Bundan 25 yıl önce, 7 Nisan 1994 günü, Afrika’nın göller bölgesinde, kıtanın fazla ilgi çekmeyen ülkelerinden Ruanda’da, devlet başkanının uçağı başkent Kigali yakınlarındaki havaalanına inmek üzere alçalırken yerden atılan füzeyle düşürüldü. Uçaktaki 7 kişi arasında Cumhurbaşkanı Juvenal Habyarimana’ya ilaveten, mevkidaşı, komşu ülke Burundi’nin lideri Cyprien Ntaryamira da bulunuyordu. Her ikisi de Hutu etnik kökenli idi. Uçaktan sağ çıkan olmadı.
Ruanda ve Burundi, Göller Bölgesinde “Hutu” ve “Tutsi”lerin yaşadığı iki küçük ülke olup, nüfusları 10-12 milyon civarındadır, doğal kaynakları hayli sınırlıdır. Her iki ülkede de hutular çoğunluk (yüzde 85) Tutsiler ise azınlıktır (yüzde 15). Hutular Fransızca, Tutsiler İngilizce konuşurlar.
Sömürgeci ülkelerin, böl ve yönet politikaları doğrultusunda, çiftçilik yapan Hutular ile hayvancılıkla uğraşan Tutsiler yıllar içinde birbirlerine rakip haline getirilmişlerdir. Ruanda’yı, Belçikalılardan devralan Tutsi yönetimi 1959 yılında Hutular tarafından devrilmiş, ülkelerini terk etmek zorunda kalan çok sayıda Tutsi, diğer komşu ülke Uganda’ya göçerek orada yerleşmiş, örgütlenmiş. Uganda makamlarının desteğiyle Uganda topraklarında kurulan Ruanda Yurtsever Cephesi (Rwandan Patriotic Front-RPF) ülkelerinin yönetimini tekrar ele geçirmek üzere silahlı mücadeleye başlamış.
1990 yılında Ruanda sınırını geçen RPF güçlerinin ilerlemesi, bir süre sonra Ruanda ordusu tarafından durduruluyor, 1993 yılında Arusha Barış Anlaşması (Tanzanya) ile taraflar arasında çatışmalara ara verilmesine rağmen, askerlerin terhisi, silahlı güçlerin birleştirilmesi ve iktidarın paylaşılmasını öngören bu barış anlaşmasının uygulanması, karşılıklı güven eksikliği ve uluslararası toplumun yeterli desteği sağlayamaması nedeniyle mümkün olmuyor.
Arusha anlaşmasıyla sağlanan çatışmasız dönemde, gerginliklerin devam ettiği, taraflar arasında güven tesis edilemediği, karşılıklı kin ve nefret duygularıyla barış karşıtı hazırlıklara girişildiği, uluslararası gözlemciler tarafından itiraf edilmektedir. İşte bu koşullarda, 7 Nisan 1994 tarihinde, Ruanda cumhurbaşkanı Juvenal Habyarimana’nın füze saldırısıyla öldürülmesinin yol açtığı öfkenin tetiklemesiyle, “suikastı asi Tutsilerin (RPF)” gerçekleştirdiği dedikodularının yayılmasının ardından, ülkeyi 30 yıldır yöneten Hutu iktidarının, sokağa saldığı silahlı Tutu milisleri, ülkedeki Tutsi azınlığa karşı büyük bir katliama girişmişler, neticede 100 gün içinde 800 bin civarında Tutsi kökenli Ruanda vatandaşı öldürülmüştür. Ülkenin kuzeyine hakim olan RPF askerlerinin güneye doğru ilerleyişi ve temmuz ayı ortasında başkent Kigali’yi ele geçirmesiyle soykırım sonunda durdurulabilmiştir.
Ülke yönetiminin Tutsilerin eline geçmesi üzerine, 2 milyon civarında Hutu ve özellikle soykırım sırasında katliamlara karışmış olanlar, komşu ülkelere kaçmışlardır. Demokratik Kongo Cumhuriyetine (DKC) yerleşen 1 milyonun üzerindeki Hutu milisi, bu ülkedeki yönetim zafiyeti, ve istikrarsızlıktan yararlanarak “Ruanda'nın Kurtuluşu için Demokratik Güçleri” kurmak suretiyle, bir yandan Kigali’ye tehdit, diğer yandan DKC yönetimi için, uzun yıllar sürecek, kaos ve istikrarsızlık kaynağı haline dönüşmüşlerdir. Afrika’nın yüzölçüm olarak 3. nüfus itibarıyla 4. büyük ülkesi olan, doğal kaynaklar itibariyle kıtanın en zengin ülkelerinden kabul edilen DKC, Ruanda soykırımının yansımaları ve bölgedeki diğer istikrarsızlıklar neticesinde, 2-3 milyon mültecinin yaşadığı, yabancı silahlı milislerin değerli madenleri talan ederek ülke dışına kaçırdığı, başta Uganda ve Ruanda olmak üzere komşu ülkelerin vekalet savaşları yürüttükleri , “ne savaş, ne barış” halinin süreklilik kazandığı ve ebola hastalığı denince akla gelen bir ülke haline dönüşmüştür.
Bundan 25 yıl önce, 1994 yılının nisan-temmuz ayları arasında öldürülen 800 bin Tutsinin anısına, 7 Nisan 2019 tarihinde, Ruanda’nın başkenti Kigali’de 250 bin soykırım kurbanının cesetlerinin gömüldüğü alanda inşa edilen soykırım abidesi önünde düzenlenen törende konuşan devlet başkanı Paul Kagame, ülkenin artık tekrar bir aile haline geldiğini vurgulayarak 100 günlük yas ilan etti. Törene Afrikalı liderler yanında, AB Komisyonu başkanı ve Belçika başbakanı da iştirak ettiler.
Ruanda’nın güçlü lideri Paul Kagame, soykırımın ardından Ruanda halkının birbirine kenetlenerek güçlü bir aile haline geldiğini ileri sürse dahi, ülkenin soykırım travmasını geride bıraktığına inanmak hayli zor. Kamuya açık alanlarda artık Hutu ve Tutsi ayrımı yasaklanmış olsa dahi, insanların evlerinde hala eski kimlikleriyle yaşamayı sürdürdüklerine dikkat çekiliyor. “Hepimiz Ruandalıyız “ mesajının daha uzun süreler “yayında” kalması gerektiği anlaşılıyor.
Soykırımın 25. yıldönümü anma törenlerine Fransa’dan kimin katılacağı konusu Ruanda kamuoyunda ciddi merak konusuydu. Törenlere Ruanda doğumlu bir Fransız milletvekilinin katılması Kigali’de hayal kırıklığına yol açtı. Zira, Ruanda makamları soykırım konusunda Fransa’yı suçlamayı sürdürüyorlar. İleri sürülen suçlamalardan ötürü iki ülke arasında ciddi gerginlikler yaşandığını hatırlıyoruz. Törene Cumhurbaşkanı Macron’un, veya ağırlıklı bir bakanın katılmasının, Ruanda yönetiminin ve halkının derin acısını hafifleteceğine inanıldığından sembolik değeri yüksek bir iştirak söz konusu olacak idi.
Soykırımla ilgili araştırmalardan, Hutu yönetiminin soykırım hazırlıklarını 2 yıl öncesinden planlamaya başladığını, kullanılacak Hutu milislerinin bu amaç çerçevesinde yetiştirilerek hazır hale getirildiğini, para temin edildiğini, öldürülecek Tutsilerin isim ve adreslerinin listeler halinde belirlendiğini, gerekli silahların tedarik edilerek gizli yerlere saklandığını (bu amaçla Çin’den binlerce pala ithal edilmiş), cumhurbaşkanının uçağının düşürülmesiyle düğmeye basıldığını anlıyoruz. (Ruanda soykırımını merak edenlere 2004 yapımı Hotel Rwanda filmini izlemelerini hararetle öneririm.)
Fransa’nın 1990 yılından itibaren Ruanda’da güçlü bir mevcudiyeti bulunduğu, RPF liderliğinde Kigali’ye karşı mücadele eden İngilizceci Tutsiler karşısında, Fransızca konuşan Hutu yönetimini açık biçimde desteklediği, Cumhurbaşkanlığı muhafız birliğini ve Ruanda jandarmasını Fransız askeri uzmanların eğittikleri, bu iki gücün soykırımda ağırlıkla rol aldıkları, bugün, Paris dahil, tüm çevrelerin kabul ettiği hususlardır. Fransa’nın elinde tehlikenin yaklaştığını gösteren bir çok bulgu mevcut olmasına rağmen, arazide görevli Fransız yetkililerinin bu işaretleri bizzat görerek Merkezi (Paris’i) uyarmalarına karşın, Fransa Dışişleri ve Savunma bakanlıkları ile dönemin cumhurbaşkanı François Mitterand, yaklaşan gerçeği görmek istememişlerdir.
Öte yandan, soykırımın tüm sorumluluğunu sadece Fransa’ya atfetmek adil bir yaklaşım olmayacaktır. Arusha anlaşmasının ardından, 1993-94 yılları arasında, bölgede görev yapan Birleşmiş Milletler ve Belçika askerleri, uluslararası teşkilatlar, Ruanda Katolik Kilisesi ve nihayet başta ABD olmak üzere uluslararası toplum, aynen Fransa gibi, yaklaşan soykırıma inanmak istememiş ve harekete geçmemiştir. Dönemin ABD başkanı Clinton ve Belçika başbakanı Ruanda halkından özür dilemişler ancak Fransa henüz özür ifade etmemiştir.
Soykırıma ilişkin yanlışlarını uzun süre reddeden, hatta günahın Tutsi asilere (Paul Kagame ve silah arkadaşlarına) ait olduğunu ileri süren Fransız makamları, 15 yıl sonra, farklı bir noktaya gelmiş, tarihi bir sorumluluklarının olabileceğini kabul etmişlerdir. Eski cumhurbaşkanlarından Nicolas Sarkozy değerlendirme hataları, siyasi hatalar yaptıklarını ve sonuçların çok dramatik olduğunu 2010 yılında Kigali’yi ziyareti sırasında ifade etmiştir.
Soykırımın 25. yıl dönümü vesilesiyle, cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, geçen hafta, 1990 -94 yılları arasında Fransa-Ruanda ilişkilerine dair derin bir arşiv araştırması yapılmasının kararlaştırıldığını açıklayarak, bu amaçla 9 tarihçi ve araştırmacı görevlendirmiş, çalışmanın sonuçlarının 2 yıl içinde açıklanacağını duyurmuştur. Bu araştırmanın Fransa’nın soykırım döneminde oynadığı rolün karanlıkta kalan taraflarını aydınlatması beklenilmektedir.
Bu vesileyle, Fransa’nın, Ruanda soykırımına dair sorumluluğunun tespit edilmesi amacıyla tarihçileri arşivlerde görevlendiren cumhurbaşkanı Macron’un, 1915 ermeni olaylarının araştırılması için Türkiye’nin yaptığı ortak tarih komisyonu kurulması ve arşivlerin karşılıklı açılması önerisini maalesef dikkate almadığını hatırlatalım. Ne yazık ki, Fransız siyasetçileri, 104 yıl önce, 1. Dünya Savaşı koşullarında meydana gelen ve karşılıklı derin acılara yol açan tarihi olayların aydınlığa çıkarılmasından ziyade, tarihin Ermeni versiyonunu, ifade özgürlüğü hilafına zorla empoze etmek suretiyle, Fransa’da yaşayan Ermeni diasporasının oylarının peşinde koşmaya devam etmektedir.