Benim belleğime "mektup" sözcüğü Zeki Müren üstadın, "İbibikler" şarkısının sözleriyle yerleşmiştir: "Mektubunda diyorsun ki: 'Gel gayrı!'/ Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım." Bekir Sıtkı Erdoğan'ın "Kışlada Bahar" şiirinden bestelenen bu şarkıyı Nesrin Sipahi, Ziya Taşkent ve Mustafa Sağyaşar ustaların sesinden de dinledim lakin benim kulaklarımdaki ses Zeki Müren sesidir.
Sözlerinde "mektup" geçen o şarkıyı dinlediğim günlerde okuryazar olduğum halde mektup yazdığımı sanmıyorum. Mektup yazmaya, 70'lerin başlarında tezkeresine kısa süre kalmışken bir kaza kurşunuyla ölen asker akrabama yazmakla başlamış olmalıyım. Mektuplaşmaya ise büyük şehirde lise ve ardından üniversite okuyan hukukçu aile yakınımla başladım. (Sonrasında beni okuma ve yazıyla da aynı aile dostum buluşturdu.) Ve ardından bugünlere geliş… Yazdığınız kişiye göre değişik biçimleri olsa da bir mektubu yazıp bitirmenin öyle bir çırpıda oluveren kolaylıkla olmadığını yazanları bilir. Hatırlayınız, mektup yazmayı -özellikle de aşk mektubu yazmayı- öğreten kitaplar satılırdı vaktiyle; Sabahat Emir'in, Örnekleriyle Mektup Yazma Sanatı (1974) anımsadıklarımdan biridir. Hele bir de okuma yazması olmayanların mektuplarını yazmak vardı ki sormayın gitsin. Dikte bitince yazdığınızı söyleyene okumak zorunda kalmışsanız durumunuz ağır demekti. Hikâye uzun ancak toplumsal ve teknolojik gelişmeler, mektubun yalnızca yazısını yok etmedi, bir zarfın içine doldurduğumuz muhabbeti de çekip aldı bugünkü yaşamlarımızdan. Bugünlerde artık ben de mektup yaz(a)mıyorum, tam tersine başkalarının yazdığı mektupları okuyorum.
Mektubun mahremiyeti varken başkasına yazılan bir mektubu okumak… Aklımıza ilk gelen çok kere "özel mektup" olduğundan başkasının mektubunu okumanın uygunsuzluğu belleklerimize yerleşmiş oysa durum hiç de öyle değildir. Bir bakınız ne çok kişi/ler mektup yazıyorlar/dı vaktiyle: aile yakınları, sevgililer, eşler, sanatçılar, politikacılar, düşünürler, krallar… Şimdilerde, mahremiyet sınırlarının dışına çık(arıl)mış akıl almaz çokluktaki mektup yazısı, kamusal alandadır ve zamanında bakması yasak okur gözünü, edebi itibarı için kendine beklemektedir. Bir biçimde iletişim sağlayan mektupların ötesindeki eleştiri, deneme, roman ya da öykü gibi mektup türündeki yazıları da göz ardı etmeyelim.
Başka gözlerden saklanan özel mektupların bir zaman sonra müzedeki eşya benzeri kamuya açılması, yazarlarının niyeti ve rızası ile düşünülmesi gerekir gibi geliyor bana. Böyle olsun isterler miydi acaba? Neticede yazarının/sahibinin olmaktan çıkmış mektupları okurken Milan Kundrea'nın Gülüşün ve Unutuşun Kitabı romanında "yazarlık" sorununa verdiği mektup örneği dikkatimi çekti: "Sevgilisine günde dört mektup yazan kadın bir yazma hastası değildir. O sadece âşıktır. Ama, sevgililerine yazdığı mektupların fotokopilerini bir gün yayınlayabilmek amacıyla çektiren dostum, bir yazma hastasıdır." Kundera'nın bu uyarısıyla Milena'ya Mektuplar ile Piraye'ye Mektuplar aklıma düştü hemencecik.
Başkalarının mektuplarıyla ilkin Türkçe ya da Edebiyat ders kitaplarında karşılaşmış olmamız gerekir. Lisedeki bir arkadaşımın, bana gönderdiği zarfa koyduğu teyzesine yazılmış mektup, gözümün değdiği ilk "özel mektup" olmalı. Aşkale'de asteğmenlik görevimdeyken talimat gereği okuduklarımı da bu "özel alana müdahale" kapsamına ekleyeyim. Şinasi'nin annesine ya da Lüsiyen Hanım'ın şair eşi Abdülhak Hamit'e yazdığı mektubu yıllar sonra okurken "tarifsiz kederle içinde" hissediyorum kendimi. Ne çok kişinin mektuplarını okudum sayamam elbette, basılışından bir zaman sonra okuduğum Tanpınar'ın Mektupları (1974; haz. Zeynep Kermen), ilk mektup kitabıdır. Bu yazımın konusu mektubun türündekiler, yani zamanında bir kişiye yazılmış mektuplar, kültür tarihinin önemlileridir. Son yıllarda yayınevlerinin özeniyle yayımlanan çok sayıdaki "mektup" kitapları; doğrudan yazarını, yazarın zamanının kültür/sanat ortamını ve edebiyat tarihini ilgilendiren mektupların değerinin anlaşıldığına bir işarettir. Bu zenginlik, edebiyat çevresiyle sınırlı değil elbette.
İlgilileri biliyor ya ilgilenecekler için burada söyleyeyim: Bizdeki "mektup" yazıları için "Türk Dili" (Temmuz 1974) ve "Hece" (Haziran-Temmuz-Ağustos, 2006) dergilerinin mektup özel sayıları iki önemli başvuru kaynağıdır. Bu iki başvuru kaynağına önemli başka "seçki" kitaplarının eklenmesi gerekirse de TDK'nin Güzel Yazılar 6: Mektuplar (2017; 1.baskı 1997) kitabını anmakla yetineyim. Abdullah Cevdet'in mektubunun yer aldığı kırk dört mektuplu kitap, "Mektuplar Üzerine Birkaç Söz" yazısıyla tür bilgilerimizi de özetler. Adı "İctihad" dergisiyle bilinen ve "Batıcılık" görüşleriyle Cumhuriyet rejimine yol açmış göz doktoru Abdullah Cevdet (1869-1932), 29 Kasım'da kalp krizi geçirerek öldüğü İçtihad Evin'den Peyami Safa'ya yazdığı mektupla seçkidedir. Yirmi yaş küçüğü Peyami Safa'ya "Peyami Safa Bey Oğlumuza" hitabıyla yazılan mektubun tarihi 26 Temmuz 1932'dir.
Abdullah Cevdet
Düşünce dünyamızın önde gelen isimlerinden, Fransız İhtilali'nin yüzüncü yılında birkaç arkadaşıyla birlikte ışıksız karanlık bir odada İttihad-ı Osmani Cemiyeti'ni kurmuş Dr. Abdullah Cevdet'in, "Edebiyat" gazetesinin bürosunda dergiler hakkındaki konuşmasını dinlediği Peyami Safa'ya mektup yazma gerekçesi onun dergilerle ilgili bazı görüşleridir. Mektuptan anlaşılan o ki "Türk Yurdu", "İctihad" ve "Sebilü'r-Reşad" dergileri hakkında konuşan Peyami Safa, "Türk Yurdu" ile "İctihad" dergilerinin misyonlarını tamamladığını söyleyip "Sebilü'r-Reşad'ın müdafaa ettiği zühdilik kal'olundu" demiştir.
Peyami Safa'nın, "Türk Yurdu hedefine vardı: Türk ümmetlikten çıktı milletliğe girdi." belirlemesine Abdullah Cevdet, "Türk Yurdu'nun vazifesinin bitmiş olduğunu zannetmek pek yufka görmektir." karşılığıyla itiraz edip düzenli olarak gönderdiği "İctihad" dergisini okumadığını düşündüğü genç yazarı, "senin nesildaşların ve senin neslini takip eden neslin yaptıkları gibi sen de okumuyorsun" diye açık açık uyarır. "Peyami Safa ile nesildaşları da okumuyor idiyse biz ne yapalım" deyip geçmeyiniz, mektup bu konuyla da ilgilidir.
Abdullah Cevdet'in mektubundan, yüzüncü yaşına gelmiş Cumhuriyet rejimi ve onun partisini bugün de tartışmasız ilgilendirdiğini düşündüğüm bir bölümü aktarıyorum: "Menemen hadisesini takip ve Türk Ocakları'nın lağvedilmesine takaddüm eden ayların birinde Reisicumhur, Aydın Türk Ocağı'nı ziyaret ediyor, oradaki gençlere: 'Efendiler Tabiî civarınızdaki köyleri ziyaret etmiş, hâllerini, ihtiyaçlarını, dertlerini öğrenmişsinizdir. Bana anlatın ben de öğreneyim, istifade edeyim' diyor. Kimsede ses yok. Gazi tekrar soruyor. 'Buraya en yakın köyün mesafesi ne kadardır?' cevap veren yok. Tekrar soruyor. İçlerinden biri: 'Efendim, yirmi dakika' diyor. O: 'Peki, anlatın, bu köyler ne haldedir? İhtiyaçları, dertleri, şikâyetleri nelerdir? Beni bunlar hakkında aydınlatın' diyor. Sükût, sükût. Nihayet, Aydın Türk Ocağı Reisi, eğilerek, bükülerek: 'Efendim, köylere gitmek için araba, otomobil tahsisatımız yok' diyor. Bunun üzerine Gazi Paşa: 'Menemen isyancı şeyhlerinin köy köy dolaşmak için tahsisatları var mı?' diyor." Olayı anlatan Abdullah Cevdet'in genç Peyami Safa'ya sorusu oldukça sert: "Türk gençleri yirmi dakikalık mesafedeki velinimet köyleri ve köylüleri ziyaret etmek için arabaya ve tahsisata ihtiyaç gösterecek kadar 'effeminé', idealsiz ve mealsiz iseler, Türk Yurdu'nun vazifesi bitmiş midir?"
Alıntının ilk cümlesine bakılırsa anlatılanın 1931'in ortalarında yaşandığı söylenebilir ki bu da Cumhuriyet'in onuncu yılına yaklaştığı yıllardır. Onca badire atlatarak rejimini onuncu yılına getirmiş bir kurucunun çaresizliğine ve rejimi yaşatacakların aymazlığına bakar mısınız şöyle bir. 1912'de kurulmuş iken 10 Nisan 1931'deki olağanüstü kongresiyle CHP'ye katılma kararı almış Türk Ocakları'nın kapanışı için Vikipedi bilgisi: "Zaman içerisinde kapsamlı kültürel faaliyetleri ve halkla olan doğrudan ilişkisi, tüm güçleri tek merkezde toplamak isteyen ve bunun için olası muhalefet odaklarını yok etmeye karar veren CHF hükûmeti Türk Ocakları'nı tehdit olarak görecekti. Türk Ocakları'nın partiye devredilmesiyle CHF geniş ve hazır bir kitle örgütüne sahip olacaktı." Köylü/halk adına projeler çok ancak somut uygulamalar umut verici olmamış ne yazık ki… Rejimin sesi/bürokratı olmuş Ahmet Kutsi Tecer'in şiiri dillerde nakarat: "Orda bir köy var, uzakta,/ O köy bizim köyümüzdür./ Gezmesek de, tozmasak da/ O köy bizim köyümüzdür." Ne güzel! Mektuptaki karşılaştırması dikkat çeken Gazi Paşa'nın, 1913'te askerî ataşe olarak gönderildiği Sofya'daki bir kahvaltı anısına not olarak eklediği "Köylü, milletin efendisidir." sözü de kaynak ve içerik belirsizliğini koruyor: Sözün asıl sahibi kimdir ve sözdeki "efendi" hangi anlamdadır?
Abdullah Cevdet'in mektubuyla aynı yılda yaz(dır)ılmış ve Cumhuriyet'in onuncu yılında Maarif Vekâleti'nce yayımlanarak ödül almış On Yılın Romanı (Ethem İzzet Benice, 1933) romanında öylesine hayali bir köy eğitimi/aydınlatması sahnesi vardır ki şaşarsınız. Atatürk bu romanı okuduysa -bence okumamış olamaz- Aydın'da yaşadığı "gerçek" ile romandaki "hayal" arasında şaşırıp kalmış olmalıdır. "Bingöl'ün göğe eren doruklarında"ki "özbeöz Türk köyü" İki Pınar'da, hep bir ağızdan, "Yaşasın Cumhuriyet" diyen köylüleri görmek ne hoş... Hariciyeci Erhan ile müfettiş Turhan, çocukluklarının geçtiği İki Pınar köyünde evlenir, orada kalırlar. Turhan, köyleri dolaşarak kadınları, "Çocuk bakımı. Aile kurumu. Karı kocalık. Sıhhi bilgiler. Kadının çalışması. Türk inkılâbında kadın. Kadının okuması. Ev kadını. İş kadını. Sokak kadını. Kadın ahlâkı. Türk kadınlığının seciyesi" konularında aydınlatırken dolaştığı köylerin her birinde konferans veren Erhan da Fırka programını, Kemalist rejimi, Cumhuriyeti anlayış tarzımızı, İnkılabı ve on yılda neler yapıldığını anlatır köylülere. Hayali bile güzel… İki dönem milletvekilliği yapmış Ethem İzzet Benice'nin, 1950 seçiminde mebus olamayınca "midemizle ve menfaatlerimizle bağlanmamıştık" dediği CHP'den 1952'de istifa ettiğini de belirteyim.
Peyami Safa'yı paylayan Abdullah Cevdet'in mektubundan "kitap" alıntısı yapayım: "Vaktiyle bir erkân-ı harp mirlivamız bana şunu hikâye etmişti: Rumeli 'Vilayat-ı sitte' idaresi varken jandarma umum kumandanı idim. Bulgar çetelerini takip ediyorduk. Bir gün bir Bulgar çetesinin, bir Bulgar köy hocasının evinde gizlendiğini öğrendim. Bir müfreze askerle köyü sardım. Ben yanıma yaverimi ve bir iki nefer aldım. Köy hocasının evine gittim. Kapıyı çaldım. Bir temiz hizmetçi kız açtı. Hocayı sordum. 'Buyurun Dastacolos Efendi şimdi gelir' dedi. Bizi içeri aldı. Bir salona götürdü. Bu geniş salonun her tarafı ciltli ve cümlesi Almanca ve yüksek mevzulu kitaplarla dolu kütüphane idi. Bir Bulgar köyünde böyle mükemmel bir kütüphane nasıl bulunuyor diye hayret ettim. Ben köy hocası olarak ihtiyar, beli bükük, ak sakallı, mariz bir adam karşımıza çıkacak sanıyordum. Birkaç dakika sonra simsiyah sakallı, elbisesi sade fakat temiz, beyaz yakalıklı, iri yarı, simsiyah saçı alameriken iki tarafa taranmış, takriben yirmi yedi yaşında bir Bulgar delikanlı çıktı. Az Türkçe de söylüyordu. Fakat kitaplarının Almanca olmasından Almanca bildiğini anladım. Kendisi ile Almanca konuşmaya başladık. Heidelberg Darülfünunu'ndan felsefe doktoru olarak çıkmış olduğunu ve Bulgar gençleri için en yüksek gayenin ikmal-i tahsil eder etmez, bir Bulgar köyünde köy hocası olmak, Bulgar köylülerini aydınlatmak olduğunu söyledi." Bulgar gencine hayran Abdullah Cevdet, geleceği görür: "Bizim gençlik yalnız Galatasaray ve Fenerbahçe münasebetiyle ortaya çıkıyorlar. Günlük gazetelerin ilk iki sahifesini bu oyunların işgal etmesine hayret ve hiddet etmemek, peygamber sabrına malik olmakla mümkündür."
Yüz yıllık Cumhuriyet rejiminin kazanımlarını görmemiş olmak, abesle iştigal sayılmalıdır. Ne var ki rejimin kazanımlarının bir bir elden gittiğine ve bizzat rejimin varlığının akıbetine dair kaygıların olmadığını da kim söyleyebilir ki… Dikkat ediniz: Bu ülkede ne çok kişi Aslanlı Yol'da yürümek istiyor, ne çok kişi kalabalığa karışıp avurtlarını şişirerek Onuncu Yıl Marşı söylüyor, ne çok kişi "Sarı saçlım, mavi gözlüm" türküsünü söylerken kendinden geçiyor. Bakınız, ne çok kişi 'sosyal medya' uzmanıdır. Oysa rejimin kurucusu, "Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür. Kültür, okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden anlam çıkarmak, ders almak, düşünmek, zekâyı eğitmektir." diyordu.
Bir yanda Menemen isyancılarıyla Bulgar gençleri, diğer yanda Aydın Türk Ocağı ile "Galatasaray ve Fenerbahçe münasebetiyle ortaya çıkıyor" olan gençler… Tahıl ambarımız Konya'dan iki el kadar büyük Hollanda, dünyanın önde gelen tarım ürünü ihracatçı ülkeleri arasındadır. Biz neler söyledik köy üstüne oysa köylü hayat pahalılığı zikrinde. Cumhuriyet'in yüzüncü yılını idrak etmiş ey okur, şimdi sen de gördüğüne bakabilirsin artık!
Hasan Öztürk kimdir? Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisindeki yazılarıyla başlayan Hasan Öztürk, sonraki yıllarda; -bir iki yazısıyla adı geçenler sayılmazsa- Milli Kültür, Türk Edebiyatı, Türkiye Günlüğü, Polemik, Liberal Düşünce, Dergâh, Arka Kapak adlı dergiler ile K24, Gazete Duvar ve Aksi Sanat adlı sanal ortamlarda yazdı. Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa sürelik (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı "kitap kültürü" dergisini yönetti ve dergide yazdı. 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında, Roman Kahramanları ve Kitap-lık dergileriyle T24 Haftalık ve Sanat Kritik adlı sanal ortamlarda aralıklarla yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017), Üç Duraklı Yolculuk (2021) ile İktidarın Gölgesi ve Roman (2022) adlı kitapları yayımlandı. Hasan Öztürk'ün ilk yedi kitabını konu edinen “Hasan Öztürk'ün Eleştirel Denemeciliği” (Zeynep Şule Şahin, Ahi Evran Üniversitesi, Kırşehir 2023) adlı yüksek lisans tezi hazırlanmıştır. |