Sartre, edebiyatın el kitabı olmuş, Edebiyat Nedir? (1982; çev. Bertan Onaran)'in başlangıç yazısında, "Yazmayı düşünen bütün gençlere, şu ilk soruyu sormaz mıyız hep: 'Söyleyecek bir şeyiniz var mı?' Bunun anlamı şudur: başkalarına aktarılacak kadar değerli bir şeyiniz var mı?" uyarısını yapar. Yazmak isteyenlere yöneltilecek ikinci soru, "dünyanın hangi görünüşünü örten perdeleri kaldırmak istiyorsun, bu ortaya çıkarışla hangi değişikliği getirmek istiyorsun?" olacaktır. Üçüncü soru ise yazarın yazma seçimine yöneliktir: "neden şunun değil de bunun sözünü ettin ve -mademki değiştirmek üzere konuşuyorsun- neden şunu değil de bunu değiştirmek istiyorsun?" Üçüncü sorunun hemen bitiminde durup üç soruluk sürece baktığımızda Sartre, bu sorularıyla edebiyat metninde 'konu' önceliğinden yanadır deriz. Oysa üçüncü sorunun hemen devamında, "İnsan bazı şeyleri söylemeyi seçtiği için değil, onları belli bir biçimde söylemeyi seçtiği için yazardır." yargısıyla karşılaşırız ki bu, edebiyatın kurmaca metninde biçim-içerik dengesine götürür bizi.
Akranlarından hayli geç zaman sonra sınava girerek hatırı sayılır bir üniversitenin 'tarih' bölümüne kaydolmuşken "roman yazmak istediği için" aynı üniversitenin 'edebiyat' bölümüne geçen yazarın, başkarakteri divan şiiri akademisyeni Şener Büyüktürk'ün Sergüzeşti (İthaki, 2021) adlı ilk romanını okurken Suut Kemal Yetkin'in şu uyarısını özellikle dikkate aldım: "Bir romanı, romancısının özel yaşamı veya çevresiyle aydınlatmaya çalışmaktan daha yanlış, daha yararsız bir şey olamaz." Evet, Suut Kemal'in uyarısını önemsedim ancak Sartre'ın, yazımın başlığının esini üç(üncü) sorusunu da göz ardı etmedim.
Anlatıcısının "bu satırları yazdığım" dediği 1970'lerin tam ortasındaki roman, ustalıklı zaman geçişleriyle 1950'lerin başlarındaki anılarla zenginleşir. Edebiyat; yazarı, şiiri, romanı, üniversitesi ve ortamıyla romandadır. İki önemli karakter, üniversite hocası ile gayrimüslim öğrencisinin, Aleko ahbabı Sait Faik için "bizdendi" üzerine değerlendirmeleri, romanın yürüdüğü ana ekseni gösterebilir. İmparatorluk dönemiyle yeni rejimdeki azınlık algısı da dikkat çekicidir romanda. "Gayrimüslimler bir yana, Müslümanların bile muteber vatandaş olabilmeleri için Türk oğlu Türk olmaları lazım" gelen bir Türkiye romandır okuduğumuz.
İhsan Çankaya (d.1979), "söyleyecek bir şeyi" olduğu için ve açıkçası, "perdeleri kaldırmak" istediğinden yazmış, bunu belli ediyor. Onun tartışılacak olan yanı, "neden şunun değil de bunun sözünü etti[ği]" olmalıdır. Romanın, İstanbul Üniversitesinde Türkoloji bölümünün divan şiiri hocası, derslerinde divan edebiyatı geleneğinin başat şiiri 'gazel' türünün erkeklere yazıldığını söyler. Üstüne üstlük, onun saygıdeğer hocası da aynı görüştedir ne var ki fincancı katırlarını ürkütmemek için bu görüşünü dillendiremez. Osmanlıda evli bir Müslüman kadının, kendisinden aşağı seviyede sayılan Yahudi erkekle yaşadığı evlilik dışı ilişki nedeniyle recmedilmesi… Varlık Vergisi ile mal varlıklarına el konulan azınlıklar ve ardından malum 6/7 Eylül olayları… Anlatılan başkalarına bir de edebiyatın kurmaca metinlerine yönelik yeni yaklaşımı ekleyiniz. Yazarın metninde bıraktığı boşlukları okurun doldurması yani yazarın söylediklerinden onun söyle(ye)mediklerini çıkarmak da dikkate alındığında "perdeleri" aralamış Çankaya, "belli bir biçimde söylemeyi seçtiği için yazar"dır.
Şener Büyüktürk'ün Sergüzeşti romanı, başkarakteri akademisyen anlatıcı, "Benim için 1953 yazının en mühim ikinci hadisesi kız kardeşim Muazzez'in evliliğidir." cümlesiyle başlar. Bu ilk cümlenin ustalığıyla okuru 'birinci hadise' hakkında meraklandıran Çankaya, romanın hemen başlarında anlatısının şahıslar kadrosunu kurar. Kadıköy'ün Moda semtindeki bu kalabalık kadro, anlatıcının 18 Mart 1953'te semte taşınmasıyla oluşuverir. Yazarın, "neden şunu değil de bunu değiştirmek" kaygısıyla oluşturduğu, ilgililerinin gerçek yaşamda karşılıklarını bulabileceği kadrosu önemlidir. Romandakilerin gündemi 50'lerin Türkiye'sidir.
Edebiyat ortamında dönemlerin, kişilerin ya da eserlerin bazı durumlarda edebiyat dışı ölçütlerle değerlendirildiğine tanık olmuşuzdur. Örneğin "İkinci Yeni Şiiri" söz konusu edilecekse değerlendirmeler 'şiir bilgisi' üzerinden yapılır, dönemin şairleri beğenilir ya da eleştirilir. Oysa konu "divan şiiri" ise şiir bilgisi dışında ölçüler öne çıkar çünkü bu dönem bir geleneğin adıdır. Bir kültürü temsil eden dönem ve şairlerine bakılırken, yapılanın/yazılanın beşerî bir eylem olduğu göz ardı edilerek farklı bir 'değer' atfedilir, eleştiri kapsamının dışına çıkılır. Başkaca pek çok konu/örnek yanında, hayli uzun dönemin onca şiirinde geçen "meyhane" sözcüğünün hemen her dizede dünyalık olandan ayrılarak tasavvuf bağlamında yorumlanması, üzerinde durulmaya değer somut örnektir. Bu nedenle 'divan şiirinde erkek seviciliği' konusunda "perdeleri kaldırmak" isteyen hocanın işi pek de kolay değildir.
Yusuf Kamil Şener, derslerinde klasik şiirin "hat" sözcüğünü, 'ayva tüyü' değil de 'bıyık' ya da 'sakal' olarak açıklar. Onun bu açıklaması, Namık Kemal'in, divan şiirine yönelik "Lisân-ı Osmânî'nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazatı Şâmildir" yazısındaki eleştirilerin bir devamıdır. Eski şiire yönelik biçimsel eleştiriler bir yana, burada sıklıkla örtülmeye çalışılan zihniyet/değer eleştirisi söz konusudur. Şiirdeki "hat" sözcüğü eğer 'ayva tüyü' ise gazel, 'kadın' sevgiliye yazılmıştır. Öyle değil de 'hat' sözcüğünün anlamı, Yusuf hocanın öğrencilerine söylediği gibi 'bıyık' ya da 'sakal' ise gazeldeki sevgili erkektir. Ahmet Paşa'nın, "Okudum hattın lebinde kim gubâr-ı müşg ile/ Çeşme-i can üzre yazmış sûre-i Kevser güneş." beyti, tartışmanın fitilini ateşler. Bu beyitte, yeni yetme "sevgilinin misk kokan bıyığı gayet ince ve belirsiz" yani üç ayetlik Kevser Suresi benzeri seyrektir ya da "gubâr" (toz) gibidir. Şairlerin, sevgilinin sakallanmasından yakınışı buradan mülhemdir.
Osmanlının şiirindeki 'güzel/sevgili kimdir' tartışması; seçilen örnek beyitler, öğrenciler ve hocalarıyla yalnızca sınıfın ders konusu olmaktan çıkar. Hocanın, üniversiteden kovulmuş hocası Abdülkadir Develi, "Allah bizi o devirlerde bulundurmayıp günahtan korumuş. Biz de şimdi merhumların sapıklıklarını tekrar tekrar söyleyip günaha girmeyelim." ister. Aynı üniversitede gelenekçi Hazım Hoca ise "hat, hâl, hamam, harâbât, mahbûb, şarap, sâkî gibi kelimelerin tasavvufî manalar taşıyan mazmunlar olduğu" görüşündedir. Şiirlerdeki bütün kelimelere sözlük anlamının dışında tasavvufî anlamlar yükleyen Hazım Hoca'nın aksine Yusuf Kamil Şener, "mahbûb erkek sevgilidir" der. Ona göre sevgili kadın olsaydı sözcüğün, müennesi "mahbûbe" yazılması gerekirdi. Anlaşılan o ki Yusuf Hoca, dönemine eleştirel bakışıyla bilinen Latifî'nin Tezkire kitabıyla Walter G. Andrews'in "Tasavvufun ve Dinin Sesi" (Şiirin Sesi, Toplumun Şarkısı, 2017; çev. Tansel Güney ) değerlendirmesi ya da İsmet Zeki Eyubğlu'nun Divan Şiirinde Sapık Sevgi (1968) kitabına benzer pek çok yazıyı dikkatlice okumuştur. Latifî, "İrfan zümresi için gizli ve saklı değildir ki, şiirin konularının ve malzemelerinin çoğu mahbub ve içki gibi sözler ve şarap ve sevgili gibi mecazlardır. Eski üstadların en büyükleri, halkı yanıltmak için sözlerini mecaz giysisine büründürmüştür." (Aktaran, Walter G. Andrews) derken zamanından habersiz ya da şuursuz değildi herhalde.
Varlık Vergisi yüzünden Robert Koleji bırakmış, Rum olduğundan akademik yaşamda yeri olamayacağını anlamış, divan şiirini özümsemiş aktör öğrencisi Aleko ile homoseksüel ilişkisini açık seçik anlatmaktan çekinmeyen Yusuf Hoca, divan şairlerinin Müslüman olduğunu ancak evliya olmadıklarını kabulle örtüleri kaldıracak, çok zamandır tartışılan görüşlerini de saklamaz: "Divan şairlerimiz kadın bulamadıkları için değil, genç erkeleri beğendikleri, kadınlardan güzel buldukları için onlara meyletmişlerdir." Dersinde; İpek, Aleko ve Esat gibi duyarlı öğrencilerin olduğu bir sınıfta, pek çok şairden örnek beyitler vererek "Onlar hissettiklerinden, yaptıklarından utanmamışlar ki böyle şiirler yazmışlar. Şu halde biz neden onların yazdıklarından utanalım?" diyen Yusuf Hoca'yı dinleyebilmeliydik.
Recm, İslam kültüründe sert uyarılarla yasaklanmış 'zina' suçunu işleyenlere uygulanan 'taşlayarak' öldürme cezasıdır. Ne var ki hem suç olan 'zina' hem de bu suçun karşılığı olacaklardan biri 'recm' cezası, karmaşıklığı nedeniyle tartış(ıl)maya açıktırlar.
Hocasının asistanı Ahmet Münip Koçak'ın dergisinde "tarihimizde recm vakası" yazısını okuduktan sonra olayın romanını yazmaya kalkışan Yusuf Hoca, şiirde yaşadıklarının benzerleriyle karşılaşır. Hazım Hoca'nın yerinde bu kez tarih kitaplarının "vesikalı yalanlarla dolu" olduğunu söyleyen Rüçhan Hoca vardır. Ona göre "Osmanlı'da zina ettiği için devlet eliyle katledilen bir kadın yoktur" ve üstelik bu cezanın, "Müslüman bir kadının Yahudi'yle zina ettiği için" verilmiş olması asla mümkün değildir. Şairini öldürtmeyen Osmanlının şairi nasıl ki bir insan olarak arzusunu ve yaşadığını yazamaz ise tebaasından birini öldürtmeyen devletin halkından biri de kendisinden aşağıdaki azınlık halkıyla cinsel ilişkiye giremez.
"Neden evli bir Müslüman kadın evli bir Yahudi'yle zina eder? Nasıl olur da bir Yahudi ölümü göze alıp evli bir Müslüman kadınla cinsî münasebet kurar? Yoksa bunlar masum muydu? Peki, o adam, Abdullah, niçin karısını ve Yahudi'yi ihbar ederek ateşe attı? Tebaasının şeriata ters düşen sayısız fiilini görmezden gelen Osmanlı neden Ayşe ile Mihail'e bu denli ağır bir cezayı reva gördü?" Bu sorulara benzeyen "pek çok sual" akademisyen Yusuf Hoca'yı kurmaca metin yazmak için kışkırtır. Şener Büyüktürk'ün Sergüzeşti romanının, akademisyen hoca ile tarihi romanlarını okuyarak büyüğü Ahmet Münip Koçak arasındaki roman üzerine konuşmalardan oluşan 4. kısmı, kendi içinde bir romanıdır. Divan şiiri konusundaki 'homoseksüellik' sorununa bir de 'lezbiyenlik' eklenen bu bölümde, Yusuf Hoca'yı kışkırtan soruların karşılığını bulmak bir yana romanın nasıl yazılacağına dair önemli ipuçları da ediniriz. İlerleyen bölümlerde Aleko'nun da müdahil olacağı romanda Yusuf Hoca, durum gereği bazı değişiklikler yapmayı göze alır. Anasının zoruyla sevgilisini terk edip evlendiği Hamiyet'ten ayrılacak Yusuf Kâmil'in, "Belki Nesteren'le evlenseydim böyle hasta da olmazdım ve Aleko sadece bir öğrencim olarak kalırdı" itirafı, yazılanın özetidir.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sodom ve Gomore romanıyla Şener Büyüktürk'ün Sergüzeşti'ndedir. Açık ve örtük adlarıyla başkalarının da yer aldığı romanda Yusuf Kâmil Şener ile şiir bilir sevgilisi öğrenci Aleko, mezattan aldıkları kitapları eve götürürlerken Narmanlı Yurdu'nun önüne geldiklerinde Yusuf Hoca, "Osman Baykoca da bir vakitler burada kiracıymış." der. Onun, "Adamcağız parasızlıktan perde alamıyormuş. Gazete kâğıtlarıyla odasının camlarını kapatırmış." açıklamasıyla Osman Baykoca adının Ahmet Hamdi Tanpınar yerine kullanıldığı anlaşılır. İlerleyen sayfalarda pek çok kez adı geçer Baykoca'nın ve şiirlerinin çalıntı olduğuna varıncaya dek sanatçılığı ve düşünceleri eleştirilir. Yusuf Hoca her ne kadar gazetede tefrika edilirken "üç bölüm" olan romanın kitap olarak basıldığında "dört bölüm" olmasını, "iyi planlanmış romanda müellifi bu kadar büyük tadilat yapar mı" diye eleştirse de son kertede kendi romanını Baykoca'nın "Terkip" romanının planıyla yazmaya karar verir. Bu süreçte roman yazmaya dair ne çok ayrıntıdan haberdar oluruz. Romanın sonunda, çoklukla Baykoca'nın konuştuğu edebî diyalog, hem yazma sürecini hem de romanı tamamlamış olur.
Şener Büyüktürk'ün Sergüzeşti romanında Varlık Vergisi ile başlayıp da 6/7 Eylül olaylarına uzanan süreci, bir belgesel akıcılığıyla okuduğumu söylemeliyim. Bu bölüm, Yusuf Hoca'nın, Varlık Vergisi nedeniyle kolejden ayrılan, Rum olduğu için akademide olamayan öğrencisi Aleko'dakine benzer biçimde azınlıklar konusunda da toplumsal bir yüzleşmeyi de vurguluyor. "Kıbrıs Türk'tür Türk kalacak!" naralı, azınlıklara dönük yakıp yıkmalı gecede olup bitene tanık olmuşken Aleko'ya "Gene de halkımız Türklüğü seveni sever, Türklüğe hizmet edene hürmet eder; kim olursa olsun, ne olursa olsun. Yolunda azimle yürürsen, işinde sebat edersen kimse sana bir şey yapamaz memleketimizde." diyebilen Yusuf Şener Hoca şaşırtır bizi. Tıpkı, kendisi Aleko ile homoseksüel ilişki yaşarken başka kadınla yakaladığı eşinden boşanma davası gibidir bu. İşte, "Cehennem ateşiyle yanıp akabinde buz gibi sulara girerek, kafamıza inen sayısız çekiç darbesiyle, yani acıyla, eziyetle şekillen"miş Türk olmak!
Yazarının dükkânını anımsatan enva-ı çeşit zenginlikleriyle Şener Büyüktürk'ün Sergüzeşti, 'belli bir biçimde' anlatımıyla 'ders konusu' olacak romandır. Bana kalırsa Terkiye bu romanı okumalı, konuşmalı ve bu ülke kendisiyle yüzleşmeyi denemelidir.
Hasan Öztürk kimdir? Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. İlkokulu ve ortaokulu Araklı'da okudu, ardından Trabzon Erkek Öğretmen Lisesini bitirdi (1978). Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Selçuk Üniversitesi) mezunu (1983) Hasan Öztürk, yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisinde, 'kitap' eksenli yazılarıyla başladı. Sonraki yıllarda -bir ya da iki yazısı yayımlananlar kenarda tutulursa- Millî Kültür, Türk Edebiyatı, Matbuat, Türkiye Günlüğü, Polemik, Virgül, Liberal Düşünce, Gelenekten Geleceğe, Dergâh, Arka Kapak ve Cumhuriyet Kitap adlı dergiler ile 'Edebiyat Ufku' , 'K24' ve 'Gazete Duvar' adlı sanal ortamlarda yazıları yayımlandı. Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa süreli (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı 'kitap kültürü' dergisini yönetti ve dergide yazdı. Hasan Öztürk, 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında Roman Kahramanları, Kitap-lık, Edebiyat Nöbeti ve KE adlı dergiler ile 'T24 Haftalık' ve 'Aksi Sanat' sanal ortamlarında aralıklarla yazmaktadır. Edebiyatın, daha çok kurmaca metinlerine yönelik yazılar yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017) ve Üç Duraklı Yolculuk (2021) adlı kitapları yayımlanmıştır. |