Haydar Ergülen ve Sabahattin Ali
“Kitap okuya okuya her şeyi unuttuğunu söylesene!” Orhan Pamuk’un Sessiz Ev’inde babaanne, üniversitede sosyoloji okuyan torununu böyle azarlar. Altını çizmişim okurken. Kitaplar gerçekten de çok şeyi unutturabilir hayata dair. Kurgu, hayatın hakikatini kuşatıp usul usul onu ele geçirebilir. Gerçek nedir, yazılanlar mı yoksa yaşadığımız mı? Sorunun yanıtı puslu bir denizde görülemeyen gemi gibi belleğimizde dolaşmaya başlar. Belki de bu nedenle kitaplar, okuyup hayatımıza kattığımızda, duygularımızı, düşüncelerimizi, hayallerimizi, beklentilerimizi diğer nesnelerden daha yoğun taşırlar. Çoğunu unuttuğumuzu sanırız ama o kitabı seneler sonra bile olsa elimize aldığımızda o an, bir duygu sökün edip geliverir. Bu duyguyu Haydar Ergülen’in “Karşılığını Bulamamış Sorular” adlı şiir kitabıyla yaşamıştım. 1986 yılının 1 Ocak günü, Şırnak’ın acınacak ölçüde harap bir kitapçısında, tozlu bir rafta karşıma çıkıvermişti. Benim de kendimi karşılığı olmayan bir soru gibi hissettiğim zamanlardı. Kitap yıllar sonra yeniden gözüme iliştiğinde o günü yeniden yaşamıştım ve anlamıştım ki kitap sevdiğim bir şairin dizelerinden çok daha fazlasıydı. Anlamıştım ki her kitap anılarla yüklü ve sürprizlere açık bir hayatın yansımasıdır. Ancak bunu yazarlar ya da şairler bilemez; yalnızca okur bilebilir. Başka bir deyişle bir roman, bir öykü, bir şiir kitabı okurun hayatına nasıl sızıyor, ne gibi bir iz bırakıyor, bunu sadece kitabı eline alan bilir! Yazarın büyük bir özgüvenle yazdığı cümleler dağılıp gidebilir; çekine çekine, beğenilmeme kaygısıyla kaleme aldıkları bir yıldız gibi parlayabilir edebiyat evreninde.
Haydar Ergülen’in “Sait ile Sabahattin” adlı kitabını incelerken ilginç bir bilgiyle karşılaşmış ve okuyup geçmiştim. Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan kitapta Ergülen, Sabahattin Ali’yi anlatırken yazarın bir itirafından söz ediyordu. Sabahattin Ali’nin bir mektubunda şiirlerini kitap olarak yayımlamaktan pişman olduğunu onun cümleleriyle aktarıyordu: “Dünyada pek çok hatalar yapmışımdır fakat bunlardan bir tanesi gayri kabil-i tamirdir. Ve beni her zaman üzecektir: Ben bu şiirleri kitap halinde çıkarmamalı idim. Başkalarının fikirlerini bir tarafa bırakalım, bu manzumelerin kaç paralık şeyler olduğunu ben herkesten iyi bilirim.”
Sabahattin Ali’nin bu pişmanlığı, üzüntüsü anlaşılır bir şey elbette. Birçok yazar bu hissi yaşamıştır, yaşayacaktır. Ama o hangi şiirlerinden söz ediyor olabilirdi? “Keşke o kitabı bulabilseydim…” derken bir anda yıllar öncesinin bir liseli genci karşıma gelip gülümsedi. “Hatırlamıyor musun?” dedi, “Biga Lisesi’nin kütüphanesinde görmüştün o kitabı sen! Şiirlerin bazılarını beğenmiş, bazılarına burun kıvırmıştın. Sonra bir daha bulamamıştın. Çünkü iktidar değişmiş, Milliyetçi Cephe’nin atadığı müdür ve faşizmin cisimleşmiş hali olan -ismi lazım değil- müdür yardımcısı bazı kitapları yakmışlardı. Muhtemelen onların içindeydi o da.”
Hatırladım. Çocuk yaştaydık ama kütüphanelere bir mabede girer gibi girmek gerektiğini öğrenmiştik ilçe halk kütüphanesi müdürü Orhan Bey sayesinde. O dönemin kütüphanecileri bana hep çok ciddi insanlar gibi gelmiştir; kitapların içinde yaşadıklarından belki de. Formika masalarda önümüze konan her kitabı özenle açıp sessizlik içinde okumamız gerektiğini de öğrenmiştik. Oysa eğitimci sıfatı taşıyan kimileri o kitapları tam ortasından cart diye yırtıp yakabiliyorlardı. Memleketin acı gerçeğini; yasakçılığın ve yok etmenin olağan sayılması gerektiğini çocuk yaşımızda öğretiyorlardı belli ki!
Yüzümüzü kışa döndüğümüz geçen hafta, kitaplığıma kavuşup uzun süre ayrı kaldığım kitapların gönlünü alırcasına önünde dolaşırken sırtı soyulmuş, bir parçası kopmuş bir kitaba ilişti gözüm; uzanıp kapağına baktım: Ben bu kitabı ne zaman almışım? Sabahattin Ali’nin “Değirmen Dağlar ve Rüzgâr”ı. Bilgi Yayınevi’nden çıkmış. Belli ki ortaokul yıllarımda karşılaştığım kitabı yıllar sonra bir yerde görünce almışım ve sonra unutmuşum.
Haydar Ergülen’in kitabında söz ettiği o mektubu anımsadım bir anda. Pişmanlık hangi şiirlere ilişkindi? Merakla karıştırmaya başladım. Hayat insana beklenmedik oyunlar oynar. Bir yazara, bir şaire herkesten daha çok sürprizler hazırlar, yazılanla okuyan arasındaki gizemli bağı yazar asla çözemez; bunu bir kez daha anladım. Sabahattin Ali’nin yayımlamaktan utanç duyduğu şiirler yıllardır dilimizden düşmeyen şiirleriydi, bazıları şarkıya dönüşerek kalbimize işleyen dizeleriydi. “Başım dağ, saçlarım kardır / Deli rüzgârlarım vardır / Ovalar bana çok dardır / benim meskenim dağlardır” diye başlayan şiirini bilmeyen var mıdır? Ya “Başını göğsüme sakla sevgilim / Güzel saçlarında dolaşsın elim / Bir gün ağlayalım bir gün gülelim / Sevişen yaramaz çocuklar gibi” dizelerini ve o şiir kadar muhteşem şarkıyı dinlememiş olan, sevdiğinin yanında mırıldanmamış olan var mı? Sabahattin Ali pişman olsa da bizim kuşağımız Nükhet Duru’nun buğulu sesinden işitince o şiire de vurulmamış mıdır: “Seneler sürer her günüm / Yalnız gitmekten yorgunum / Zannetme sana dargınım / Ben gene sana vurgunum.” Sabahattin Ali “bu manzumelerin kaç paralık şeyler olduğunu ben herkesten iyi bilirim” dese de biz bugün onun dizelerini has şiirden sayarız: “Dik yamaçların selisin / Sen benden daha delisin / Şimdi kimlerin kulusun / Başını eğemediğim.” Kitabı karıştırırken karşıma çıkan, ilkgençlik yıllarımızda hayatın adaletsizliğine karşı bin bir sitemle bir şarkı olarak haykırdığımız “Aldırma gönül” dizeleri de onundu.
Sabahattin Ali yaşasa, kitaplıklarımızdaki yapıtlarından hangilerinin çok okunduğunu görse şaşar mıydı? Haydar Ergülen ne der bilemem ama Kürk Mantolu Madonna’yı okurken insan Maria Puder ve Raif Efendi’yi düşünüp “Sözün şiirlerin mükemmelidir / Senden başkasını seven delidir” dizelerini anımsamaz mı? Bir romanın kahramanları hayatımızın içindeki kederleri yüklenip taşırken, şiirler onlara eşlik etmez mi?
İbrahim Dizman kimdir? 1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi. 1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı. İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi. Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor. Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı. Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. Kitaplarından bazıları: Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020 Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018 Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016 Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016 30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010 Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007 Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006 Belgesel filmleri: Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010 Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012 Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016 Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018 Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020 |