- Murat Akan merhaba… Sizinle ikinci romanınız Sansar, Baykuş ve Tomson hakkında konuşalım istiyorum. Yeni romandan önce yazı sevdası hayli öncelere uzanan Murat Akan kimdir, bunu bilelim isterim.
Canik Dağları’nın eteklerindeki küçük bir köyde doğdum. İlkokul üçe kadar bu köyde okudum. Babam çalışmak için İstanbul’a gidince bir yıl sonra da annem, ben ve kardeşlerim yanına gittik. Önce Gültepe’de sonra Seyrantepe’deki kendi ellerimizle yaptığımız gecekonduda oturduk. Sanayi Mahallesi’ndeki Başarı İlkokulu’nda İlkokulu bitirdim. Babamın yetmişli yılların başlarında kâğıdı çıktı; işçi olarak Almanya’ya gitti. Sonra sırasıyla bizi de aldı yanına. Babam bir elyaf fabrikasında vardiyalı çalışıyor, annem ise sabaha karşı 04.00’te temizliğe gidiyordu. Annemin kalktığı saatlerde ben çoğu zaman yatağımda kitap okuyordum. Baktım ki işçi olmak bana göre değil, yarım bıraktığım okul hayatına yeniden döndüm. Ortaokulu Berlin’de tamamladıktan sonra Türkiye’ye dönerek liseyi bitirdim, üniversiteye girdim, Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldum.
Gecekondudaki odamızda beş kardeş aynı yatakta yatıyorduk. Uyumadan önce uydurduğum öyküleri kardeşlerime anlatıyordum. Benim hikâye etme alışkanlığım işte böyle başladı. Her fırsatta sinemaya kaçıyor, okul kitaplarımın arasına sıkıştırdığım Tommiks, Teksasları okuyor, bunlara ilave olarak çöplükte (Seyrantepe Çöplüğü) bulduğum Jules Verne ve Kemalettin Tuğcu kitaplarının beni sarıp sarmalayan o güzel havalarına kaptırıyordum kendimi.
Seksenlerin başında öyküler yazdım, dergilere gönderdim, yarışmalara katıldım; bir sonuç alamadım. Sonra yazdıklarımı yırtıp attım. Çalışmaya, okumaya ve yaşamaya devam ettim: Önce yaşayacak, okuyacak ve sonra yazacaktım…
- Yeni romana geçmeden ilk roman Kuş Kısmak, sözümüzün başlangıcı olsun. İlk kitap, hele de ilk roman… Bir heyecan olduğu kadar bir ölçüdür bu ilk kitaplar. Nasıldı yansımalar?
Çok güzel yansımalar aldım beni mutlu eden. “Hocam, kitap bitmesin diye ağır ağır, sindire sindire okudum,” diyen okuyucularım, “Valla Murat, beni şaşırttın, bir çırpıda okudum,” diyen arkadaşlarım oldu. Adnan Binyazar hocama gönderdim; nesnel eleştirilerini öğrendim, benim için çok yararlı oldu. Okuyucularımdan aldığım olumlu tepkiler beni yüreklendirdi.
Çok değerli şair Necdet Arslan ve edebiyatçı sevgili Münire Çalışkan Tuğ, Kuş Kısmak üzerine inceleme yazıları kaleme aldılar. Yine bu ilk romanımla ilgili söyleşiler yayımlandı.
- Her iki roman da alıntılarla başlıyor. Dünyanın düşünce ve edebiyat kitabına adlarını yazdırmışlardan alıntılar bunlar. Öğretici bir kitap değil de ‘roman’ alıntılarla başlıyor, metnin içindeki göndermelerin işareti sanki bu, ne demektir? Bir alıntıyla ‘roman’ sorayım ben de. Gerçekten “Eğer Tanrı evrenin öyküsünü anlatabilseydi, o zaman evren bir romana dönüşür” mü idi Forster’ın dediği biçimde?
Bilirsiniz, yazma süreci bütün yönleriyle bilinçli bir eylemdir. O yüzden seçilen her sözcük, her cümle öyle gelişigüzel seçilip oraya konmamıştır. Her sözcük bir gösterge olduğuna göre, o göstergelerin de göndermeleri olacaktır. Bu iki romanda okura, metni okumaya geçmeden önce şu kısa alıntıları okursanız, gerçek hayatı değil, gerçek hayattaki imgeleri anlatmak istediğimi göreceksiniz, demek istedim. Dolayısıyla Avner Ziss’in “Sanat, imgeler aracılığıyla gerçekliğin yeniden üretilmesidir,” diye tanımladığı gibi, ben de gerçekliği yeniden ürettiğimi söylüyorum.
Tanrı evrenin öyküsünü anlatamadığı için evrenin öyküsünü anlatabilen sanatçılar doğmuştur; o yüzden de sanatçının diğer adı yaratıcıdır. Kaldı ki günümüzün çağdaş sanatçıları çoklu evrenleri anlatıyorlar artık (Matt Haig, Gece Yarısı Kütüphanesi). Ayrıca Tanrının anlattığı diğer evrendeki öbür dünyada cehennem var; oysa sanatçıların anlattığı evrenlerde güzelin özü vardır. Bu öz insanın yaşama sevincini yakalamasını sağlar; Demokles’in kılıcı gibi tepesinde sallanıp duran ölüm korkusunu savuşturmasına yardım eder.
Kanımca hem sanatçılar hem bilim adamları çoklu evrenlerin romanını yazıyorlar. Rollo May’in Yaratma Cesareti adlı eserinde aktardığına göre George Bernard Shaw, kemancı Heifitz’in konserine gittikten sonra eve dönünce, “Azizim Mr. Heifitz, karım ve ben konserinizle büyülendik. Böylesine güzel çalmayı sürdürürseniz genç yaşta öleceğiniz muhakkak. Kimse tanrıların kıskançlığını kamçılamadan böylesine mükemmel çalamaz. Sizden her akşam yatmadan önce kötü bir şeyler çalmanızı içtenlikle istirham ediyorum…” diye mektup yazar. Bu nükteli sözlerin altında derin bir gerçeklik yattığı bellidir (Rolla May, Yaratma Cesareti).
Bundan dolayıdır ki evrenin öyküsünü ezgi, söz ve sesle anlatabilen yalnızca sanatçılardır.
- Jale Parla, başucu kaynağımız Don Kişot’tan Bugüne Roman kitabında, “Bir romancı daha romanına başladığı anda roman türünü değiştiriyor demektir.” diyor. Siz bu romanı yazmaya başlayınca romanda neyi/neleri değiştirmek istediniz ya da değiştirdiniz?
Gerçekte bu romanı tasarlamaya başladığımda romanda bir şeyi ya da bir şeyleri değiştirme ereğiyle yola çıkmadım. Ama bu evrenin bir anında yaşanmış bir öyküden yansıyan hüzünlü ışıkları anlatmak istedim. Marquez, kendisiyle yapılan bir söyleşide, bir romanımı (sanırım, Kırmızı Pazartesi) yazmak için otuz yıl bekledim, der. Tabii bunun belli nedenleri vardır. Şu sıra yazdığım -hâlâ- üçüncü kitabımı da sayarsak yaklaşık kırk yıl bekledim bu romanları yazmak için.
Bu sorunuzun yanıtını Kuş Kısmak romanını kapsamlı bir biçimde inceleyen değerli şair Necdet Arslan veriyor (Edebiyat Nöbeti, Sayı: 52): “…Bu noktadan bakılınca ‘grotesk’ yaklaşım anlayışının tümüyle reddedilmesine tanık olursunuz. …Ayrık aktarıcı tekniklerinin ve tüm ‘artistik’ formların bu romanda buluşturulmasında spontane, özgür, istenilen ve gerekli olan bir yerde, kendi sanatının şahikasında tutar. …Köyden kasabaya gidiş, kalış ve dönüş süreçleri, ait olduğu geceyi başka bir gösteri sahnesine dönüştürür; belki de tek bir oyun bütünlüğünde mutlak ironikleştirir ve biz okurları o düşsel gondola binmeye çağırır. Okurun bu metaforik uzama bağlanması açısından nitelikli bir buluş tekniğidir. …”
- Jale Parla, andığım kitabında “Edebi metinlerden alacağımız zevk, o metin yoluyla ‘bilgilenmek’ ile o metinden ‘esinlenme’nin karışımı bir şeydir.” diyor. Romanınızı okurken Türkiye’nin 60’lı yıllarından sonraki tarihsel akışını öğrenirken Karadeniz rüzgârıyla da sarılıp sarmalandık. Kitabın arka kapağındaki “Bu roman, okurları sadece bir adamın hikâyesini değil, aynı zamanda bir ülkenin toplumsal hafızasını ve bireylerin bu hafızadaki yerlerini de keşfetmeye davet ediyor.” cümlesi beni doğruluyor. Siz bunu nasıl başardınız?
Tam da Jale Parla’nın ifade ettiği gibi zevk duyma, bilgilenme ve esinlenmeyi önceliyorum. Sansar, Baykuş ve Tomson’un arka kapağında yer alan yukarıdaki cümle gerçekten romanın bir özeti gibidir. Bu yayıncımın bir tespitidir; çok da yerindedir. Bunu nasıl başardığıma gelince -ayrıca bu da tartışılır- büyük üstat Yaşar Kemal sayesinde -eğer başarabilmişsem-başardığımı söyleyebilirim. Onun; Torosları, Çukurova’yı, Hemite’yi anlatması bana yol gösterdi; bu iki romanın ve şimdi yazmakta olduğum üçüncü romanın üzerlerinde Yaşar Kemal’in esintisi olduğu bir gerçektir.
Sözlerimi ünlü Edebiyat Bilimcisi Prof. Gennadiy Nikolayeviç Pospelov’un, “… Ancak yazarın yargısı gerçek kişiler üstüne değil, fakat bir çağda ve belirli bir ülkedeki, bütünlemesine toplumsal kesim ve hareketlerin yaşamından asal nitelikleri kendilerinde cisimleştiren toplumsal karakterler üstüne, yaratılmış kahramanlar üstünedir. …Yazarın meydana getirilen karakterle ilgili düşünsel-heyecansal yorumun, gerçekten onların yaşamının nesnel, asal niteliklerine, en genelde ulusun yaşamı içindeki anlam ve konumlarına ve de tarihsel gelişimin perspektiflerine uygun olması, toplum için büyük önem taşır.” cümleleriyle desteklemek isterim. ‘Tomson’ karakteri ülkenin tarihsel-toplumsal gelişimi incelendiğinde, altmışlardan sonra ortaya çıkan, bir kurtarıcı bekleyen, kendisi hiçbir eylemde bulunmayan bir halkın cisimleşmiş halini temsil etmektedir.
Murat Akan
- Kuş Kısmak’ın Canik eteklerindeki gençleri, Sansar, Baykuş ve Tomson’da yetişkinler ve yaşlılar… Sanki bir tür ‘ırmak roman’ okuduk. Walter Benjamin “aura” sözüyle Mihail Bakthin de “kronotop” ile anlatıyor sanat eserini yeşerten bu büyülü ortamı. Sizde ise bu ortam, Canik eteklerindeki kasabalar, köyler… Yer adlarıyla harita bilgileri… Romanı okurken “Kalandar Soğuğu” filmimi seyrediyor saydım kendimi. Romanın atmosferini soluduğumuz ‘mekân’ ne anlatmalı okura?
Nasıl Yaşar Kemal ve Orhan Kemal Çukurova’yı, John Steinbeck Salinas Vadisi’ni, Mark Twain Mississippi’yi, Gabriel Garcia Marquez Macondo’yu anlatmışsa, ben de elimden geldiğince Caniklerin etekleri ile Yeşilırmak Ovası’nı anlatmaya çalıştım bu iki romanda. Üçüncü romanımda da sürdürüyorum anlatmayı. Bu roman bittiğinde sizin söylediğiniz “ırmak roman”ın ortaya çıkmasını umut etmek istiyorum…
“Sanat eserini yeşerten büyülü ortam” sözünü ne güzel düşünmüşsünüz! İşte bu büyülü ortama tanıklık ettiğim, bu büyülü ortamda yaşadığım için yazıyorum. Cinlerin, perilerin cirit attığı o masalsı ortam kaybolup gitmesin istedim. Yaşar Kemal’in Demirciler Çarşısı Cinayeti romanı, “O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çekip gittiler.” cümlesiyle başlar. Sanırım bu cümledeki yalnızlık ve hüzün duygusu herkesi derinden etkilediği için Yaşar Kemal’le ilgili en çok bilinen cümle olmuştur. Peki, Yaşar Kemal o nehir romanlarında (Akçasazın Ağaları 1-2) neyi anlatmaktadır? Feodaliteden kapitalizme geçerken yok edilen bataklıkların, sazlıkların, verimli Çukurova düzlüklerinin, ormanların ve börtü böceklerin ağıtlarını anlatır. Aynı şeyi “Son Kuşlar” adlı öyküsünde Sait Faik de dile getirir. Yahya Kemal “Eylül Sonu” şiirindeki “o büyülü ortamı” yüreğimizin ta derinliklerinde hissetmez miyiz?
Günler kısaldı... Kanlıca’nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.
Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa...
Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa...
* * *
“… mekânı sanatsal olarak ele almada, edebiyatın, plastik sanatlardan ve resim sanatından daha olanaklı olduğu yanlar da vardır. Nesnelerin dil yoluyla anlatılmasını kullanarak, yazar, bir imgeden ötekine sonsuz bir çabuklukta geçebilir ve okuyucuyu çeşit çeşit olay ve eylem yerlerine kolayca götürebilir. …” (Edebiyat Bilimi, Gennadiy N. Pospelov, s.104) Alıntıladığım bu paragrafta söylendiği üzere, okuru, bir imgeden ötekine sonsuz bir çabuklukla geçirirken çeşit çeşit olay ve eylem yerlerinde yaşatabilir.
- Roman türünün ayırıcı yanlarından birinin ‘karakter yaratmak’ olduğu yaygın kanıdır. “Kendi dışındaki köylüleri sıcak bok üzerine konan iğrenç, yeşil karasineklere benzet”en Tomson, gerçeklik kazanmış bir karakter sanki. Siz, sakladığı paranın yerini ölürken bile yakınlarına söylemeyen böylesine inatçı Raif’ten nasıl oldu da Tomson çıkardınız? Her gün gazete okuyan, Marifetnâme kitabını elinden düşürmeyen Tomson, “Namazdan sonra zuladaki rakı şişesi ile bardakları çıkarıp masaya koydu” ise bir bildiği mi vardır onun?
Hayattaki ‘gerçek bir kişi’den esinlenerek roman kişisi Tomson’u yarattım. Bir karakter yaratıp yaratamadığımı romanı okuyup inceleyecek olanlar ile eleştirmenler ortaya koyabilir. Bu tip, çocukluk yıllarımdan beri takip ettiğim bir kişiydi. Ta o günlerde bir gün onu anlatmayı kafama koymuştum. Ben yalnızca birkaç gerçeği alarak onu işledim, gerçekliği yeniden yorumlayarak bütünüyle yeni bir kişi yarattım. Bu kişi yani Raif; roman bittiğinde Tomson’a dönüşmüştü…
“Kitaplarındaki çıkış noktan nedir?” sorusuna, “Albaya Kimseden Mektup Yok’ta çıkış noktası, Barranquilla’da pazarın açılışını bekleyen bir adamdı. Adam bir çeşit sessiz endişeyle bekliyordu. Yıllar sonra Paris’te kendimi aynı endişeyle bir mektup -herhalde bir para havalesi- beklerken buldum ve o adamın anısıyla özdeşleştim.” diye yanıt verir Marquez. Otuz sekiz yıllık yalnızlığın nasıl bir şey olduğunu anlamak isterken Tomson gibi bir tip çıktı ortaya.
“Namazdan sonra zuladaki rakı şişesi ile bardakları çıkarıp masaya koydu” ise bir bildiği mi vardır onun?” sorunuzu şöyle yanıtlayabilirim: Elbette bir bildiği olduğunu düşünüyorum; Kuran’da içkiyle ilgili birçok ayet vardı, o bu ayetler arasındaki farkları biliyordu. Çünkü hem Kuran hem tefsir okuyordu… Nasıl ki Orhan Kemal’in Kabak Hafız’ının ve diğer roman karakteri imamların bir bildikleri varsa! Ayrıca hacı olduktan sonra içki içmeye devam eden hacılara da tanık oldum.
- Kendi adıma söyleyeyim ki Sansar, Baykuş ve Tomson kitabını, bölgenin sözler ve nesneler müzesini gezer gibi okudum. Gördüklerim: beş ya da on dört numaralı yarı isli cam lambası, kuzine, boncuk mavisi çinko çaydanlık, kara barutla doldurulmuş fişek ve onun küçük el makinası, kanaviçeli yastık, cila kargaları… Duyduklarım: halüç, gacemer, meşlek, zaan, arkalık, corlaik, lepsi, alaf, gırnaç, kanayaklı… Şimdi açık seçik sorayım: Seçilmiş ya da atanmışların böyle bir müzeden haberleri oldu mu, gezdiler mi müzeyi?
Öncelikle gurur verici sözlerinizden dolayı çok çok teşekkür ederim. Beni onurlandırdınız. Sizin bu kısa ama can alıcı, özgün soru ve değerlendirmeleriniz, eminim Türk Edebiyatı içindeki yerlerini alacaktır.
O seçilmiş ya da atanmışların bu ‘müze’den haberleri olduklarını düşünmüyorum. Ancak bir keresinde Kuş Kısmak romanımla TRT Radyo 1 Gecenin İçinden programına katılacaktım ama romanımın içeriği nedeniyle sansürlendim.
- Sansar, Baykuş ve Tomson, bir Türkiye müzesi aynı zamanda: şarkılar ve şarkıcılar, darbeler, filmler, romanlar ve romancılar, siyasetçiler, sivil toplum kuruluşları, dini ve siyasi örgütler… Adı geçenlerin adları listeye gelemez burada. Bunca malzemeyi ‘ne ara’ buldunuz. Siz ne yazdınız, bize söyleyin: Film senaryosu mu, siyaset tarihi mi, belgesel mi, antoloji mi?
Siz bu soruları sorunca, hah tamam işte attığım taş yerini bulmuş, dedim kendi kendime. Ben roman yazdığımı sanıyorum. Ülkenin toplumsal siyasal tarihi romanın konusu olmaktan ayrı düşünülemez çünkü romancı da bir insandır, bu toplumsal siyasal ortamın etkisi altındadır. Bertolt Brecht, “Yazarlar için en iyi öğrenme yöntemi, aynı zamanda öğreterek öğrenmektir. Yazarlar için bilgiye erişmenin en iyi yolu, başkalarının da erişmesini sağlamaktır. …” diye yazar “Sosyalist Gerçekçilik Üzerine” adlı makalesinde. Ben de Sansar, Baykuş ve Tomson’da, genç kuşakları düşünerek yakın toplumsal tarihimizden çarpıcı detayları seçtiğimi söyleyebilirim.
Sonuç olarak, “… yazma işinde, gerçek okumayı olanaksız kılan, gizli bir yarı okuma vardır. Sözcükler kalemin ucunda biçimlendiğinde yazar da onları görür elbet, ama okuyucu gibi görmez, çünkü yazmadan önce tanımaktadır onları, bakışının görevi, okunmayı bekleyen bu uyuyan sözcükleri okşayarak uyandırmak değil, imlerin akışını denetlemek, düzene koymaktır… … Yazar ne öngörür, ne de görünüşe göre düşünür: tasarlar.” diye açıklar yazma sürecini, Edebiyat Nedir? adlı eserinde Jean-Paul Sartre.
- Teşekkürler… Okurunuz çok olsun.
Ben teşekkür ederim, düşüncelerimi açıklama fırsatı bulduğum için.
Hasan Öztürk kimdir? Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisindeki yazılarıyla başlayan Hasan Öztürk, sonraki yıllarda; -bir iki yazısıyla adı geçenler sayılmazsa- Milli Kültür, Türk Edebiyatı, Türkiye Günlüğü, Polemik, Liberal Düşünce, Dergâh, Arka Kapak adlı dergiler ile K24, Gazete Duvar ve Aksi Sanat adlı sanal ortamlarda yazdı. Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa sürelik (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı "kitap kültürü" dergisini yönetti ve dergide yazdı. 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında, Roman Kahramanları ve Kitap-lık dergileriyle T24 Haftalık ve Sanat Kritik adlı sanal ortamlarda aralıklarla yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017), Üç Duraklı Yolculuk (2021) ile İktidarın Gölgesi ve Roman (2022) adlı kitapları yayımlandı. Hasan Öztürk'ün ilk yedi kitabını konu edinen "Hasan Öztürk'ün Eleştirel Denemeciliği" (Zeynep Şule Şahin, Ahi Evran Üniversitesi, Kırşehir 2023) adlı yüksek lisans tezi hazırlanmıştır. |