Yalnızlık nedir? Basit bir soru gibi gelebilir ilk anda ama yanıtları tam tersine, çok karmaşık ve değişken. Çünkü insan, söz konusu olan. Sonsuz bir zaman boşluğunda yaşadıkça değişen, değiştikçe hayatına yeni anlamlar üreten bir canlıdan söz ediyoruz. Yalnızlık kavramının evrensel bir boyutu olsa da geçmiş yüzyıllarda tanımı başkaydı, günümüzde daha başka. Tek başına gökyüzüne, engin denize, sonsuz kırlara, aşılmaz dağlara bakıp içinde filizlenen o tuhaf duyguyu besleyen, ne olduğunu ve ne olacağını bilemezlikti kuşkusuz. Zihninde büyüyen boşluğu ve korkuyu Tanrı fikri ile doldurmakta gecikmemişti. Bugünse sonsuzluk içindeki bir başınalığımızı biliyor ve kabulleniyoruz, bundan beslenmiyor artık o duygu. Daha başka kaynakları var ruhumuzu saran yalnızlık hissinin. Sosyal medya ve dijital çevrelenme diyen de var buna, kentlerin beslediği tek başınalık korkusu da birey olmanın zorunlu tercihleri diyen de.
Öte yandan, yalnızlık duygusunun gerçekte olmadığını, bunun başka hislerin gelip geçici karmaşası ve ruhumuzda yarattığı kaos olduğunu söyleyen de var. Cahit Külebi de öyle düşünüyordu örneğin. Ankara’da, Cebeci Köprüsü’nden insanları seyrederken kendine bakmış ve “Ben yalnızlığı/ Gökte uçar gördüm / Ben yalnızlığı / Garip, naçar gördüm / Ben yalnızlığı/ Gelir geçer gördüm” demişti.
Gerçekten de insan saf yalnızlık içinde olabilir mi emin değilim. Tezer Özlü “İnsanın kendi dünyası dışında yaşayacağı bir dünya yoktur. İnsanın başkalarına söyledikleri kendi duymak istedikleridir. Yazdıkları, okumak istedikleridir. Sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir” derken yalnızlığa vurgu yapmıştı ama insan kendine ayna tutamaz mı? Kendi içinde yolculuğa çıkıp kendisiyle konuşamaz mı? Şimdilerde “yurdundan yalnız” olan Can Dündar da Yârim Haziran adlı yapıtında şöyle diyordu:
“Hiç düşündünüz mü orijinal kişiliklerinizden kaç kopya çıkarılabileceğini? Kaç farklı hayatı bir arada yaşadığınızın farkında mısınız? İstemeden yaptıklarınız, isteyip yapamadıklarınız, gündüz yapıp gece pişman olduklarınızla nasıl çaresizce başka dünyalara doğru kanat çırpmaya çabaladığınızı fark ediyor musunuz (…) Sınırlı bir hayatı çabucak tüketmek için dörtnala koşturup dururken, bir an olsun durup geride kaç farklı ayak izi bıraktığınıza dikkat ediyor musunuz?”
Bun görüşü devam ettirebiliriz: Yaşadığımız o farklı hayatların toplamı biz değil miyiz aslında? Cesare Pavese’nin iç dünyamıza yönelik bir tanımlaması vardır: “İnsan hiçbir zaman büsbütün yalnız değildir dünyada. En kötü durumda, bir çocuğu, bir delikanlıyı ve zamanla olgun bir adamı, yani kendisinin eski bir halini bulur yanında.” Can Dündar’ın “kaç farklı hayat” diye işaret ettiği belki de içimizdekilerdir. Çocukluğumuz, ergenliğimiz, ilkgençliğimiz, yetişkinliğimiz, yaşımız kemâle ermişse olgunluğumuz… Hiç kimse yoksa, onlar var; anılarla, mektuplarla, fotoğraflarla, en güzeli de elbette o günlerimize tanık olanlarla… Dostoyevski Beyaz Geceler’de “Yıllar geçecek, arkasından hüzünlü yalnızlık gelecek, bastonlu titrek ihtiyarlık günleri gelecek, onların arkasından da keder ve bezginlik, can sıkıntısı” dese bile, içimizdeki öteki benler bizi bırakır mı hiç?
Yalnızlık kavramına Türk Dil Kurumu’nun bir uygulamasından geldim aslında. Yılın kelimesini seçmek istemişler. Birkaç seçenek sunulmuş oylamaya: “kalabalık yalnızlık”, “merhamet”, “yabancılaşma”, “algoritma”, “yozlaşma”, “yapay zekâ” ve “dijital yorgunluk.” TDK uzmanları farkında mı yoksa toplumsal bilinçaltının bir yansıması mı bilinmez, seçilen sözcükler aslında birbiriyle ilişkili kavramlar. Oylama sonucunda “kalabalık yalnızlık” yılın kelimesi seçilmiş. Ben de olsam oyumu buna verirdim, çünkü kalabalık yalnızlık yabancılaşmayı da içerir bir kıyısından, dijital yorgunluğu da, artık kendisiyle enine boyuna sohbet edilebilen yapay zekâyı da, hayatın tuhaf algoritmasını da…
Baş döndürücü bir hızla değişen ve çevremizi dijitalleşmeyle saran yeni hayat biçimi doğrusu bizi pek yalnız bırakmıyor, inanılmaz bir kuşatmayla zihnimizi de ruhumuzu da yoruyor. İstemesek de her yere izimizi bırakarak yaşayıp gidiyoruz. Kim bilir belki ileride buna yalnızlığımızın ayak izi adını vereceklerdir.
İbrahim Dizman kimdir? 1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi. 1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı. İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi. Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor. Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı. Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. Kitaplarından bazıları: Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020 Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018 Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016 Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016 30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010 Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007 Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006 Belgesel filmleri: Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010 Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012 Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016 Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018 Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020 |