İbrahim Dizman

09 Temmuz 2023

Mübadele: Ömür boyu karantina

İnsan doğduğu yerden kopmaya görsün; her yere gider de hiçbir yere gidemez

Karadeniz'e (Ordu) gelen mübadillerden bir grup

Covid-19 süreciyle başlayan toplumsal karantinadan kurtulduk nihayet. Bu terim bulaşıcı hastalıklarla ilgili olsa da aslında hayatın bütününe ilişkindir. Zira karantinadakinin hayatı alabildiğine daraltılmıştır. Kişi yalnızlığın, bir başınalığın boğucu ortamında beklemeye zorunlu kılınmıştır. Sağlık gerekçeli karantinalar geçicidir, biter ve kişi hayatına özgürce döner. Ya ömür boyu süren karantinalar?

Türkiye-Yunanistan arasındaki mübadele ile karantina sözcükleri, konu üzerine konuşulurken yan yana gelir hep. Gerçek anlamıyla karantina her iki tarafta da uzun ve çileli bir süreçti. Gemilerin insanları neredeyse "karaya döktüğü" yerde kurulan kamplardaki acı hikâyeler hâlâ anlatılmakta.

Asıl büyük karantina ise, ömür boyu sürecek yaşam yoksunluğu ile başlıyordu. İnsanın yaşadığı yere benzemesi yalnızca bir şiir dizesi değildir; o, yağmurun nereden gelen bulutla yağdığını, hangi otun nerede bittiğini bilmektir; damak tadının bilindik lezzetidir. Türküleri alışkın bir hançere ile söyleyebilmektir. Eğer bunlardan uzak, bilmediğin bir coğrafyada yaşamaya zorunlu kılınmışsan, işte asıl büyük karantina odur: Kaç yüzyıldır bu derede yıkandınsa, kaç asır bu dağlarda yürüdünse, bu toprağı sürdün, ektinse, bu evin bacasını tüttürdünse, bu köyü, kasabayı, şehri şenlendirdinse, unut artık, yok böyle bir yer senin için!

Yunanistan tarafında uygulanmış mıdır bilgi sahibi değilim ancak Türkiye tarafında mübadilleri çok yaralayan, acı veren bir uygulama vardır ki hâlâ utanç verici bir olgu olarak hatırlanmakta. Mübadiller, bir yasa, yönetmelik olmamasına rağmen sanki açık hava hapishanesindeymiş gibi, yaşadıkları köy, kasaba ve şehirlerden birkaç yıl ayrılamamışlardır. Ömer Asan'la birlikte "Kardeş Nereye: Mübadele" adlı belgesel filmin çekimleri sırasında mübadillerin hafızasında bu uygulamanın capcanlı yaşadığını fark etmiştik. Bir mübadilin hasta çocuğunu İstanbul'a tedaviye götürmek için yetkili makamlardan çıkacak izni uzun süre beklediğini, o sırada çocuğun öldüğünü anlatmışlardı. Bir başka ikinci kuşak mübadili, aile büyüklerinden dinlediği bir uygulamayı anlatmıştı:

"Annem, babam, yazın serinlemek için sahile inip bir yürüyüş yapmak isteseler, onları tanıyan bekçiler, polisler düdük çalıp kovalarlarmış, ola ki sahilden kayığa atlayıp Yunanistan'a kaçarlar diye."

Mübadelenin hayatı bitmeyen bir karantinaya çeviren en ağır uygulamalarından biri de dil kısıtlamasıydı. Anadolu'ya gelen Müslümanların bir bölümü, özellikle de yaşlılar, kadınlar ve çocukların hatırı sayılır bir kısmı Türkçe bilmiyordu. Yukarıda andığım belgeselin görüşmecilerinden biri olan ve çocuk yaşta Türkiye'ye geldiğinde Türkçe bilmeyen Refet Özkan, okulda öğretmeninin yüzüne tükürüp "Sen ne biçim Türksün!" diye azarladığını anlatmıştı. Bu tür uygulamalar birçok mübadili sosyal hayattan koparıyor, bilmediği ya da öğrenmekte yaşı gereği zorluk çektiği bir dilin hafızasında oluşturduğu boşluk nedeniyle kendini dışlanmış hissettiriyordu.Türkçeyi konuşamayan birinin yaşadığı zorlukları tahmin etmek güç değil. Hemen her gün gazetelerde "Vatandaş Türkçe konuş!" buyruklarının yayımlandığını, kampanyalar açıldığını anımsatmak bile yeterli. Bunun sadece Türkiye tarafında böyle olduğunu söylemek konuyu eksik bırakmak olur. Yunanistan'da da Anadolu'dan gelen Rumlar benimsenememişti. Onların da bir bölümü sadece Türkçe biliyordu ve bu nedenle "Türk tohumu" olarak adlandırılmışlardı ki bu nefret dilinin bir parçasıydı.

Mübadele anlaşmasının bir maddesinde "Mübadiller, her çeşit taşınır mallarını yanlarında götürmekte serbest olacaklar" diyordu. Oysa bu maddeyi oraya yazarken bilinmiyor muydu ki insan yurdundan bir kez kopmaya görsün, artık nereye gittiğinin, nerede duracağının bir önemi yoktur. Sadece yol vardır. Yükü de ağırdır; bütün geçmişini yüklenmiş götürmektedir. Bir insan bir evi, bahçeyi, bir şehri sırtlanıp götürebilir mi? Eğer o kişi muhacirse, mübadilse götürebilir, hiç yorulmaz, of demez. Durmadan gider. Soluklanmak için durup geriye baktığında şaşkınlıkla görür ki hiçbir yere varmamıştır. İnsan doğduğu yerden kopmaya görsün; her yere gider de hiçbir yere gidemez. Mübadiller, gittiler/geldiler evet; ama aslında hiçbir yere gidemediler ve ömür boyu sürecek karantinaları da o zaman başladı.

Mübadillerin hafızalarında kalan Selanik Beyaz Kule

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020