Ülkemiz ve bölgemiz çok zor bir dönemden geçiyor. İlk döneminde
başarılı icraatlarıyla Avrupa Birliği’nin de takdirini kazanan hükümet, Gezi olayları ve Suriye iç savaşına müdahil olması sonrasında inişe geçti. Bugün, ekonomik durumumuz hiç de parlak gözükmüyor. Toplumda gerginlik, kutuplaşma ve hoşgörü eksikliği üst düzeylerde. İnsanlarımız yarın için endişeli. Bu koşullarda, Latin Amerika’nın dev ülkesi Brezilya’nın yaşadığı çok yönlü krizi dikkatinize sunarak, bu koskoca ülkenin ne hallerde bulunduğunu bizimle karşılaştırmak suretiyle, bir nebze rahatlarsınız diye düşündüm.
2003-2011 yılları arasında iki dönem Brezilya’yı yöneten ve sosyal politikalarıyla dünya çapında ün kazanan İşçi Partisi lideri Lula nisan ayı başında hapse konuldu. 2017 Temmuz ayında mahkeme, Lula’yı Latin Amerika’nın en büyük inşaat şirketi olan Brezilya firması Oderbrecht yönetiminden rüşvet (deniz manzaralı ev) aldığı gerekçesiyle 9 yıl hapse mahkum etti. Üst Mahkeme cezayı 12 yıla çıkardı ve hapse girmesine karar verdi. Brezilya’nın açık arayla en sevilen politikacısı konumunu halen muhafaza eden Lula, nisan başlarında taraftarlarının protestoları arasında özel bir tutuk evine götürüldü.
Şimdi herkesin merak ettiği husus, ekim ayında yapılacak Başkanlık seçimlerine Lula’nın katılıp katılmayacağı. Lula’nın, bu konudaki müracaatını ağustos ayında yapması ve ardından Yüksek Seçim Kurulunun merakla beklenen kararı vermesi gerekiyor.
Lula, yolsuzluk ve rüşvet suçlarından Brezilya’da soruşturulan, yargılanan ne ilk ne de son politikacı. Halen, Devlet Başkanı merkez-sağ politikacı Temer aleyhinde soruşturma devam ediyor. Temer’in kabinesindeki bakanların üçte biri aleyhinde de soruşturmalar başlatılmış durumda.
Yolsuzluk skandalı ilk kez 2014 yılında patlak verdi. Brezilya’nın petrol ve doğal gaz alanındaki dev kamu şirketi Petrobras yöneticilerinin, yatırım kararlarını sonuçlandırırken, rüşvet istediklerinin, ihaleyi kazanan firmanın ise rüşvet meblağlarını fiyatlara yansıttıklarının ortaya çıkması üzerine, siyasi krize dönüşen skandal birçok üst düzey siyasiyi ve bağlı oldukları partileri zor duruma soktu. 80 civarında politikacı ve iş adamının dahil oldukları rüşvet skandalıyla ilgili haberler son 4 yıldır siyasi gündemin üst sıralarından düşmüyor.
Oderbrecht’in rüşvet uygulamaları Brezilya dışına da taştı. 12 Latin Amerika ülkesinde siyasi krizlere yol açtı. Son defa, Peru devlet başkanı, Oderbrecht’den rüşvet aldığının ortaya çıkması nedeniyle istifa etmek zorunda kaldı.
Brezilya anayasasına göre devlet başkanları peş peşe iki dönemden fazla görev yapamıyorlar. Bu kısıtlama nedeniyle 2011 yılında görevi sona eren Lula, kendi yerine, sol gerilla ve militanlıktan Petrobras yönetimine yükselen yoldaşı, Bulgar göçmeni Dilma Roussef’i aday göstererek devlet başkanı seçilmesini sağladı. 2015 yılında ikinci kez seçilmeyi başaran Dilma Roussef, Petrobras skandalının yol açtığı gerginlikler ve siyasi çekişmelerden zarar gördü. Rüşvetçi siyasileri korumayı reddeden Başkan karşısında kümeleşen parlamenterler, bazı bütçe fasıllarındaki kaynakları sosyal harcama kalemlerine yöneltmek suretiyle mali suç işlediğini ileri sürdüler. Yasama organı bünyesinde teşkil edilen komisyonlarda yargılanan Dilma Roussef, 2016 yazında Parlamentoda yapılan oylama neticesinde görevinden alındı. Yerine merkez-sağ partinin (Brezilya Demokratik Hareket Partisi) lideri, devlet başkanı yardımcısı Michel Temer getirildi.
Brezilya’da halkın oylarıyla seçilen sol düşünceli devlet başkanı yerine, İşçi Partisinin seçim ittifakı yaptığı merkez-sağ partinin başı Michel Temer’in atanması, birçok Latin Amerika ülkesinde “parlamenter darbe “ olarak nitelendirildi. Venezüella, Ekvator, Küba ve Bolivya gibi solcu ülkeler, daha da ileri giderek Brezilya ile ilişkilerini askıya aldılar, bu ülkedeki büyükelçilerini geri çektiler (Küba hariç).
O dönemde Küba’da görev yaptığım için gelişmeleri hala anımsıyorum. Küba’da son yılların en büyük alt yapı yatırımını (Mariel Limanı ve serbest bölgesinde) gerçekleştiren, Çin’in arkasından Küba’nın ikinci dış ticaret ortağı olan Brezilya ile ilişkiler bıçak gibi kesildi. Havana’daki en itibarlı büyükelçiler arasında gösterilen yakın arkadaşım Brezilya Büyükelçisi (Ankara’da görev yaptığından Türkiye’yi de pek severdi) birdenbire Küba makamları tarafından tecrit edildi. O günlerde düzenlenen Brezilya milli gününe hiçbir Kübalı yöneticinin katılmadığına nasıl hayret ettiğimizi bugün bile hatırlıyorum.
Dilma Roussef’in görevden uzaklaştırılmasında başrolü oynayan Meclis Başkanı Eduardo Cunha ise yolsuzluk ve para aklama suçlarından 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Dağıttığı rüşvetlerle Brezilya siyasetini ve ekonomisini sarsan ve lekeleyen Oderbrecht şirketine 2,5 milyar dolar (milyon değil) ceza kesildi, sahibi 19 yıl hapse mahkum edildi.
Petrol ve doğal gaz alanındaki kamu şirketi Petrobras ile inşaat devi Oderbrecht‘in dahil oldukları rüşvet olaylarını soruşturan federal savcı Sergio Moro, “Super Mario” lakabıyla, Brezilya’nın en çok rağbet gören, ancak bir o kadar da eleştirilen yargı mensubu haline geldi. Özellikle soruşturma yöntemleri (yasadışı telefon dinlemeleri vs.) eleştiri oklarını çekmeye devam ediyor. Öte yandan, Brezilya’da kurumsal hale gelen, gelenek ve usul kabul edilen rüşvet ve diğer yolsuzlukların önüne geçilmesi için dürüst ve cesaretli savcıların ellerini taşın altına koymaları mutlak zorunluluk teşkil ediyor. Ancak Lula taraftarı olan yoksul kesim liderlerinin suçlu olduğu düşünmüyor, Lula’nın rüşvete konu evde oturmadığına, evin mülkiyetini üzerine almadığına inanıyor. Tüm bu olanların “beyaz elitlerin” siyasi gücü bırakmamak ve refahlarını sürdürmek amacıyla, Lula’nın 3.kez devlet başkanı seçilmesini önlemek üzere tertiplendiği kanaatini taşıyor. Bu vesileyle, 122 Brezilyalı hukukçunun Lula’nın mahkumiyet kararını eleştirdiklerini ve taraflı değerlendirmelere dayandığını ileri sürdüklerini vurgulayalım.
Görev süresi sene sonunda tamamlanacak olan, kamuoyu yoklamalarında desteği en alt seviyelere inen mevcut devlet başkanı, merkez-sağ politikacı Temer’in halefini seçmek üzere ekim ayında düzenlenecek başkanlık seçimlerinde 2 isim öne çıkmış durumda: 1. durumdaki Lula’ya olan destek % 36 seviyelerini koruyor. Yüksek Seçim Kurulu, Lula’nın adaylığını reddettiği takdirde İşçi Partisinin yeni adayının başarı düzeyini şimdiden kestirmek mümkün değil.
Diğer isim ise, %18 düzeyindeki desteği muhafaza eden, aşırı sağ söylemi ve radikal önerileriyle dikkat çeken asker kökenli politikacı Bolsonaro. Brezilya toplumunun şiddet hastalığına yakalandığını, ekonominin çöküş içinde bulunduğunu, ekonomik resesyondan çıkmak ve şiddetten uzaklaşmak için Hristiyan değerlere sahip çıkılmasını gerektiğini, güvenlik güçlerinin yetkilerinin arttırılması icap ettiğini ileri sürüyor. Solcu liderlerin seçilmesi halinde Brezilya’nın Venezüella’nın durumuna düşeceğini iddia ediyor. Bazı gözlemciler, düşünceleri ve tavırları itibarıyla, Bolsonaro’yu ABD başkanı Trump’a benzetiyorlar.
Brezilya’nın bugün içinden geçtiği durum 1990’lı yılların İtalya’sını andırıyor. “Temiz eller” olarak adlandırılan soruşturma kapsamında, yolsuzluklara karışan İtalyan siyasetinin, cesaretli savcılar kanalıyla temizliğe tabi tutulduğunu, yerleşik siyasi partilerin ve politikacıların yıpranarak inişe geçtiklerini, çürümüş unsurların ve sistemin değiştirilmesi vesilesiyle, Berlusconi gibi tanınmış ve fırsatçı iş adamlarının boşluktan yararlanarak Roma’da iktidara yükseldiklerini biliyoruz.
Federal Savcı Sergio Moro, yolsuzlukların kökünü kazımak amacıyla Brezilya iç siyasetini sarsmaya devam ederken, bir yandan da ülkesinin siyasi istikrarını (istemeden) sarsıyor. Brezilya’daki gelişmeler acaba 1990’ların İtalya’sı gibi mi olacak? Latin Amerika’da iş adamlarının siyasi hayattaki çok önemli ağırlıkları ve payları dikkate alındığında İtalya örneğinin mantıklı ve gerçekçi olduğu kabul edilecektir. Ne dersiniz? Ekim ayını bekleyelim, görelim.