Edebiyat ortamında adlarını şiir ya da öykü ve roman gibi sanat metinleriyle duyurmuş edebiyatçılardan pek çoğunun bir de ‘öğretici’ türdeki yazıları vardır. Yayıncılar, okurlarının çoklukla sanat metinleriyle tanıdığı edebiyatçıların ilgi gören sanat kitaplarını tekrar tekrar basıp çoğaltarak yazar-okur ilişkilerini dengeleyip edebiyat ortamını canlı tutarken bir yandan da amaçları gereği işin ekonomik boyutunu kontrol ederler. Sanatçı yazarların öğretici yazıları, çok okunan sanat metinlerine oranla sınırlı okur kitlesiyle ekonomik getirisi cılız kaldığından yayıncıların pek de ilgisini çekmez. Öne çıkmış, sayısı az bazı yazar ve kitaplar kenarda tutulursa sözünü ettiğim dergi ve gazetelerdeki bu öğretici yazılar, aktüel zamanından sonraki yıllarda çoklukla da yazarının ölümünden sonra kitaplaşır.
Burada bir liste yapacak durumda değilim lakin Ahmet Hamdi Tanpınar’ın makaleleri ile Peyami Safa’nın “objektif” yazıları hayli zamandır kitap olarak elimizin altındadır. Halit Ziya Uşaklıgil, Haldun Taner, Abdülhak Şinasi Hisar, Sabahattin Ali, Sait Faik gibiler de dergi ve gazete yazıları sonraki yıllarda özverili edebiyat emekçilerinin titiz çalışmalarıyla kitaplaşmış sanatçılardan birkaçıdır. Bu, öğretici yazıların kitaplaşma sürecinde Refik Halit Karay’ın on sekiz kitaplık külliyatını okumamızı sağlayan Tuncay Birkan’a her birimiz teşekkür borçluyuz. Yakın bir zamanda, romancı Reşat Nuri Güntekin (1889- 1956) de Cumhuriyetimiz & Paris Notları (Haz. M. Fatih Kanter, 2024) kitabıyla uzun bir aradan sonra yeniden öğretici yazıları kitaplaşan sanatçılara eklendi.
Reşat Nuri, bizde ‘cumhuriyet dönemi edebiyatı’ denildiğinde akla ilk gelecek üç isimden biridir. Diğer iki kişiyse Halide Edip Adıvar (1882-1964) ile Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1889-1974)’dur. Dikkat edilirse rejimin kurucusuyla akran olan bu üç kişi, ‘cumhuriyet dönemi edebiyatı’ için kurucu sanatçı sayılan başka bazıları gibi imparatorluk döneminde doğup yetişmişlerdir. Yakından bakıldığında dönemle ilgili başka pek çok yazar adıyla karşılaşılacağı gibi andığım bu üç adın ‘cumhuriyet rejimi’ ile yakınlık ölçüsü de hayli farklıdır. Halide Edip, ‘kurtuluş’ aşamasında söz yerindeyse omuz omuza olduğu kurucu önderiyle ‘kuruluş’ aşamasında yollarını ayırmak ve ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Onun, yeni rejimin kurulduğu Türkiye’ye dönüşü ve itibarını kazanışı Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonraki İsmet İnönü iktidarında mümkün olabilmiştir. (Bu sürece tanık olmak isteyenler, İpek Çalışlar’ın Biyografisine Sığmayan Kadın: Halide Edip kitabına bakabilirler.) Rejime ve dolayısıyla da kurucusuna derin bağlılığıyla bilinen Yakup Kadri, rejimden ilk darbeyi 1923 seçimlerinde Manisa beklerken Mardin mebusu seç(tir)ilmekle yemiştir. 1930’ların ortalarında elçilik göreviyle Ankara’dan apar topar uzaklaştırılan Yakup Kadri, yıllar sonra geri döndüğünde rejim köprüsünün altından çok sular geçmiş olduğu gibi kendisi de vaktiyle Alp Dağları’nın ardından gelmiş Yakup Kadri değildir artık. (Yakup Kadri’nin Politikada 45 Yıl kitabı, kendisinin Cumhuriyet rejimiyle yazılan ortak tarihidir.)
Reşat Nuri, edebiyatımızdaki yaygın kanıyla Çalıkuşu romancısıdır. Bu romanın şöhretiyle edebiyat yaşamını taçlandıran Reşat Nuri, sonraki her bir eserine bu romanından bir parça pay vermiştir denilebilir. 1922’de ilkin tefrika edilip ardından kitaplaşan romanın böylesine ünlenip okunmasında asıl öge edebiyat dışıdır. Mustafa Kemal, Büyük Taarruz öncesindeyken cephede okuduğu Çalıkuşu romanını kamuoyuna mal etmiştir ki edebiyat dünyamızdan az çok haberdar olan herkes bu iltifatı bilir. Bu böyleyken 1936’da yeniden basılan Çalıkuşu romanının pek çok kısmının değiştirildiğini ne az kişi bilir. Bu operasyonu belki Atatürk de bilmez. Roman bu yönüyle ‘kurtuluş’ ile ‘kuruluş’ aşamalarındaki Halide Edip’in kaderini yaşamıştır diyebilirim. Çalıkuşu, Anadolu romanıdır ancak aynı değerde bir Cumhuriyet romanı değildir. Reşat Nuri’nin asıl Cumhuriyet romanı, sipariş üzerine yazdığı Yeşil Gece (1928)’dir. Cumhuriyet rejiminin yüzüncü yılında, bugünün devrimci kadrolarının açmazı, Yeşil Gece romanının, sonunda sıfır elde var sıfırla mücadele meydanından “inkılabın doğduğu yere” dönmek mecburiyetine kalırken “dört yol ağzına” geldiğinde hangi yolu seçeceğini şaşırıp “Çok doğru söylemişler… İnkılâp denilen şey bir günde olmuyor.” diyerek “ortadaki” yolu seçmek zorunda kalan Şahin Efendi’den pek de farklı değildir.
Akranı iki yazara göre rejimle ‘barışık’ bilinen Reşat Nuri’nin dergi ve gazete yazılarıyla oluşturulan Cumhuriyetimiz & Paris Notları, beş bölümlük bir kitap: I. Bölüm: Milli Mücadele, Cumhuriyet ve Atatürk; II. Bölüm: Sosyal, Kültürel ve İktisadi Hayat; III. Bölüm: Sanat, Dil ve Edebiyat; IV. Bölüm: Eğitim; V. Bölüm: Paris Notları. Yazıların hemen her birinde; uyumlu, etliye sütlüye pek karışmayan eğitimci Reşat Nuri’yle baş başayız.
Reşat Nuri, “eserinin tohum ve çiçek hâlinden çıkarak meyve hâline gelmiş ilk mahsullerini görmüş” Atatürk’ün ölümü üzerine yazdığı (15 Kasım 1938) yazıda samimi ancak oldukça iddialı bir ifade kullanır: “Atatürk etten, kemikten yapılmış bir insan olarak aramızda yaşadığı müddetçe Kemalizm bir meslekti. Fakat o düne kadar yattığı hasta yatağından bir ideal olarak kalktığı ve söylemeye başladığı zamandan itibaren Kemalizm bizim için bir din kutsiyeti almıştır.” Yazıdaki ‘meslek’ ile ‘din’ sözcüklerine iyi bakmak gerekir. Meslekte verilen görevi yapıp yapmadığımızı kontrol eden birileri vardır bu nedenle somut olarak bir denetleme söz konusudur. Dinler, inananlarından manevi bir bağlanış bekler, iman edenlerin bağlılıklarını sürdürmeleri için de uyarıcılar gönderir ve sonunda mutluluk vaatlerinde bulunur. Rejiminin “ilk mahsullerini görmüş” Atatürk, bugünlere tanık olabilseydi Reşat Nuri’nin “din kutsiyeti” kazanmış dediği Kemalizm için ne derdi bilemem ama Reşat Nuri’nin gerekçesi, Kemalizm ibadetlerinin ‘layıkıyla’ yapılmadığı olurdu herhalde.
Anadolu halkının, Cumhuriyet’i kuramsal bilgilerle değil de “hayırlı eserleri ile tanımış” ve rejime “iman etmiş” olduğunu söyleyen yazarın yönetim değişikliği benzetmesi hayli ‘romantik’ geldi bana: “Başka memleketlere kan ve ateş fırtınaları ile giren ve yıllarca süren çarpışmalarla yerleşen bir rejimin bize berrak bir camdan süzülen sabah aydınlığı tatlılığı ile ve hemen hiçbir buhran ve reaksiyona sebep olmadan girmiş ve yayılmış olmasındaki hikmeti burada aramalıdır.” (31 Ekim 1939). Yani “Anadolu halkının cahil kısmı”nın Cumhuriyet rejime “iman etmiş” olmasında ve bunun da “imanın en makbulü” olmasında. Tereyağından kıl çeker gibi bir devrim! İsyanlar, İstiklal Mahkemeleri, Takriri-i Sükûn, I. ve II. Meclis, kapatılan Fırka’lar… Böyle tatlılıkla ve kolaylıkla gelmiş bir rejim, toplumsal yaşamda derin iz tutar mı dersiniz. Rejimin emekçileri duymasın.
Reşat Nuri’nin Cumhuriyet bahsinde beş yazısıyla Halkevleri üzerinde durması, bu mekânlardan beklenen verimin alınamadığını gösteriyor ancak o, pek eleştirmiyor. Ona göre rejimin halk ile buluşma yeri olacak Halkevlerinin işlevsel olanları varken aralarında “şu veya bu sebeplerden yerinde sayanlar da” olmuştur. Anadolu romancısı, Anadolu’daki gözlemlerini sıralayıp en sonunda “Bir Halkevini Ziyaret” (12 Eylül 1944) yazısında “bu bir hayaldir” diyerek olmasını istediği Halkevlerini yazar. Onun bu ütopik Halkevi yazısı, Yakup Kadri’nin üç dönemi anlatan Ankara romanıyla çok benzerdir. Romanın ilk iki bölümünde Ankara’nın gerçeklerini anlatan Yakup Kadri de son bölümde olmasını istediği ütopik Ankara’yı yazar.
Türkiye’nin 30’lu ve 40’lı yıllarındaki ‘günlük yaşam’ biçimleriyle ilgilenecekler, Reşat Nuri’nin ‘toplum’ yazılarından yararlanmalıdır. Akademisyenler, romancılar, sinema ve belgesel yapımcıları, politikacılar vs. yüz yıl önceki Türkiye’yi ve özellikle de İstanbul’u, yirmi bir yaşında “viran bir Anadolu kasabasında” öğretmenliğe başlamış yazarın dikkatli gözlemleriyle tanıyabilirler. Reşat Nuri’nin bu yazılarında anlattığı; ulaşım araçları, taşradaki yaşam koşulları, yemekler ve giysiler, gazete dağıtıcıları, devlet daireleri, alışveriş, Anadolu insanının içtenliği gibi durumlar, onun sanat metinlerinde tanık olduklarımızdır. “Aramızdan Bazıları: Borçlunun Haritası” (16 Mayıs 1939) başlıklı yazıyı okuyunca “Mukaddes Emanet” öyküsünün Tahir Efendisini borçları nedeniyle çarşıda sokak değiştirirken görür gibi oldum.
Cumhuriyet’in romancısı Reşat Nuri’nin “edebiyat” yazılarında sayıca fazla ‘dil yazıları’ dışında ‘rejimin edebiyatı’ yok gibidir. Yazılarda ‘inkılap edebiyatı’ adına bir söz olmadığı gibi kavram olarak ‘edebiyat’ da pek yer bulamamıştır. Tanpınar’ın, Peyami Safa’nın, Abdülhak Şinasi’nin, Refik Halit’in, Sait Faik’in, Haldun Taner’in yazılarındaki edebî derinlik, Reşat Nuri’de yoktur. Bu, ideolojik/toplumsal donanımsızlık ya da “maarif müfettişi edip” kültürüne bağlanabilir. Dil çalışmalarının kurumsal çizgide beklenen hızla ilerlemediğinden yakınan Reşat Nuri, bir yazısında dile yönelen politik müdahaleyi de eleştirir: “Türk dilini bir zamandan beri sık sık politikaya karıştırıyoruz ki hiç doğru olmuyor. Çünkü onun gerçeklerini görmek için tam bir tarafsızlık ve zihin sükûneti lazımdır.” (9 Haziran 1947). Bu “bir zaman” ne zamandır, bilinseydi keşke.
Romanlarının pek çoğunda öğretmenleri başkarakter yapan Reşat Nuri’nin bu yönelişinde onun öğretmen/eğitimci olarak Anadolu deneyimlerinin etkisi önemlidir. Onun “eğitim” yazılarında anlattıkları, romanlarındaki iyiliksever öğretmenlerin çalışmalarıdır. Reşat Nuri’nin vaktiyle üzerinde durduğu eğitim politikalarında, okullaşma oranında, üniversite sınavı vb. konularda bir hayli değişiklik olmuşsa da yakınılan bazı sorunlar bugün de yerli yerinde duruyor ne yazık ki. “Nihayet şimdilik üniversitede bilgi kapılarını zorlayan gençlerin cemiyetteki ekmek kapılarını zorlamaya başlayacakları günü pek de uzak görmemek zorundayız.” (14 Kasım 1944) diyen Reşat Nuri hiç de yanılmamış görünüyor. Onun zamanında “umumi okuma zevki ise talebemizde maalesef devede kulak” (4 Mayıs 1941) idiyse bugün de böyledir. Tıpkı, “iyi çalışmış çocuğun boş zamanında yapacak bir şey bulamaması çok fena” olması gibi. Dikkat ettim, ‘cumhuriyet’ bahsinde Halkevleri, ‘edebiyat bahsinde dil yazıları öne çıkan Reşat Nuri ‘eğitim’ konusunda ısrarla matematik üzerinde duruyor. Türkiye’nin uluslararası kayıtlardaki Türkçe ve Matematik yetersizliği eski bir yaraymış demek ki. Kitabın “eğitim” bölümündeki, “Bir Dört Yol Ağzında Konuşma” (27 Mart 1945) yazısından söz etmek istiyorum. Vaktiyle “k24” adresinde (1 Aralık 2016; haz. Tuncay Birkan) okuduğum ve yaratıcı yazarlık ile edebiyat sosyolojisi çalışmalarında başat metinlerden gördüğüm bu yazı, “eğitim” değil de “edebiyat” bahsinde yer alsın isterdim.
Öncesini pek bilemem ama 1720’de “fevkalâde elçi” olarak Paris’e gönderilen Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’den bu yana Paris bizim için rüyalar ülkesidir, yakın zamanlar için bunda Yahya Kemal’in payı önemlidir. Tanpınar’ın ve Sabahattin Eyuboğlu’nun Paris yazılarından sonra Reşat Nuri’nin “Paris Notları” bana biraz yavan geldi açıkçası. Yolculuk ve Paris için günlük yaşam notları tutan Reşat Nuri yerine, sanat-edebiyat mekânlarını dolaşan romancı Reşat Nuri’yi okuyabilmeliydim notlarda.
Rejimin dil çalışmalarında aktif görevler üstlenmiş Reşat Nuri’nin yazılarında ‘dil devrimi’ etkisini göstermemiş gibidir. Cumhuriyet öncesinde doğmuş yazarların geleneğe dönük sözcükleri var onun da anlatımında. Onca yazıda; kamutay [Meclis], sorav [sorumluluk], saylav [milletvekili], ödev benzeri yeni sözcükleri birer kere gördüm, o kadar.
Reşat Nuri, “Edebiyatın Mesuliyeti Bahsi” (5 Nisan 1941) yazısında, “Bizde münevverin bir nevi vardır ki, kendi mesleğine ait bilgilerde kuvvetli, fakat umumi hayat, fikir ve sanat meselelerinde çocuk kadar saftır.” diyor. Anılan kitabın ‘Sunuş’ yazındaki bir cümle “Türkiye Cumhuriyeti’nin inşa sürecindeki aydınların rolü yadsınamaz bir gerçektir…” sözleriyle başlıyor. Durum böyleyken Reşat Nuri’nin “Münevverin Vazifesi” (Memleket, 14 Mart 19447; haz. Tuncay Birkan) başlıklı önemli yazısı kitaba alınmamış. Reşat Nuri’nin, Ahmet Rasim’den yola çıkarak yazdığı “Kalem Namusu” (Yeni İstanbul, 10 Ocak 1952; haz. T. Birkan) başlıklı aydınlatıcı yazı da kitabın “edebiyat” bahsinde yok ne yazık ki. Bu iki yazı, Reşat Nuri’ye bakışım(ız)ı değiştirebilecek yazıdır. Vaktiyle Reşat Nuri Güntekin’in Tiyatro ile İlgili Makaleleri (haz. Kemal Yavuz, 1976) adlı bir kitap yayımlanmıştı. M. Fatih Kanter, ‘Sunuş’ yazısında hiç olmazsa kitabın adını verebilirdi.
Cumhuriyetimiz & Paris Notları, boyu nispeten uzamış bir kitap. Kapakta; Paris için bir kule, Cumhuriyet için de kara tren resmi var. Orta yerde ise Atatürk fotoğrafı… Reşat Nuri’nin ‘Güntekin’ soyadı neredeyse kaybolmuş. Kitabın kâğıdı inceldikçe incelmiş. Sayfayı çevirirken kâğıdın arkası görünecek gibi oluyor, bunun için ‘vay be ekonomi, neler ettin bize!’ demekten başka çaremiz yok. Gelin, bu kez de romancı olmayan Reşat Nuri okuyalım.