Halit Refiğ'in yönetmenliğini yaptığı Gurbet Kuşları filmi, İstanbul'da biten bir tren yolculuğu ile açılır. Haydarpaşa Garı'nda önce baba iner kompartımandan, sonra sırayla aile bireyleri. Adlarını bir bir söyler ve sayar baba. Ardından ekler: "Dikkat edin birbirimizi yitirmeyelim. İstanbul şakaya gelmez." Filmin sonu da yine Haydarpaşa'dadır. Aile gurbette yenilmiştir, sadece bir oğul tutunabilmiştir, o da âşkla. Yeniden memleketlerine dönmektedirler. Film, vizyona girmeden birkaç yıl önce yayınlanan Orhan Kemal'in romanıyla aynı adı taşıyor; akış da yer yer benzerlikler gösteriyor. Örneğin romanda, trenden inenler şöyle betimlenir: " Gurbet kuşları katarın en arka vagonlarından iniyorlardı, kara kara, kuru kuru. Ne karşılamağa gelenler vardı ne de çoğunun bavullarıyla sepeti, hatta yorganı. Yorganı olanlar, yorganlarını birer er kaputu gibi dürmüş, kınnapla çeke çeke bağlamışlardı. Bir, beş, on değil, yirmi, otuz, kırk, elli belki de daha çoktular. Anadolu içlerinden kopup gelen her tren, her 'Kuşluk treni', her gelişinde, gurbet kuşlarını toparlayıp getiriyordu İstanbul'a." Filmin ilk sahnelerinde Orhan Kemal'in bu betimlemesini görürüz.
Anadolu'dan İstanbul'a yerleşmek için gelmek ürkütücü bir gurbet yolculuğudur her zaman. Haydarpaşa Garı'nın merdivenlerinde simgeleşen şaşkın ve ürkeklik, o ezginlik hâli, insanımızın sanki kaderi olagelmiştir. Sürekli göç alan, göç veren, hiç durmadan değişen bu coğrafyada kim gurbette değil ki? Anadolu insanı, köyünden bir cigara içimi yol yürüyüp başka köye gitse gurbette hisseder kendini. Boynunu büker, hüzünlenir. Bu, ruhumuza işlemiş, yakamızı hiç bırakmayan bir his. Tıpkı o şarkıdaki gibi: "Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde"
Gurbet Kuşları filminden
Sabahattin Ali'nin "Ses" adlı öyküsü de aslında etkileyici bir gurbet hikâyesidir. Okuyanlar anımsayacaktır. Öykünün kişilerinden biri Sabahattin Ali'nin kendisidir. Anadolu'da yolların, araçların derme çatma olduğu yıllar. Beyşehir'den Konya'ya giderken yolculuk yaptıkları kamyon bir dağ başında bozulur. (Kamyonlardan otobüs yapılırdı ,1940'lı yıllarda) Aracın tamirini beklerlerken akşam olur: "Arkamızda güneşin kaybolup gittiği tepenin ağaçları birdenbire mavimtrak ve soluk bir ışığa gömüldü."
Bölgede yol yapımında çalışan işçiler vardır. Tam ay doğarken, işçi çadırlarından bir bağlama sesi duyulur ve ardından sazı çalan amelenin sesi:
Döndüm daldan kopan kuru yaprağa
Seher yeli dağıt beni, kır beni
Götür tozlarımı burdan uzağa
Yârin çıplak ayağına sür beni.
Yıllar sonra Zülfü Livaneli'nin harika bestesiyle, dinleyeceğimiz Leylim Ley adlı şarkının dizeleri bu öyküdedir. Hikâyenin devamında, konservatuvarda görevli Sabahattin Ali ve arkadaşı genç bağlamacıyı dinlemeye devam ederler:
Aldım sazı çıktım gurbet görmeye
Dönüp yâre geldim yüzüm sürmeye
Ne lüzum var şuna, buna sormaya
Senden ayrı ne hal oldum, gör beni.
Sabahattin Ali, bu içli türküyü söyleyeni en az o şarkı kadar içli bir anlatımla betimler: " Yirmi yaşından fazla göstermeyen bir delikanlı çadırın önünde, yan yatırılmış bir el arabasının üstüne oturarak çalıyordu. Başı göğsüne yatmış ve gözleri yere dikilmiş olduğu için çehresini tamamen görmeye imkân yoktu. Fenerin aydınlattığı alnı ter damlalarıyla kaplıydı. Sazın uzun sapı, şaşırtıcı bir süratle aşağı yukarı kayan parmakların altında, canlı bir mahlûk gibi titriyordu. Tellere vuran sağ eli, küçük fakat kendinden emin hareketler yapıyor, bu el sazın gövdesine her yaklaştıkça, insan, sanki o tahta ile bu et arasında gizli, fakat çok manalı ve mühim bir konuşma oluyormuş zannediyordu."
Sabahattin Ali
Yol amelesi akşamı aydınlatan ay ışığı onlara ulaştığında türküye devam eder:
Ayın şavkı vurur sazım üstüne
Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne
Gel ey hilâl kaşlım dizim üstüne
Ay bir yandan sen bir yandan sar beni
Sivaslı olduğunu ve amelelik etmek için gurbete çıktığını, Konya'ya geldiğini öğrendiğimiz bu delikanlıdan büyülenirler. Onu konservatuvara almak, bu olağanüstü yeteneği memlekete kazandırmak isterler. Öykünün sonrası, gurbetin de gurbetini anlatır! Ankara'da, Mamak'ta hâlâ duran o taş yapıda, mermer kaplı bir salonda, müzik uzmanları bu delikanlıyı dinlemek için toplanırlar. Sandalyeye iğreti biçimde oturan delikanlı, kızarıp bozarır ve sazına ses veremez; başarısız olur.
Bu öykü, anlattıkları kadar, anlatmak istedikleriyle de çok katmanlıdır. Ne zaman elime geçse, yeniden karıştırsam sayfaları, gurbetin insanın fiziksel varlğını kuşatmaktan çok ruhunu sardığını düşünmüşümdür. Çeşitli zamanlarda muhaceret üzerine çalışma imkânı bulmuş biri olarak Yaşar Kemal'in Yusufçuk Yusuf'ta "zalim gurbet" tanımlamasını yapmasını bu yüzden çok iyi anlıyorum. Çünkü insan, her ne nedenle olursa olsun, yurdundan bir kez kopmayagörsün, artık nereye gittiğinin, nerede duracağının bir önemi yoktur. Sadece yol vardır. Yükü de ağırdır; bütün geçmişini yüklenmiş götürmektedir. Bir insan bir evi, bahçeyi, bir şehri sırtlanıp götürebilir mi? Eğer o kişi muhacirse ya da gurbete doğru adım atmışsa, götürebilir, hiç yorulmaz, of demez. Durmadan gider. Soluklanmak için durup geriye baktığında şaşkınlıkla görür ki hiçbir yere varmamıştır. Gerçekte; insan doğduğu yerden kopmaya görsün; her yere gider de hiçbir yere gidemez… Gidemez ve eli kolu bağlanıp kalır.
Bu edebiyatta da öyledir; Nâzım'ın şiirleri gurbette sılayı anlatmadı mı? Memlekete uzak düştükçe ruhu kendi toprağına yaklın olmak için çabalamadı mı? Gurbet Kuşları filmi de öyle; "taşı toprağı altın İstanbul"a dişle, tırnakla tutunmak isteseler de kalplerinin ve zihinlerinin bir köşesinde memleketleri duruyordu hep ve oraya dönebilme hissi. Refik Halit Karay, sürgünde özlediği şehrini nasıl da güzelleme ile anlatır: "Uzakta kalanlar için İstanbul’un kaldırımları bozuk değildir, sokaklarda çamur ve süprüntü yoktur; tramvaylarda ve vapurlarda azap çekilmez. Musluklardan terkos yerine kevser akar, sersemletici lodos ılık bir buse, dişleyici poyrazı bir serin nefestir."
Bu memleket hissidir işte. Gurbet sözcüğüyle aynı kökten gelen "garip" sözcüğü o hisle, boynu bükük bir anlamla birlikte içinde büyür insanın bazen. Türküde dendiği gibi "Ne lüzum var şuna buna sormaya"; kalbine sormalı insan ya da İstanbullu Kavafis'in şiirinde aramalı yanıtını:
Yeni bir ülke bulamazsın,
başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.
Aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma.
Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok.
Ömrünü nasıl tükettiysen burada,
bu köşecikte,
öyle tükettin demektir
bütün yeryüzünde de.