Çocukluğumuzda beştaş oyunu vardı. Beş adet küçük taşı avcumuzda havaya atar, tutmaya çalışır, düşenler ve kalanlarla yerde oynamaya devam ederdik. Genç kuşaklar bu oyunu bilmez ama juggling benzeri bir şey diyebilirim. Kimi sözcükleri de bazen beştaş oyununa benzetiyorum. Avcumuzda tutamadığımız taşlar gibi sözcükler de hayatımızdan düşebilir mi? Başka bir deyişle, sözcükler eskir mi? Zamanla oluşan ve derinleşen anlam yıpranabilir mi? Evet eskiyebilir; kullanıla kullanıla yıpranabilir, ışıltısını yitirir ve derin bir anlamsızlık boşluğu içinde bir kuyruklu yıldız gibi kayarak kaybolabilir sözcükler. Belleğimiz yıllarca taşıdığı, kendini anlatmak için sere serpe kullandığı kimi sözcükleri, nedendir bilinmez (aslında bilinir de anlaşılamaz) yavaş yavaş gerilere itebilir, “unutmak” adı verilen ateşte yakabilir. Geriye “hatıra” denilen küller kalır. Uzun yıllar sonra bir fotoğraf arkasında, işaretlenmiş bir kitap sayfasında, çekmecede unutulmuş bir mektupta, bir günlükte, bir not defterinde, hatta geçmişte kalmış bir şarkının melodisine iliştirilivermiş dizelerde yeniden göründüğünde can suyu gibi bir anlam kırıntısı arar, yaşanmışlıkların can simidi olmasını bekler; zihinde belirecek güzel bir anıya tutunmak ister ama nafile!
Chomsky, bu konu üzerine düşünmüş dilbilimcilerdendir. Deniz kıyısında yaşayan insanların dalgaların sesine alışkın oldukları için onu işitmediklerini söyler ve devam eder: “Aynı biçimde, söylediğimiz sözcükleri nadiren duyarız. Birbirimize bakar ama birbirimizi görmeyiz artık.” Bu, tam da sözcüklerin yıpranabileceğinin, eskiyebileceğinin anlatımıdır. Söyleyip duyamadığımız sözcükler anlamını yitirmiş demektir! Gülten Akın da bu durumu, okudukça belleğimizi ürperten, unutulmaz bir dize olarak dile getirmişti: “Aynı dille konuşuyor / aynı dili konuşmuyoruz”
Hayatta varlığımızı bilerek yaşamak için dile mutlak gereksinim duyarken sözcükleri cömertçe eskitmek, yıpratmak, anlamsızlığın gömütüne itivermek tuhaf değil mi? Bunu yaparken o sözcüklerin taşıdığı onca yükü de umursamazca harcamış olmuyor muyuz? Belleğimizde silinen her sözcük, dolayısıyla her anlam, hayatı kavramamızda bir eksiğe neden olmaz mı?
Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki derslerimde, dünyayı algılama ile dil arasındaki bağıntıyı memleketin en parlak zekâlarını temsil eden karşımdaki gençlerle tartışırken şöyle bir betimleme yapardım: “Binlerce yıl öncesini düşünün. Dünyayı algılama ve anlama sınırı karşıdaki dağ, arkadaki nehir ve yandaki denizle bitiyordu. Şimdiyse neredeyse uzay avcumuzun içinde; bir elimizde telefon, diğerinde tablet, karşımızda televizyon ve bilgisayar, tepemizde uydular. Hangi çağın insanı daha iyi kavrayabilir dünyayı?” Elbette “Bu çağın insanı!” diye atılıyordu kimisi. “Acele etmeyin yanıtlamakta” diyordum onlara: “Sonsuz bir evreni ve hayatı anlamak için elimizde, yan ve mecaz anlamlarını da düşünürsek hepi topu bir-bir buçuk milyon civarında kelime var. Fakat bilim ve teknoloji sürekli yeni nesne ve anlamlar üretiyor, toplumsal yaşam durmaksızın yeni kavramlar doğuruyor ve sözcük dağarcığımızla anlam dünyası arasındaki makas gittikçe açılıyor. Oysa on bin yıl önceki insanın doğal ve kültürel coğrafyası sınırlıydı, elindeki sözcüklerle o sınırlılık içinde gerekli şeyleri düşünüp dile getirebiliyordu. Hayat ve dünya algısı, gelişmişlik ve geri kalmışlık göreceli değil mi o halde?” Soruya hiçbirimiz yanıt bulamıyorduk. İçimden “Hayat boyu bir çengel gibi takılsın bu soru belleğinize” deyip başka alanlara geçiyordum. Bu soru yıl içinde birçok konuya ışık tutuyordu. Savaşları da bunun üzerinden konuşabiliyorduk, ideolojileri de aşkı da nefreti de! Ölümü ve ölümsüzlük arzusunu da.
Ankara’daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenen eserler de bu konuda fikir verebiliyordu bize. Beslenme için yeterli olan eğri büğrü kap kacak birkaç bin yıl sonra form kazanmış, hatta çevresinde desenler, süslemeler belirmişti. Bu objelerin fotoğraflarını irdeliyorduk. Yemeğini koyacağı kabın desenlerle güzelleştirilmiş olması yediğinin lezzetini arttırır mıydı? Aynı durum dil için de geçerli. Alacak-verecek sözleşmelerini ya da savaş-barış antlaşmalarını içeren kil tabletlerdeki sözcüklerle, masallar ve destanlar yaratınca; sonraları şiirlerde, hikâyelerde, romanlarda kullanınca dil daha mı anlamlı olmuştu?
Peki, insanın bin yıllar içinde örselenen ruhu bunun neresindeydi? Aynı dille konuşan ama aynı dili konuşmayan insanlar topluluğuna mı dönüşmüştük, çocukluğumuzdaki beştaş oyunu gibi kelimelerle oynarken?
İbrahim Dizman kimdir? 1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi. 1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı. İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi. Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor. Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı. Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. Kitaplarından bazıları: Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020 Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018 Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016 Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016 30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010 Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007 Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006 Belgesel filmleri: Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010 Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012 Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016 Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018 Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020 |