İbrahim Dizman

19 Ocak 2025

Sakla onları, bir gün Türkiye’ye verirsin

Henüz 61 yaşındayken o dönem enternasyonalizmin kalbi sayılan Moskova’da hayata veda eden Nâzım Hikmet; ışıklı bir yıldız gibi dilimizin ve edebiyatımızın göğünden akıp geçti. Sakla ve Türkiye’ye ver, dediği şiirlerindeki enerji, duygu yaşıyor. İyi ki…

Üç gün önce Nazım Hikmet’in doğum günüydü. Çok yerde etkinliklerle kutlandı; çeşitli programlar düzenlendi. Bugünleri görseydi… Sevdiğimiz, yaşamasını çok istediğimiz, yaşamasa bile onu ne denli sevdiğimizi bilmesini arzu ettiğimiz kişiler için çok kullanırız bunu: Bugünleri görseydi… Yapıtları bu dil var oldukça yaşayacak, bunu biliyoruz ama yurt özlemiyle hayata veda eden Nâzım Hikmet, adının çevresinde yapılan bitip tükenmez tartışmaların ardından artık her kesimden genel kabul gördüğünü bilebilseydi; şiirlerinin bestelendiğini, yurdun dört bir yanında yankılandığını, kitaplarının sürekli yeni baskılarla her kuşağa ulaştığını, dizelerinin saklı gizli değil, meydanlarda seslendirildiğini bilebilseydi…

Nâzım Hikmet’in yalnızca yapıtları değil hayatı da bir roman gibi; soluk soluğa izlenen bir film gibi. Hayat romanının son sayfalarını, filminin son sahnelerini hissetmiş ve ona göre yaşamış biri o üstelik. O yüzden “bugünleri görebilseydi” derken kendi hayatına bakışı önem kazanıyor. Onun şiirlerini ezberlemenin, gerektiği yerde dizelerini art arda eklemenin nasıl coşkulu bir duygu olduğunu bilir benim kuşağım. Ancak hayatını çok iyi bildiğimiz söylenemezdi. Yurt özlemiyle yanıp tutuşan şiirlerini, vasiyet gibi dizelerini okurken onun kendi hayatını nasıl değerlendirdiğini hep merak ederdim. Bu merakımı, nedense çok yaygınlaşmamış bir kitapla büyük oranda gidermiştim yıllar önce. Eşi Vera Tulyakova Hikmet, onun ölümünün ardından bir kitap yazmıştı: “Nâzım’la Söyleşi” Cem Yayınevi’nden 1989’da Ataol Behramoğlu çevirisiyle çıkan kitap, büyük şairin son yıllarını anlatır. Doğum gününü kutladığımız şu günlerde, hayatının son döneminde kendin hayatına nasıl baktığını anlayabilmek, onun şiirlerinin arka planındaki duyguları hissetmek için de gerekli.

Nâzım Hikmet, hastalığı nedeniyle çok yaşamayacağını bilmekteydi, Vera’ya göre. Zaman zaman ölüm ve ölümsüzlük üzerine konuşmuş eşiyle: “Ani ölüm korkunç bir ihanete uğrayıştır, sırtından hançerlenmek gibi bir şeydir. Anlıyor musun? Ölmekte olduğumu bilmeliyim, bilmek isterim. O zaman, şimdi ve tüm yaşamımda söyleyemediğim şeyleri yaparım. Çok önemli bu. O zaman her şey değişir. İnsan hem kendisi hem başkasıdır artık.” Gelecek zamanı işaret etse de bilmektedir aslında; söyleyemediği şeyleri söylemeye başlar o son yılında. Kendi ölümünü ve ardından yaşanacakları betimler karısına: “Kendi ölümümü, tabii, çok açık seçik görüyorum (…) Nedense insanlar daha çok sabaha doğru ayrılırlar yaşamdan. Sana telefon edecekler. Kendini koyverme, hemen Yazarlar Birliğine telefon et. Onlar her şeyi yapacak, yardım edeceklerdir sana.” Uzun uzun anlatır. Kimlerin çelenk gönderebileceğini, hangi ülkelerin ve kuruluşların telgraf çekebileceğini… Sonrası ise geleceğe yönelik duygulu bir istektir. O telgrafları saklamasını ister Vera’dan: “Sakla onları, bir gün Türkiye’ye verirsin. Eninde sonunda, bana ilişkin her şeyi bilmek isteyecekleri bir zaman gelecektir. Belli çevrelerin nefreti, politikacıların budalalığı, hatta kimi yazarların kıskançlıkları geçecek, anlamsızlaşacaktır. Ama çok zaman gerek buna, cancağızım.”

Bir süre sonra da Vera’ya bütün şiirlerini onun için banda alacağını, yaşamının sesinin onda kalmasını istediğini söyler. Bu isteğin arka planında bambaşka bir arzunun olduğunu anlamakta gecikmeyiz Vera’nın kitabını okurken: “Sonra Türkiye’ye de ver bu sesi. Bizim barışmamız ölümümden sonra olacak. Ülkeme dönmek için ölmek zorundayım.”

İçinde uç veren pişmanlıklar, siyasal yaşamında sapasağlam duran, cezaevlerinde ömür tüketmeyi göze alan, bir dize için yıllarını hücrede geçirmeye razı olan bir devrimcinin romantik-duygusal yanını da gösterir: “Ülkemden ayrılmakla hata ettim. Dağlara çıkmak ve çetecilik yapmak gerekirdi. Halkının geleceği için mücadele eden insanın halkıyla can bir bağ içinde olması gerekir. Bugün gerçekçi olan tek yol budur. Öldürülürdük. Fakat ne çıkar bundan? Birkaç yüz şiir daha az yazılmış, ne önemi var bunun.” Kuşkusuz çok önemi vardı; o şiirler insanların kalbinden, zihnine, mücadele azminden aşklarına uzanıp giden bir ırmağa dönüştü. Birkaç yüz şiirin olmamasının önemsiz olduğunu duygusallıkla söylese de elbette geleceğe kalacağını iyi bilir, derinden hisseder içinde. Bedeninin yok olacağını bilir ama hiç değilse şiirlerinin, fikirlerinin yaşamasını ister haklı olarak. “Ölümsüzlük? Nasıl bir şey olmalı o?” diye sorar karısına. Onun hayatı sorgulayışını iyi bilen Vera, şöyle aktarıyor o günkü sohbetlerini: “Biliyorum düşünüyordun onu. Nizami’nin mozolesindeki izlenimler defterine yazdıklarını anımsıyor musun? ‘Nizami ölümsüzlüğün gizini çözmemizi öğretti bize.’ Bir türlü açıklamasını bulamayıp ne çok sorardın bana, dâhilerin devce enerjisinin nereye gittiğini. Şöyle derdin: ‘Marx öldü, Lenin öldü. Bunu anlıyorum. Vücut çalışmaz oldu artık. Fakat ya beyin enerjisi, o nerede? Acaba tüm bunlar, sıradan bir kimyasal tepkime yoluyla, basitçe yok olup gittiler mi? Materyalist olarak buna inanıyorum ama şair olarak inanamıyorum.”

Nâzım Hikmet’in, şu günlerde doğum günü kutlanıyor, şiirleri her yerde okunuyor, yaşamı ve mücadelesi üzerine yazılıp çiziliyor. 123 yıl önce Osmanlı’nın ruhunu taşıyan en güzel kentlerden Selanik’te doğan ve henüz 61 yaşındayken o dönem enternasyonalizmin kalbi sayılan Moskova’da hayata veda eden Nâzım Hikmet; ışıklı bir yıldız gibi dilimizin ve edebiyatımızın göğünden akıp geçti. Sakla ve Türkiye’ye ver, dediği şiirlerindeki enerji, duygu yaşıyor. İyi ki…

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020