İlhan Tekeli

27 Şubat 2023

Kent planı ve yurttaş eşitliği | Kent planı karşısında yurttaşların eşitliği ve planların uygulanabilirlik sorunları

Kent planlarını yapanlar planlarını yaparken tüm kentlilerin eşit kapasitede ve planlara eşit ölçüde saygılı oldukları varsayımı altında planlarını hazırlamaktadırlar. Eğer bir kentteki yurttaşların güçlüler ve güçsüzler diye ikiye ayrışarak, farklı davrandıkları biliniyorsa, planla ilgili kurumsal düzenlemeleri tasarlayanların ve planları hazırlayanların böyle bir fark yokmuş gibi davranmalarının olumsuz sonuçlarının neler olduğunu sorgulamamız ve bu konuda ulaşılacak farkındalıkların bizim kent planı yapma yaklaşımlarında ne tür değişiklikler yaratması gerektiği konusunda öneriler geliştirmemiz gerekmektedir

I. GİRİŞ

Şehir ve Bölge Planlaması disiplini temelde modernitenin bir çocuğudur.

18. yüzyılın sonundaki Amerikan ve Fransız Devrimleri sonrasında modern devletin gelişmesi sırasında normatif bir yurttaşlık anlayışı oluşmuştu. Sanayi çağının modern ulus devletinde, yönetimlerin meşruiyeti tanrının buyruklarına değil, ulus bireylerinin seçmelerine dayandırılmaya başlamıştı. Bu yeni meşruiyet pratikleri içinde eşit atomistik bireylerden oluşan bir insan ve toplum modeli varsayılıyordu. Bu durumda modern yurttaşlığın olmazsa olmaz koşulu eşit oy hakkına sahip olmak haline geliyordu.

Yurttaşların eşitliği varsayımı bir mutlak eşitliği öngörmemektedir. Burada karşı çıkılan eşitsizlik düzeyi, toplumdaki bireylerin güç ve zenginlik farklılıklarının, bireylerin erdemli bir yurttaş olarak davranmasının engeli haline gelecek mertebeye yükselmiş olmasıdır. Eşitsizliğin zorbalık etkisi yaratarak, toplumda bireylerin kararlarında özgürlüklerini ve rızalarını göstermelerini yok edici bir düzeye ulaşması reddedilmektedir. Böyle olunca da sınırlandırılmış bir eşitsizlik düzeyi kabul edilmiş olmaktadır.

Modernitenin çocuğu olan Şehir ve Bölge Planlaması kaçınılmaz olarak ulus devletin normatif eşitlikçi yurttaşlık anlayışıyla uyum içinde gelişmiştir. Plancı planını yaparken bu sınırlı eşitsizliği bile hesaba katmaz. O kentteki yurttaşların hepsini eşit olarak kabul eder, hesaplarını, nüfus başına eşit yeşil alan, eşit su tüketimi, eşit alt yapı ve kamu hizmetleri vb. üzerinden yapar. Plancı için yurttaşlar eşittir. Ama her plancı kentin bir eşitsizlikler mekanı olduğunu da bilir. Kent alanı arazi kullanma türlerine göre farklılaşmıştır. Kentte konut alanları gelir tabakalarına göre ayrışmıştır. Kentte yaşayanların kişi başına kullandıkları konut metre karesi ve yapı kalitesi bakımlarından önemli farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılıklar kentli bireylerin servet ve gelir eşitsizliklerinin kapitalist toplumun iki temel kurumu; mülkiyet ve piyasa mekanizmasının belirlediği davranış örüntüleri tarafından yaratılmaktadır. Yurttaşlarının eşit olduğu anlayışı içinde hazırlanan bu planlar, mülkiyet ve piyasa mekanizmasının çalışması sonucu önemli ölçüde farklılığı barındırır hale gelmektedir. Bu iki kurumun birlikte çalışmasıyla yaratılan eşitsizlikler toplumsal sistem tarafından meşru kabul edilmektedir.

Ama kent plancıları bu eşitsizlik sınırı içinde kalan yurttaşlarından, haklarının bilincinde olduğu kadar sorumluluklarının da bilincinde olmasını beklemektedir. Bunların başında gelen, özel mülk sahiplerinin planların kendi mülkü için tanımladığı haklar içinde kalarak davranmasıdır. Eğer bu varsayım gerçekleşseydi kent planlarının başarılı olarak uygulanıp uygulanmadığı konusunda yaptığımız araştırmalarda olumlu sonuçlara ulaşmış olacaktık. Oysa günümüz Türkiye'sinde ve dünyanın çoğu ülkesinde yapılan araştırmalarda çoğu kez planların uygulanmadığı sonucuna ulaşılmaktadır.

Bu yazının tartışmaya açmaya çalışacağı konu işte planların uygulanmadığı konusundaki bu genel yargının geçerliliğidir. Planı kentin tümü için yapılmış bir bütün olarak ön görürsek bu yargı geçerlidir. Gerçekleşen kentsel yapı/doku ile planda ön görülen arasında bir fark doğmuştur. Öyle ise plancıların hazırladığı plan uygulanmamıştır. Bu durumda bunun sorumlusu kimdir diye sorulduğunda verilecek yanıt sorumluluğunu yerine getirmeyen yurttaş olarak ortaya çıkmaktadır. Bu yazının sorun olarak gördüğü işte bu yargıdır. Eğer planın uygulanıp uygulanmadığı konusunu, kentin tümü üzerinden değil, bir alt ölçekte yurttaş-plan ilişkisi düzeyinde değerlendirmeye başlarsak farklı bir sonuca ulaşırız. Böyle bir değerlendirme yaptığımızda kentlerdeki yurttaşların büyük kesimini oluşturan güçsüz kesimi için kent plancılarının hazırladığı planların bağlayıcı olduğu fark ederiz. Bu kesimdeki insanlar kent planlarının dışına çıkmayı göze alamamaktadır. Öte yandan toplumun güçlü kesimi ise kendini plan kararlarıyla bağlı görmemekte, şu ya da bu yolla kişisel tercihlerini yaşama geçirme olanağını bulmaktadırlar. Bu durumda Türkiye'de kent planlamasının uygulanmamasının sorumluluğunu kentteki tüm yurttaşlara yaygınlaştıramayız. Kent planlarının uygulanmamasının sorumluluğu büyük ölçüde toplumun güçlü yurttaşlarındadır.

Oysa kent planlarını yapanlar planlarını yaparken tüm kentlilerin eşit kapasitede ve planlara eşit ölçüde saygılı oldukları varsayımı altında planlarını hazırlamaktadırlar. Eğer bir kentteki yurttaşların güçlüler ve güçsüzler diye ikiye ayrışarak, farklı davrandıkları biliniyorsa, planla ilgili kurumsal düzenlemeleri tasarlayanların ve planları hazırlayanların böyle bir fark yokmuş gibi davranmalarının olumsuz sonuçlarının neler olduğunu sorgulamamız ve bu konuda ulaşılacak farkındalıkların bizim kent planı yapma yaklaşımlarında ne tür değişiklikler yaratması gerektiği konusunda öneriler geliştirmemiz gerekmektedir.

Bu yazıda söz konusu amaçlara ulaşmak için dört aşamalı bir çözümleme yapacağız. Birinci aşamada, söz konusu problem bağlamında güçlü ve güçsüz yurttaş kategorilerinin nasıl tanımlanabileceğini tartışacağız. İkinci aşamada kent planlarının uygulanması açısından toplumun güçlü ve güçsüz kesimleri arasında bulunan tamamlayıcılık ilişkisini sergilemeye çalışacağız. Üçüncü aşamada bir kentte uygulanan planların, geleceğin özellikle siyasal güçlülerine, planın ihlali için nasıl bir fırsat/ortam birikimi sağladığı üzerinde duracağız. Dördüncü aşamada ise bir kentteki yurttaşların güçsüzler ve güçlüler diye ayrışmasının ve kentte güçlü olan kesimin plan dışına çıkarak yaptığı uygulamalardan üstün yarar sağlayabilmesi için, kentin güçsüz kesiminin planın uygulanmasının gerekli olduğunun farkına varmasının, kentin planlamasındaki katılımcı süreçlerde yaratacağı önemli değişiklikleri ele alacağız.

II. KENTLERDE KENT PLANLAMASININ UYGULANMASI BAKIMINDAN YURTTAŞLARI GÜÇLÜ OLANLAR VE GÜÇSÜZ OLANLAR DİYE İKİ AYRI KATEGORİYE NASIL AYIRABİLİRİZ?

Bu yazıda güçlü ve güçsüz yurttaş ayrımını o yerleşmede yapılmış olan kent planına karşı davranışlarına referansla yapıyoruz.

Güçsüzler kesimini yapılan planı değiştirmek için bir girişim içinde olmayan ve kentteki girişimlerini kent planlarına uygun olarak yapanlar oluşturmaktadır. Bu yurttaş grubu içinde bir kentte yaşayan değişik gruplar yer alır. Kentte arsa ve konut sahibi olmayanlar kent planına uymayan davranışlarda bulunma olanağına sahip değillerdir. Otomatikman güçsüzler grubunun üyesi olmaktadırlar. İmar planına uygun olarak yapılmış konut ve bina sahibi olanlar da bu grup içinde yer almaktadırlar. Bu gruptakiler olanaklarını plana uymamak için kullanmamışlardır. Arsa sahipleri olanlardan bu olanaklarını imar planlarına uygun olarak kullanacak olanlar da bu grubun içinde bulunmaktadır.

Güçlüler kesimini ise kentte varlıklarını imar planlarının öngördüğü meşruiyeti sağlamadan sürdürebilenlerden ve gelecekte böyle bir durumu gerçekleştirme girişimi içinde olanlardan oluşmaktadırlar. Bunlar konut ve arsa sahibi olan toplumun varlıklı kesimin, var olan imar haklarına razı olmayan, daha çoğunu isteyen bölümünden oluşmaktadır. Bu isteklerinin gerçekleştirilebilmesi için siyasetçiler ve bürokrasiyle kirli ilişkiler kurulması yoluna gitmektedirler. Güçlü kesim kentte varlığını kendilerinin istedikleri şekilde sürdürürken iki farklı bakımdan fırsatçılık davranışı içindedir. Hem gerçekleştirmek istedikleriyle, hem de bürokrasiyle/siyasi kadrolarla kurduğu ilişki biçimleriyle, meşruiyetin dışına çıkmış olurlar.

Türkiye'deki kentlerde imar düzeni dışında varlığını sürdüren bir başka kesim ise gecekondularda yaşayanlar olmuştur. Bu yerlerde yaşayanlar kentteki yurttaşların varlıklı kesiminden değillerdir. Onlar kentin düşük gelirli kesimindendir. Onları yapabilir/güçlü kesim içine sokan düşük standartlı ve her an siyasi otorite tarafından yıkılma riski altında olarak yaşayabilmeye razı olmalarıdır.

Bu yazının girişinde kent plancılarının yurttaşlar arasındaki farklılaşmayı öngörmeden, eşit atomistik bireyler oldukları varsayımı altında planları hazırladığını görmüştük. Şimdi kentlerde davranışı farklı iki grup bulunduğu noktasına gelmiş bulunuyoruz. Eğer bir kentte iki grup varsa, bu iki grubun varlığının kent planlamasına etkisini tartışabilmek için, öncelikle bu iki grubun ilişkisinin niteliğini araştırmak gerekir.

III. KENTLERDEKİ GÜÇLÜLER İLE GÜÇSÜZLERİN DAVRANIŞLARI ARASINDA FARKINDA OLUNMADAN NASIL BİR TAMAMLAYICILIK İLİŞKİSİ KURULUYOR?

İlk bakışta imar planının tanımladığı meşruiyet kalıplarına uyan, bizim burada güçsüzler dediğimiz, gerçekte topluma saygılı olan yurttaşlar, güçlülerin kentteki davranışlarını gördüklerinde, onların toplumun kurallarını tanımayarak, piyasa mekanizmasının olanaklarından yararlanarak, oluşan rantlara el koyması sonucu, fırsatçı bir şekilde zenginleşmelerine tepki duyarlar. Güçsüzler konum olarak güçlü olanlara karşıdırlar. Onlar, güçlülerin fırsatçılığına bilerek yardımcı olmazlar. Ellerinden gelirse bu fırsatçıları engellemeye çalışırlar. Oysa sistemin işleyiş biçimi dolayısıyla, onlar plana uyarak, farkında olmadan fırsatçıların emellerini gerçekleştirmesine yardımcı olmaktadırlar. Bu konuda ileride yeni öneriler geliştirebilmek için bu mekanizmayı açığa çıkarmak yerinde olacaktır.

Bu mekanizmayı açığa çıkarmak için bir düşünce deneyi yapalım. Bir kentin yapı yapma talebinin yüksek olduğu bir bölümünde bir kent parçasının parsellere ayrılmış olduğunu ve parsel sahiplerinin yapacakları binaların yapı yapma hakları bakımından serbest bırakıldığını varsayalım. Bu alanda yaşanacaklar konusunda bir senaryo geliştirilelim. Eğer her arsa sahibi kendi parselinde istediği yükseklikte bina yaparsa, bir süre sonra, her arsa sahibinin inşaat için harcadığı miktarı toplarsak çok yüksek bir meblağa ulaşırız. Ama geçen süre sonunda burası yaşanmaz hale geleceği için ulaşılan çevrenin değeri sıfıra yakın hale gelecektir. Hatta negatif bir değere ulaştığı da söylenebilir. Böyle bir ek yapmamın nedeni, arsayı yeniden kullanılabilir hale getirmek için bu binaları yıkmanın ve bu yıkım için belli bir ödeme yapmanın gerekecek olmasıdır.

Bu düşünce denemesi çok aydınlatıcıdır. Bu deneme bize kapitalist bir sistemde gayrimenkul yatırımlarının değerini koruyarak/artırarak kârlı hale gelebilmesi için bu yatırımların imar planı düzeni içinde kalması gerektiğini anlatıyor. Yazının bu bölümüne gelinceye kadar kurulan öyküde, toplumdaki güçsüzler grubu kent planını uyguladıkları için, kentin güçlü kesimine piyasada değer kaybına uğramadan plan dışına çıkarak fırsatçı değer artışları elde etme olanağı sağlamaktadır. Bu da ilginç bir durum ortaya çıkarmaktadır. Kentin plana saygılı yurttaşları, yurttaşlık görevlerini yerine getirdiklerinde, farkında olmadan, hiç sevmedikleri fırsatçı güçlü yurttaşların planı ihlal etmesinin karlı hale gelmesini sağlayan ortamı yaratmış olmaktadırlar. Çünkü, güçsüzler de plana uymasalar, ortaya çıkacak kentsel dokunun değeri çok düşeceği için planı ihlal edenler de el koyacakları bir değer artışı bulamayacaklardır.

Güçlü kesimlerin imar planı dışı uygulamalarının yapılması sadece onların topluma karşı yaptıkları bir emrivakiyle gerçekleşmemektedir. Bu emrivakileri kalıcı hale getirmek ve bir varlık transferini sağlamak için, ek adımların atılması gerekmektedir. Bu tamamlayıcı adımlar farklı şekilde atılmaktadır. Güçlü grupta yer alanların en varlıklıları, imar planı kararlarını aşarken hiç risk almak istememektedir. Bunun için ya parselleri için var olan imar haklarını plan değişikliği yaptırarak artırmak yolunu bulmaktadırlar. Ya da imar hakkı bulunmayan toprakları üzerinde parselasyon yaptırmakta ve imar hakkı verilmesini sağlamaktadırlar. Güçlü grubun bu kesimi daha inşaata başlamadan yüksek imar hakkı kullanmalarını yasallaştırmaktadırlar. Halkın deyimiyle işini kitabına uydurmakta ve risk almamış olmaktadırlar. Her kentte artan nüfus kentin toprakları üzerindeki rant konisini artırmaktadır. Kentteki bu fırsatçı güçlü kesimler kent toprakları üzerindeki imar haklarını toplumun planlarda öngördüğünün üzerine çıkararak kent üzerinde oluşan rant konisinden kendi arsalarına düşecek payı çok yükseltebilme olanağını elde etmektedirler. Güçlü arsa sahiplerinin böyle bir değer artışına el koyabilmesi için bu kararların ilgili siyasal otorite ve ilgili bürokrasi tarafından geliştirilerek yasal hale getirilmesi gerekmektedir. Bu kararlarla az sayıdaki arsa sahibinin gerçekleştirmesine olanak verilen bu büyük değer artışının sadece arsa sahiplerinin elinde kalacağını varsaymak çok ikna edici görünmemektedir. Bu konuda kuşku duyanlar, bu yüksek değer artışlarının, ilgili siyasetçiler ya da bürokrasi arasında, kamuoyundan gizli kalacak şekilde, yeniden dağıtıldığını düşünmektedir. Böyle gizli kalan bir bölüşme mekanizmasının kurulmuş olması güçlü kesimin riskini ortadan kaldırmakta, yaptıkları operasyonları kolaylaştırmaktadır.

Plan dışı davranış gösterenlerin ikinci grubunu oluşturan düşük gelirli grupların kalıcılaşmasını sağlayan tamamlayıcı bir başka mekanizma af kanunları olmaktadır. Bunun gerçekleşmesi için siyasal otoritelerin af kanunları çıkarması gerekmektedir. Siyasal otoritelerin bu adımı atmaları gizli kapılar altında olmamakta, kamu alanında herkese duyurularak yapılmaktadır. Bu adımı atan siyasetçinin beklentisi maddi değildir. Onun beklentisi seçimde affedilen bina sahiplerinden alacağı oyu artırmaktır.

Bu yazıda bir kent planının nasıl yapılması gerektiğini tartışmamız içine katmadık. Sadece yapacağımız planların toplumu daha bağlayıcı hale gelmesini sağlayabilecek öneriler geliştirebilmek için, yapılmış bir planın yeterliliğini ya da yetersizliğini tartışma konusu yapmadan, uygulamada bu planın aşılmasının toplum içinde yerleşik mekanizmalarını açık hale getirmeye çalıştık.

IV. BİR KENTİN PLANININ UYGULANMASINDA SEÇİMLERLE GELEN SİYASAL OTORİTELERİN MÜTESELSİL SORUMLULUĞU ÜZERİNE

Güçlüler kategorisi içinde siyasi otoritelerin özel bir konumu vardır. Onların kent planlarıyla ilişkileri mülk sahiplerinden farklıdır. Maddi çıkarların dışında da beklentileri bulunmaktadır. Tabii bir siyasetçisinin kentsel mülk sahibi olarak, yetkilerini kötüye kullanmaktan doğan maddi çıkarları olabilecektir. Ama bu bölümdeki çözümlemelerimizde bizi ilgilendiren dolaylı yollarla oluşan bu maddi çıkarlar değildir. Bunların dışındaki, siyasetçinin kent planlaması konusunda sahibi olduğu yetkilerini kullanması yoluyla siyasal gücünü artırmasına ilişkin beklentileridir.

Siyasal otoritenin siyasal güç oluşturmak bakımından iki tür beklentisi olduğu gözlenmektedir. Bunlardan birincisi yerel siyasal otoritenin başarılı bir kent planlaması yapılmasını ve adil olarak uygulanmasını sağlayarak, siyasal desteğini -ve dolayısıyla oyunu- artırarak, siyasal gücünü pekiştirmek istemesidir. İlk ve temel beklenti bu olmalıdır. Ama bir yerellikteki iktidar, merkezdeki iktidar ile aynı siyasal parti elinde değilse, bu yerelliğin kamu alanında yerel ve merkezi yönetimlerin siyasal otoriteleri birbirleriyle yarışma içine girmektedirler. Bu yolla birbirinin desteği değil, engeli olma niteliğini kazanabilmektedirler. Günümüz Türkiye'sinde merkezi hükümetler, yerel yönetimlerle müzakere etmeden, emrivaki uygulamalar içine girmektedirler. Böylece merkezi yönetim yerel yönetimlerin yerleşme planlarını uygulanamaz kılan güçlülerin en önde geleni olma niteliğini kazanmaktadır.

Kent planlarının yapılma perspektifleriyle, siyasal otoritelerin seçim sonrasında elde ettikleri yetki süreleri arasında, her iki olgunun doğalarına bağlı bir uyumsuzluk bulunmaktadır. Kent planları 20 yıllık bir perspektif için hazırlanmaktadır. Oysa siyasal otoritelerin seçimler sonrasında elde ettikleri yetki süresi 5 yıldır. Eğer her seçimde yeni bir belediye başkanı gelerek, planı kendi iyi ve doğrularına göre tadil etmek isterse, söz konusu planın uygulanması olanaksız hale gelecektir. Dört belediye başkanının seçim süresini kapsayan bir kent planının uygulanabilmesi için dört belediye başkanının müteselsil sorumluluk taşıması gerekmektedir. Bu sorumluğun mantığının nasıl kurulabileceğini burada sorgulamamız yerinde dolur.

Denilebilir ki, dört seçimi dört ayrı parti kazandıysa, her biri ayrı siyasal programa sahipse, bu plana müdahale etmekte kendilerinde hak göreceklerdir. Demek ki bu düşünce biçiminde bir yanlışlık bulunmaktadır. Planın meşruiyetinin yerel yönetimin siyasal otoritesince hazırlatılmasından ve onun evet demesinden değil, planın halkın katılımıyla ve onun benimsemesinden, onun temsilcilerinin onaylamasından kaynaklandığının bilinmesi gerekmektedir. Planın meşruiyetine böyle yaklaşılırsa ve o meşruiyet böyle sağlanırsa, dört ayrı belediye başkanı da bu plana saygı duyacak ve başkanların plana karşı müteselsil sorumluluğu gerçekleştirilmiş olacaktır.

Geliştirdiğimiz bu mantığın yanlış bir kanıya yol açmaması için vurgulamak gerekiyor. Planları değişmez tabular gibi kabul etmemek gerekir. Sürekli değişen bir dünyada yirmi yıl önce yapılan bir planın değişmeden uygulanmasını savunmak mümkün değildir. Planlar değişecektir. Ama sorun bu değişikliğin nasıl gerçekleştirileceğindedir. Eğer plan değişiklikleri de planların hazırlanmasında olduğu gibi şeffaf ve katılımcılığa açık şekilde gerçekleştirilirse bir sorun kalmayacaktır. Ama bu değişiklikler kapalı kapılar ardında, topluma emrivaki halinde gerçekleştirilirse, bu fırsatçıların yararlandığı, kötü kokular gelen bir operasyon olacaktır.

Birbiri arkasından gelen dört yerel yönetimin siyasal otoritelerinden ilk üçünün halkın oydaşmasıyla oluşmuş kent planlarına saygı duyarak uyguladığını, dördüncü siyasal otoritenin ise bu planda kendi tercihlerine göre değişiklikler yapma eğiliminde olduğunu düşünelim. Bu halde, ilk üç siyasal otorite bir müteselsil sorumluluk anlayışıyla yaptıklarıyla dördüncüsünün yaptığı ihlalin sonuçlarının çok daha büyük olması için uygun bir ortam hazırlamış olmaktadırlar.

Bunun en ilginç örneklerinden biri Ankara'da yaşandı. Cumhuriyetin Ankara Projesinin en önemli ögelerinden biri Atatürk Orman Çiftliği idi. Atatürk'ün kurduğu bu çiftlik kentin hem beslenmesine, hem de yaşam kalitesine önemli katkılarda bulunuyor ve Ankara'nın öyküsünün en etkileyici parçalarından birini oluşturuyordu. Öte yandan büyüyen Ankara kentinin batıya yayılması sırasında AOÇ toprakları üzerinde yapılaşma talepleri doğuyordu. Siyasi otoriteler bu talepler karşısında direnmekte zorlanınca, 1950'li yıllarda, bu alandaki yerlerin kentsel kullanıma açılabilmesi için özel kanunlar çıkarılması zorunluluğu doğdu. Bu zorunluluğa rağmen AOÇ sahalarının bina yapımına açılması tamamen engellenemedi. Kanun çıkarma zorunluluğu imara açılma hızını yavaşlatmış, önemli ölçüde bir koruma sağlamıştır. Ama bu koruma daha sonra iktidara gelecek bir siyasal otoritenin kullanabileceği bir fırsat oluşturmuştur. Ve nihayet, bu alanda imar yasalarının dışında kalan bir şekilde Cumhurbaşkanlığı Külliyesi gerçekleştirilmiştir. Bir anlamda geçmişte gösterilen koruma çabaları, daha sonra iktidara gelen güçlü bir otoritenin ihlaline hazırlamanın dışında bir sonuç yaratamamıştır.

Bu noktaya kadar yaptığımız çözümlemelerde, kentlerde tek bir imar planının bulunduğu, siyasi otoritelerin de ilişkilerini bu plana göre geliştirdikleri var sayılmıştı. İstanbul'da son on yılda yaşananlar bu varsayımın yetersiz olduğu konusunda bir kuşku yaratmıştır. AKP hükümeti ve AKP'li Büyükşehir Belediyesi İstanbul Planlama Merkezi'ni (İPM) kurarak, önemli miktarda teknik insan gücünü harekete geçirip kaynak da ayırarak İstanbul Büyükşehri için bir çevre düzeni planı ve kentin tümü için 1/5000 ölçekli nazım imar planlarının hazırlanmasını sağladı. Bu Türkiye koşullarında gerçekleştirilmiş olağanüstü bir başarıydı. Bu planın uygulanması konusunda beklentilerin yüksek olduğu günlerde ülkenin başbakanı arka arkaya bu planda bulunmayan mega projeleri ilan ederek uygulamaya koydu. Bu şaşırtıcı bir durumdu: İktidarda olan siyasal parti, önemli fedakarlıklarla kendinin ürettiği kent planına, kendi iktidarının uymayacağını ilan ediyordu. O iktidar eğer önem verdiği mega projeleri varsa, bu projeleri imar planını hazırlayanlarla müzakere ederek plan içinde yer almasını sağlayabilirdi. Oysa iktidar normal olarak görülebilecek bu yolu izlememiş, kendisinin hazırlanmasını sağladığı planı ihlal edeceğini ilan etmeyi tercih etmiştir. Tabii ki bu açıklanması gereken bir durum yaratmıştır. Türkiye'de bu normal olmayan yolun izlenmesi konusunda, toplumda destek bulan başlıca açıklama, başbakanın bu yolu kendisinin toplumda MUKTEDİR imajını pekiştirmek için kullandığı olmuştur. Bu tür yaklaşımların giderek ona tek adam olma yolunu açtığına inanılmaya başlamıştır.

İstanbul'da İPM'nin yaptığı planları toplumun güçsüz kesimleri uygulamaya devam etmektedir. Şimdiye kadar yaptığımız çözümleme de üzerinde durduğumuz üzere, kentin güçlüleri yine bu planın dışına çıkma mekanizmalarını kullanarak, maddi çıkarlarını yükseltmeye çalışma davranışlarını sürdürmektedir. Ama İstanbul'daki kentsel rantların oluşturulmasını ve bu rantların hangi mülk sahiplerinin mülkleri üzerine çökeltileceğini açıklamakta kent planı, kentin güçlüleri ve kentin güçsüzleri kavramlarını kullanarak yapılan çözümlemelerde yetersiz kalmaktadır. Bunun nedeni İstanbul'da İPM'nin yaptığı planın dışında, geçmesi gereken yasal aşamalardan geçmemiş zımmi/gizil bir tür planın bulunmasıdır. İstanbul'da tek bir planın değil, gizil ikinci bir planın varlığının kabulü, yapılacak çözümlemelerde yeni farkındalıklara ulaşılmasına olanak sağlar. Bu planın İstanbul özelinde ülkenin tek adamının belirlediği mega projelerin toplamından oluştuğunu düşünüyorum. Bu planın her bir ögesi çok önemli/büyük projeler yaftasıyla, siyasi otorite tarafından toplumdaki önemli bir sorunu çözeceği iddiasıyla birlikte, emrivaki olarak, toplumla müzakere edilmeden tepeden inme sunulmaktadır. Böyle bir zımmi planın varlığı İstanbul Büyükşehir mekanı üzerindeki rant oluşumunu ve bu rantların hangi kent arsaları üzerine çöküleceği olgusunu çok değiştirecektir. İPM planının yapılmış olmasının İstanbul'da gayrimenkul piyasasının oluşumunda yarattığı beklentiler kentin rant yüzeylerinde büyük sıçramalar yaratmamıştır. Bu rantlar kentin gelişme tarihi içinde büyük çalkantılar yaratmadan gerçekleşecektir. Oysa mega projelerin oluşturduğu bu gizil plan, kentin rant yüzeylerinin oluşumunda çok büyük sıçrayışlar yaratmaktadır. Bu olağanüstü rant değerlerinin hangi gayrimenkullere çökeceğini kentte yaşayanların kentin gelişme eğilimlerine bakarak tahmin etmesi olanaksızdır. Mega projelerden oluşan bu zımmi planın kentin hangi yörelerinde rant çökeltmesi yapacağını kestirebilmek için bu mega projeler konusunda içten ön bilgi alması gerekmektedir. Bu tür bilgileri elde edebilenler bu bilgilerden yararlanarak uygun yerlerde toprak aldıklarında çok büyük kazanç elde edebilme olanağına kavuşmaktadırlar. Bu bilgiyi elde edenler kendi arsaları bulunmasa bile artık kendilerini kentin güçlüleri arasında bulmaktadırlar. Bu bilgi doğrultusunda arsa elde ederek, bu bilgiyi maddi kaynak haline dönüştürebilecektir. Böyle bir zımmi planın varlığı kentin oluşturduğu rantların toplumdaki yeniden dağıtım sürecini değiştirmektedir. Bu yeniden dağıtım süreci içinde siyasal güç sahiplerinin ne kadar pay sahibi oldukları konusunda görgül bir bilgiye sahip değiliz.

V. KENTLERDE OLUŞAN RANT GELİRLERİNİN BÖLÜŞÜLME DİNAMİĞİ KONUSUNDA ARTAN FARKLILIKLAR KENT PLANI YAPIM SÜRECİNDE NE TÜR DEĞİŞİKLİKLER YAPILMASINI GEREKTİRİYOR?

Bu son bölüme gelinceye kadar kent planlarına uymama dinamiğini yaratan temel faktörlerin kentlerin büyümesiyle ortaya çıkan arsa değerlerindeki artıştan büyük pay alma çabası olduğunu gördük. Bu değer artışı kentin nüfus artışı tarafından yaratılmaktadır. Günümüz Türkiye'sinde arsa sahibi, oluşumuna hiçbir katkı yapmadığı bu değer artışına büyük ölçüde el koymaktadır. Bu beklentinin bulunması ise hazırlanan planlar üzerinde olumsuz bir baskı yaratmaktadır. Yapılacak planların nasıl olması gerektiği konusunda önerilerimi sıralamadan önce, planlar üzerindeki olumsuz baskıları ortadan kaldıracak öneriler geliştireceğim. Aslında bu öneri bilinen bir şeydir, bazı ülkelerde yaygın olarak kullanılmaktadır. Temelde arsa sahiplerinin hakları olmadan el koydukları değer artışlarını vergilendirerek, bu değer artışlarının kamuya nakledilmesi önerilmektedir. Bu öneri uygulandığında bir yandan planların ihlali konusundaki baskı azaltılırken, öte yandan yönetimlere planın uygulanmasında kullanılabileceği bir kaynak sağlanmış olmaktadır. Böylece yapılacak yeni planın hazırlanması ve uygulanması için uygun bir ortam yaratılmış olmaktadır.

Bir kent planının nasıl yapılacağını ve kararlara nasıl ulaşılacağını büyük ölçüde siyasal rejimin niteliği belirlemektedir. Burada demokratik bir rejim içinde kentlerin planlarının yapılması sorunu ele alınacaktır. Günümüz dünyasında yaygın olan demokratik rejim pratikleri temsili demokrasi varsayımları üzerinden geliştirilmiştir. Temsili demokrasinin sağladığı meşruiyet mekanizmaları içinde üretilen plan kararları önemli demokrasi açıkları yaratmaktadır. Eğer demokrasi açığı yaratmayan bir yönetişim kurulmak isteniliyorsa, temsili demokrasi sisteminin mekanizmalarını katılımcı demokrasi mekanizmalarıyla tamamlamak/geliştirmek gerekmektedir. Burada önerilen de katılımcı planlama sürecidir. Böyle bir sürecin kabul edilmesi plancıdan beklentilerin ve plan üzerinde konuşma/müzakere biçimlerinin değişmesi demektir. Artık elitist bir planlama tutumu söz konusu değildir. Plancı bir teknisyenden çok, kentin halkıyla güçlü ilişkiler içinde olan, onları kamu alanındaki müzakerelerle harekete geçiren, yönlendiren, halkın yüksek güven duyduğu bir kişidir. Böyle bir süreç sonrasında elde edilen kent planının sonuçlarını plancılar kendilerinin geçmişteki elitist yargılarına göre eleştiremezler. Artık bu tür ön yargılara dayanılamaz. Katılım sürecini başlatan plancı elde edilen sonuca razı olacaktır. Eleştirisini ancak katılımcı sürecin çalışmasına ilişkin eksiklikler ve yanlışlıklar üzerine yöneltmek durumundadır. Katılımcı süreçlerle plan hazırlamaya girişenler, daha başlangıçta, ortaya çıkacak yeni planların, eski yollarla elde edilecek planlardan farklı olacağının bilincinde olmalıdırlar.

Türkiye'de merkezdeki siyasetçiler ve bürokratik örgütler vesayetçi bir tutum içinde yerel yönetimlerin iradesini ciddiye almamaktadırlar. Kendilerine verilen oylara saygı duyulmasını istemekte ve bu oyların sağladığı meşruiyete dayanarak birçok karar vermekte ve onlara uyulmasını istemektedirler. Ve aynı zamanda yerel yönetimlerin başındaki siyasetçilere verilen oylara saygı duymamakta, onlarla müzakere etmeden o yerelliğe emrivaki şekilde kararlar vermekte ve o yerellikte uygulamaktadırlar. Merkezi hükümet yerelliklerin planlarının bağlayıcılığına saygı duymamaktadır. Böyle bir sistemin demokratik olarak nitelendirilmesi olanaksızdır. Bu uygulamalarla büyük demokrasi açıkları yaratılmaktadır. Bir sistemin demokratik sayılabilmesi için üstte verilen kararın yereli bağlayacağını ve yerelin mutlaka ona uyması gerektiği anlayışının terk edilmesi gerekmektedir. Tabii merkez ve yerelin kararlarının uygulamalarının uyum içinde olması istenmektedir. Bunun yolu ise iki tarafın da benimsediği müzakere edilmiş bir uzlaşmanın üretilebilmiş olmasıdır. Eğer tek yönlü emir komuta mantığı kırılabilirse, bu yolla, hem uyum sağlanmış hem de demokrasi açığı yaratılmamış olacaktır.

Günümüz Türkiye'sinde kent planlaması düzeyiyle uygulama düzeyini bağlayan imar yönetmeliği düzeyinde şaşırtıcı bir uygulama sürmektedir. Her kent için hazırlanan planın paralelindeki bir kimliğin gerçekleştirebilmesi, o toplumsal yapının yaşam biçimiyle tutarlı olabilmesi için, ayrı bir imar yönetmeliğinin hazırlanması gerekmektedir. Oysa Türkiye'de tüm kentlerde tek bir imar yönetmeliği uygulanmaktadır. Bu Türkiye'de kentlerin büyüyen kesimlerinde kimlikli gelişmelerin gerçekleşmesine olanak vermemektedir. Bu da Türkiye'de bir kentin kimlik iddiasında bulunabilmesini tarihi dokularının korunmasıyla sınırlayıcı bir hale getirmektedir. Tüm kentlerde tek tip bir imar yönetmeliği kullanılması kentlilerin kent planı yapma özgürlüğünün ellerinden alınması anlamına gelmektedir. Büyük bir demokrasi açığı yaratılmaktadır.

Günümüz dünyasında kent planlamasından beklenenler de artık önemli ölçüde değişmiştir. Artık kent planlamasından beklenen kapalı bir sistemin gerçekleştirilmesi değildir. Kent planlarından kentin sürekli belli performans standartlarını gerçekleştirerek, yeni olana açık kalarak stratejik hedeflerini gerçekleştirerek büyümesini sağlaması beklenmektedir. Kapalı sistemi gerçekleştirecek bir plandan böyle açık bir planlama sistemine geçebilmek sadece kavramsal düzeydeki değişikliklerle olmaz. Açık bir planlama sistemi, imarın kurumsal yapısında ve kentteki imar ahlakında köktenci değişiklikler gerektirmektedir. Bu nedenle bu yazıda bu konuda daha derinlemesine bir tartışmaya girilmeyerek, sadece konuya değinmekle yetinilmektedir.

Kent planlama ve yurttaşlık ilişkisini çok yönlü şekilde deşerek tartıştığım yazının son paragrafına gelmiş bulunuyoruz. Son paragrafta demokrasi açığı yaratmayan bir yönetişimin, katılımcı süreçlerle geliştirmeye çalıştığı planlarda başarılı sonuçlar elde edilmesinin dayandığı yurttaş kabulü üzerinde duracağım. Diktatöryel, totaliter, otokratik rejimlerin yurttaşlardan beklentisi itaatkâr, pasif yurttaş iken, katılımcı süreçlerle demokrasi açığı yaratmayan bir kent planı elde etmeye çalışan yönetişimin beklentisi aktif yurttaştır. Avrupa Birliği'nin bir aktif yurttaşlık şartı bulunmaktadır. Bu şarta göre bireyler "Bağımsız Yurttaş Örgütleri (BYÖ)" aracılığıyla kamusal yaşama aktif şekilde katılma hakkına sahiptirler. Sivil katılımla, temel hakların korunmasına ve demokrasinin güçlenmesine katkıda bulunmaktadırlar. Savunuculuk faaliyetleri yoluyla ortak kamu mallarının korunması, hizmet verilmesi ve yurttaşların güçlenmesi için çalışmaktadırlar. Demokratik yapıyı kullanarak, kar amacı gütmeden kamu yararı için faaliyet gösterirler. Avrupa Şartı aktif yurttaşların örgütlü çalışmalarının çerçevesini vermektedir. Ama aktif yurttaşı birey düzeyinde de tanıtmamız gerekmektedir. Birey düzeyinde aktif yurttaş kendi geleceğine müdahil olma bilincine ulaşmış bir kişidir. Kamusal alana çıkan, yaşadığı komüniteye bağlılık duyarak, diğer yurttaşlarını seven, onlara saygı duyarak, onlarla diyalog içinde diğerkâm olan, katılımcı rolleri severek yüklenen bireylerdir. Günümüz dünyasında insanların onurlu yaşam hakkını gerçekleştirebilmesinin ön koşulu olarak, aktif yurttaşların bu niteliklerine sahip olmalarının gerektiğini söyleyebiliriz. Eğer biz yaşam kalitemizi yükseltmek istiyorsak, bunun yolunun susup oturmaktan geçmediğinin, bir aktif yurttaşa dönüşmekten geçtiğinin farkına varmalıyız. Siyasetçilerin de yurttaşı artık salt bir seçmen olarak göremeyeceklerinin, onun bir kamusal özne olduğunun farkına varmaları gerekmektedir. Aktif yurttaşlığın yaygınlaştığı bir kentte güçlülerin planları aşarak etkinlik gösterme alanları büyük ölçüde sınırlandırılmış olacaktır.