Kelimelerin dünyasına yolculuğu bu hafta da sürdürmek istiyordum ama memleketin gündemi buna izin vermedi. Onu haftaya bırakalım. Ancak yine de bağlantılı bir konudan söz etmek istiyorum; kelimelerin tarihsel anlamı bazen güncel yansımalarda ortaya çıkabilir. Ya da öyle kelimeler öyle kişiler tarafından kullanılır ki bütün bir tarihi kapsayabilir!
Yerel seçim sonuçları, doğrusunu söylemek gerekirse herkesi şaşırttı. Halkın beklenmedik zamanlarda ortak davranışı, sanki yer altında bir iletişim ağı varmış da bunu gizlice kullanıyorlarmış gibi hissettiriyor insana bazen. Bu sefer de öyle oldu. İktidar ve destekçileri ağır, ama gerçekten çok ağır bir tokat yediler. Çoklarınca, artık kolay kolay ayağa kalkamaz, denilen CHP ise umulmadık bir başarı kazandı. Nisanın ilk günü, güneş yükselmeye başladığında güne uyananlar, 1 Nisan şakası ile karşı karşıya olduklarını bile düşünmüş olabilirler.
Bu şaşkınlığa tanıklığım gecedendi benim de. Geçen dönem Türkiye'nin en genç belediye başkanı unvanını alarak seçilen Ulaş Tepe, Karadeniz bölgesinde nazar boncuğu gibi parlayan küçücük bir ilçenin, Ordu-Gülyalı'nın belediye başkanlığını beş yıl yürüttükten sonra, bu kez Altınordu adını taşıyan merkez ilçeye aday olmuştu ve daha otuzlu yaşlarının başlarındaydı. Seçim sonuçlandığında seçmenin yarısının tercih ettiği genç başkan sevinçli, mutlu ama biraz da şaşırmış görünüyordu. Hepimiz gibi o da kazanacağına inanıyordu ama muhafazakârlığın yıllardır ölçüsüzce, kıyasıya abandığı bir kentte CHP adayı olarak yüzde elli oy almak gerçekten şaşırtıcıydı. Gece sabaha ilerlerken, sevinçli bir merakla "Hocam ne oldu böyle?" diye sorduğunda ne yanıt vereceğimi bilemedim. Sandık sonuçları netleştikçe umudun büyük bir sevince dönüştüğü o ortamda kendimi şaşırtıcı icatlar yapmak için kurulmuş bir laboratuvarda gibi hissettim bir anda. Kentin yeni başkanına gerçekçi bir analiz yapamadım ve "anlarız bir iki güne kadar" diyerek geçiştirdim.
Hemen ertesi gün, CHP Genel Başkanı Özgür Özel benim kafamda belirsizce dönüp duran yanıtı bir güzel formüle ederek söylediğinde, "Türkiye adlı ilginç sosyoloji laboratuvarı"nın 2024 Yerel seçimleri ile ilgili "icadı" biraz daha netleşti kafamda. Şöyle diyordu Özel: "Devletle millet ne zaman yarışırsa hep millet kazanır. CHP bazen yanlış tarafta durdu. Bu sefer devletle millet yarışırken, milletin tarafındaydık. Bazen devlet - millet rekabetinde CHP devletin kurucu partisi olduğu için yanlış tarafta duruyor. Esas olarak CHP halkın partisi olduğu için doğru taraf, milletin tarafı."
Ah, dedim içimden, SBF'de yıllarca memleketi dil üzerinden, sözcüklerin tarihsel bağlamı ve anlamı üzerinden konuştuk, tartıştık öğrencilerle; memleketin sosyoloji laboratuvarında görünen bulguları anlamaya çalıştık. Şimdi tam da bize lazım olan cümleleri kurdu Özgür Özel!
Özel'in bu cümlelerinin, seçtiği sözcüklerin bağlamı ve anlamı tartışmaya değer. "Devletin kurucusu" diyor. Bu tamlamanın çağrışım anlamı öylesine bir tarihsel ağırlık taşıyor ki. Kimileri için bir yığın yanlışı ve toplumsal günahı barındırıyor, kimileri için neredeyse asr-ı saadet ölçüsünde bir mutluluk anlamı içeriyor. Geçmişin bütün eksikleri ve hataları CHP'nin bagajı olarak algılandığı için, kimse bunlara oy vermez, yüzde yirmilerde oyalanıp giderler, denilip geçiliyordu. Ama bu öngörü memleket laboratuvarında doğrulanmadı. Yeni kuşakların, gençlerin, partilerin bagajlarıyla filan ilgilenmediği, "Dünle beraber gitti, cancağızım /Ne kadar söz varsa düne ait/ Şimdi yeni şeyler söylemek lazım" diyen Mevlana gibi bugün ne söylendiğine baktıkları anlaşıldı. Seçim gecesi olan bitene tanıklık etmek için dolaştığım caddelerde de bunu gözledim. Gençler, destekledikleri genç adayların, kadın adayların kazanma mutluluğunu caddelerde dans ederek, halay çekerek yaşıyorlardı. Artık onlar vardı alanlarda ve geçmişe değil geleceğe bakıyorlardı.
Özgür Özel "Bu sefer devletle millet yarışırken, milletin tarafındaydık" derken, bagajında ağır yükleri olan partilerin ötekiler olduğunu da kelimelerin çağrışım anlamlarına yaslanarak söylemeye çalışıyordu kanımca. Devleti temsil eden artık iktidar ve onun yanında duran partilerdi. Bunca zaman yaşananlar onların yüküydü. Lord Acton'ın "iktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır" saptaması bir kez daha doğrulanıyordu. Millet de devletle bütünleşen iktidarın kibrini ve bagajında biriken yükleri fark etmişti.
Özgür Özel'in bu cesur saptaması ve çıkışı ne kadar sürecek, geçmişten ne ölçüde ders alınacak, CHP bu krediyi nasıl kullanacak bilemiyoruz elbette; ancak bildiğimiz, diyalektiğin şaşmaz terazisinin Türkiye denilen şaşırtıcı sosyolojik icatlar laboratuvarında çalışıp durduğu ve tezle antitezi tartıp bize özgü bir sentezi ortaya çıkarmakta olduğudur. Sokakta nicedir çözülmüş olan laik-dindar geriliminin ardından gelen normalleşmeyi CHP'nin yeni kuşak yöneticileri ve adaylarıyla siyaset sahnesinde temsil etmeye başladığını söylemek için belki henüz erken ama AKP'nin giydiği kibir gömleği, akçalı işlerdeki şayialarla dolu geçmişi, İslamcı ile Müslümanı birbirinden ayırmamızda bir turnusol oldu demek için hiç de erken değil. Bir de şu var: Ekrem İmamoğlu o sentez mi, Başkent'in oylarının neredeyse üçte ikisini alan Mansur Yavaş normalleşmenin neresinde, Adıyaman, Manisa, Balıkesir, Kırıkkale diyalektiğin terazisinde kaç çekecek, henüz bu soruların yanıtlarını da çok net bilmiyoruz. Karadeniz'in en büyük yerleşimlerinden biri olan Altınordu'da 33 yaşında başkan seçilen Ulaş Tepe yeni Türkiye sentezinin ne kadarını temsil ediyor, onu da yaşayıp göreceğiz.
Özetle, sadece seçim sonuçlarına şaşırmadık; bir parti genel başkanının zaferin ardından, klişelerden uzak, alışmadığımız bir biçimde kelimelerin tarihsel çağrışımlarını kullanarak konuşmasına da şaşırdık. Şimdi artık bu kelimeler, siyasetin alacakaranlık patikasında yol bulmak için bir ayak izi olacak çok kişiye. Bu da adı Türkiye olan ve sanırım dünyada örneği bulunmayan bir sosyoloji laboratuvarında üretilmiş yepyeni bir "icat" oldu ve toplum taze bir soluk aldı, ümit denilen soyut kavram bir anda ete kemiğe büründü. Ne diyelim, bu laboratuvardaki milyonlar, sağ olsunlar!
İbrahim Dizman kimdir? 1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi. 1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı. İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi. Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor. Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı. Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. Kitaplarından bazıları: Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020 Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018 Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016 Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016 30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010 Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007 Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006 Belgesel filmleri: Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010 Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012 Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016 Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018 Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020 |