerinin maaşlarını ödemek, yerel hükümetlerinin İngiliz tacına sadakatini sağlamak gibi gözükse de, altında yatanın koloniyel hükümetleri yeniden şekillendirmenin yolunu açacağına inanılmış.
Şiddetli tepkiler üzerine önce damga yasası yürürlükten kaldırılmış, 1770 yılında elçilerin görevleri sonlandırılmış. Kısmen çay vergisinin uygulanmasını sağlamak ve aynı zamanda Doğu Hindistan Şirketi'nin ticari konumunu güçlendirmek için tasarlanan 1773 Çay Yasası'na, çay acentelerinin istifa etmesi için bir kampanya başlatılınca işler yine tersine dönmüş, tüccarların Aralık 1773'te Boston limanına bir döktükleri bir gemi yükü çay sonrasında Boston limanı kapatılmış.
Townshend Yasalarına direnen tüccarlar Aralık 1773'te Boston limanına döktükleri bir gemi yükü çayla Boston limanını kapatmışlar.
Aynı yıl oluşan Boston Çay Partisi kolonilerde seçilmiş meclisleri İngiliz önlemlerine karşı koordine etmek için "yazışma toplulukları" kurmaya başlamış. Eylül 1774'te gerçekleşen Birinci Kıta Kongresi, tüm eyalet meclislerinin temsilcilerini bir araya getirmiş, "Kıta Birliği" olarak bilinen ayrıntılı bir işbirliği kabul edilmiş. Yerel yönetimler tarafından mahkemeler kapatılmış, vergiler reddedilmiş bu yolla İngiliz valilerine açıkça meydan okunmuş. Mevcut hukuk sisteminin dışında toplanan Eyalet Kongreleri, Nisan 1775'te başlayacak olan Bağımsızlık Savaşı'nın ilk kurşunlarını atıyormuş. George Washington'dan sonra Başkan olan John Adams'ın 1815'te yazdığı şekliyle, Amerikan Devrimi, halkın zihninde, kalbinde ve kolonilerin birliğindeymiş.
Amerikan direnişi Macaristan'a, Macar direnişi de İrlanda halkına örnek olmuş
1848'de Avusturya tarafından Macaristan'ın statüsünü özerk olarak tanıyan anayasanın askıya alınması, Macaristan'ın 1849'dan 1867'ye kadar Avusturya'ya karşı yürüttüğü pasif direniş modeline Amerikan direnişi de örnek olmuş, vergi reddi, hükümeti kabul etmeme, hukuki pozisyonlarının boykot edilmesi bazındaki halk direnişi sosyal boykotlar, bir dizi sembolik eylemle protesto gösteriyle pekiştirilmiş. Eylemler temel Macar taleplerini karşılayan bir uzlaşma anlaşmasıyla sonuçlanmış.
Macar pasif direniş harekâtı, 19. yüzyılda tüm özgürlükçü hareketlere örnek teşkil etmiş, 1899'dan 1906'ya kadar Ruslaştırma girişimlerine yönelik Fin direnişine model olmuş.1899'da askerlik hizmetinin süresini artıran, Finleri Rus birliklerine askere alan, Rusları Fin birliklerinin başına atayan Rus askeri yasasına Finliler uymayı reddetmişler, zorunlu askerliğe karşı yaygın bir direniş başlatmışlar. Rusya'daki 1905 devrimi ve İmparatorluk çapındaki genel grev şeklinde beklenmedik gelişmeler sonrasında güç durumda kalan Çar, zorunlu askerlik yasasını yürürlükten kaldırmış, 1906'da Fin Devleti demokratik bir temelde yeniden kurulmuş.
Macar direnişi, İrlanda'da da yankı bulmuş, 1905'te kurulmuş Sinn Fein hareketi, kilit figür durumundaki Arthur Griffith'in hayal gücü sayesinde esprili, romantik, polemik içeren çok sayıda barışçı kampanya ile peri masalı benzetmeleri eşliğinde İngiliz Parlamentosunu etkileyerek Britanya'nın İrlanda'nın parlamento bağımsızlığını kabul ettirmeye çalışmış.
Amerikan direnişi Macaristan'a, Macar direnişi de İrlanda halkına örnek olmuş.
Gandi memleketindeki direnişi öncesinde Afrika'da ırkçılıkla mücadele etmiş
Gandhi, Macar direnişine atıfta bulunarak Güney Afrika yerli halkına İrlanda'daki Griffith'in mücadele tarzına benzer bir hareket tarzı izlemelerini tavsiye etmiş. Güney Afrika çalıştığı yıllar içinde ayrımcı politikalara karşı ilk ses yükseltenlerden olan Gandhi, şiddet karşıtı fikirlerini geliştirirken, kendi yöntemlerini pasif direniş yöntemlerinden ayırmaya çalışmış ve bunları ifade etmek için kelime dağarcığı geliştirmeye gayret etmiş. Barışçı mücadele yöntemlerinde yeni terimlere, halkın anlayacağı açılımlara ve karşı tarafı çaresiz hissettirecek heyecan verici çıkışlara ihtiyaç olduğunu o yıllarda görmüş.
Mahatma Gandhi barışçı pasif direniş dendiğinde akla ilk gelen önderlerden.
Hint Halkının İngiliz emperyalizmine karşı başlattığı direniş hareketleri, 1929 Hindistan Ulusal Kongresinin Lahor oturumunda Hindistan için tam bağımsızlık isteğiyle hız kazanmış, bu talebi vurgulamak için Mahatma Gandhi, 6 Nisan 1930 tarihinde sivil itaatsizlik hareketini başlatmış, amaç toplu olarak bazı kuraldışı işler yaparak İngiliz hükümetine boyun eğdirmekmiş.
O yıllarda Hint toplumunun durumu çok acıklıymış, fakir halk sadece tuzlu ekmek yiyerek karınlarını doyuruyormuş. İngiliz devletinin tuza vergi koyması karşısında birkaç seçilmiş takipçisiyle birlikte 250 km yürüyerek deniz kıyısındaki Dandi köyüne gelen Gandi burada kendi tuzunu yaparak kanunları çiğnemiş; çünkü tuz yasası kişilerin kendi tuzunu yapmasını yasaklıyormuş.
Tuz yürüyüşü olarak bilinen bu sivil itaatsizlik hareketi sonrasında devlet hizmetleri, okullar ve görevli memurların unvanları boykot edilmiş, Hintli kadınlar içki, afyon ve yabancı kumaş satan dükkânla önünde protesto gösterilerinde bulunmaya başlamışlar. Tüm yabancı malların boykot edilmesi ve vergi ödemelerinin durdurulması gündeme gelmiş.
Tuza konan vergi karşısında birkaç seçilmiş takipçisiyle birlikte 250 km yürüyerek kendi tuzunu yapan Gandi koca Britanya devletini dize getirmiş.
İngiliz hükümeti hareketi bastırmak için sert önlemler almış, Gandi ve önemli destekçilerini hapse atmış. Halkla hükümet askerleri arasında çeşitli yerlerde şiddetli çatışmalar yaşanması, bazı şehirlerde isyanların başlaması, eylemlerin şiddet patlaması şekline dönüşebileceği düşüncesi hareketi tamamen şiddet içermeyen bir şekilde yürütmek arzunda olan Gandi'yi endişelendirmiş.
Zaman zaman duraksayarak masa başı görüşmelerinde çözüm aranan, zaman zaman da alevlenen Hindistan sivil itaatsizlik hareketine karşı İngiltere yer yer şiddet kullanmış, isyanı acımazsızca bastırmaya çalışmış. Hareket ezilmeye çalışılırken arkasında gizlenen isyan ruhu canlı kalmış ve 1942 yılında tekrar alevlenmiş. İngiliz otoritesini reddetmeye ve itaatsizlik etmeye hazır olan Hint Halkının kontrol edilmesinin zor olduğunu gören İngiltere, Gandi'nin 1942'de, "Hindistan'dan çık" eylemi başlatmasından tam beş yıl sonra, Hindistan'ı terk etmek zorunda kalmış.
Pasif direniş, sadece kamuoyu baskısına maruz kalan hükümetlere, insani duyguları görmezden gelecek kadar güçlü bir diktatörlüğe karşı etkili olmaz. Kalitesiz malı satana, fahiş fiyat isteyene, on binlerce kez yazılıp çizilse de kurallara uymamakta direnen taksiciye, dağ başında içtiğiniz kahveye lüks tarife bedeli isteyen fırsatçıya, şartlardan yararlanmaya çalışan karaborsa sevdalısına da uygulanacak en etkin yöntem. Kısa bir süre için bile olsa bir araya gelen barışçı halk inisiyatifi her konuda başarılı olur, keyfi uygulamaları üfleyerek süpürür.
Güzellikleri biriktirmenizi dilerim.
Tüm demokrat milletvekilleri Can Atalay gelmeden topyekün yemin etmekten kaçınsalardı belki her şey farklı olurdu.
https://www.gastearsivi.com/gazete/son_posta/1942-08-17/6
https://www.gastearsivi.com/gazete/son_posta/1942-08-09/1
İrfan Yalın kimdir? Koleksiyoncu İrfan Yalın 1962 yılında İstanbul'da doğdu. 9 Eylül Üniversitesi, Aydın Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksek Okulu mezunu. Objelerin – belgelerin peşinde "Popüler Tarih ve Kültür Yaşanmışlıkları araştırmacısı. Bizimev TV'de yayınlanan "Koleksiyoncu" programı sunucusu - yapımcısı. Asya ve Afrika ülkelerinden tek tek topladığı el sanatlarını sergilediği Kadıköy'deki "Artemis"in kurucusu. Koleksiyonculuğun özendirilmesi adına amatörce çalışan, sergi, sempozyum, sunu ve derleme çalışmaları içinde kültürel değerlere gönül bağımlısı… |