Hasan Cemal

11 Ağustos 2013

Yol boyu memleket hikâyeleri: Vetolu Türk kahvesi, kavurmalı kahvaltı!..

Bayram sabahı Azizoğlu Caddesi’nde çocuklar cıvıl cıvıl, neşeyle oynuyorlar. İstisnasız oğlanların hepsinin elinde plastikten tabancalar, makineli tüfekler...

KAYSERİ

Diyarbakır’dan sabah erken çıktık, Silvan yolundayız. Önümüzde sapsarı bir ova, göz alabildiğine uzanıyor dört bir yana doğru. Günün ilk ışıklarının vurduğu tarlalardan iç bayıltıcı kokular geliyor.

Ama bu güzelim toprakların neredeyse her karışı acıyla yoğrulduğu için de, kulağıma adım başı yürek burkan bir şeyler çalınıyor.

“Şu su kulesini görüyorsun ya” diyor Abdulhay, “Darbe sonrası 1980’lerin başında bu kulenin dibindeydi sorgu merkezi. Gözler bağlı olarak getirilir, bir tek tuvalette açılırdı. Küçük tuvalet penceresinden su kulesini görünce de, nerede olduğumuz anlardık.”

Dinliyorum, güneşin altında parlayan sapsarı tarlaları seyrederken:

“Her gelen, dayakla birlikte ‘Benim bir suçum yok’ diye başlardı bağırmaya. Sorgucu da, ‘Ulan seni buraya camiden mi getirdiler?’ derdi. Bir seferinde, benim de tanıdığım bir imamı namaz çıkışı alıp gelmişler. Dayak faslıyla klasik diyalog cereyan edince, imam efendi, ‘He vallahi, beni camiden getirdiler’ deyivermiş...”

 

Faili meçhul cinayetlerden çocuklara... 

Tel örgüler... Kum torbaları... Yüksek duvarlar... Nöbetçi kulübeleri... 

Bölgede yıllardır hiç değişmeyen görüntüler. Ve ben bunları gördükçe hep aynı şeyi düşünürüm. Ne zaman ‘devlet’i halktan ayıran bu duvarlar yıkılır, ancak o zaman barış kapımızı çalar.

Silvan’a girerken 1990’ların başındaki faili meçhul cinayetlere, korkutucu Hizbullah hikâyelerine kulak veriyorum. Azizoğlu Caddesi’nde, Mecidiye Mahallesi’nde kim, nerede, nasıl, ne zaman kafasının arkasına sıkılan tek kurşunla...

Bayram sabahı Azizoğlu Caddesi’nde çocuklar cıvıl cıvıl, neşeyle oynuyorlar. İstisnasız oğlanların hepsinin elinde plastikten tabancalar, makineli tüfekler...

Aralarında Galatasaraylı olmayan yok gibi. Neredeyse hepsi Drogba hayranı, hep bir ağızdan Drogba Baba diye bağırıyorlar. Fotoğraflarını çekip tweet atıyorum.

 

Çözüm sürecinde bekleyiş aşaması 

Silvan’ın merkezinde Kültür Cafe. görkemli dut ağacının altına oturuyoruz. Vantilatörler dönüyor, tepemizdeki ince borulardan soğuk su zerrecikleri püskürüyor.

“Çözüm süreci ne alemde?..”

“Durakladı abi...”

“Eski heyecan yok!”

“Hükümetten demokrasi paketi bekleniyor, yani o ikinci aşama vaziyeti...”

“Halbuki, Apo’nun 21 Mart’taki Newroz çağrısıyla umutlar ne güzel yeşermişti.”

“Ama hiç olmazsa kaç aydır ölüm haberleri gelmiyor dağlardan... Artık oturup karşılıklı konuşulabiliyor. İmralı da, Kandil de devrede... Bayram da gürültüsüz patırsız geçiyor.”

 

‘Türk kahvesini özellikle vermiyoruz’ 

Elazığ’dan Malatya’ya doğru yol alıyoruz. Kahvaltı vakti. Abdulhay, “Hiç kahvaltıda kavurma yedin mi?” diye soruyor.

Kendisine biraz tuhaf bakıyorum. Sonra aklıma geliyor, Diyarbakır’da sabah kahvaltısının ciğeri, mükellef İngiliz kahvaltısının böbreği...

Sabah saatin sekiz buçuğu.

Kömürhan mevkiinde, tabelasının üstünde kahvaltı-kavurma yazan tertemiz salona giriyoruz. Kavurma, yanında tereyağlı beyaz pilav, yan bahçeden domates soğan, buz gibi kola, üstüne bal...

Hiç beklemiyordum bu kadarını...

“Sade bir Türk kahvesi lütfen.”

Garson biraz mahcup:

“Maalesef, neskafe var.”

“Nasıl yani, burada Türk kahvesi yok mu?”

“Yok abi, kusura bakma. Özellikle vermiyoruz.”

“Allah Allah!”

“Buraya geliyor, bir kahve söylüyor, ne oturmasını biliyor, ne etrafa bakmasını... Buranın nezahetini bozuyor.”

Etrafa bakıyorum, daha çok başörtülü hanımların bulunduğu masalar...

“Bir neskafe ver o zaman.”

“Neskafe üçlü mü, tekli mi?..”

“Anlamadım.”

“Sütüyle şekeriyle mi, yoksa...”

 

Yol kenarında ‘Drogba Baba’ sesleri 

Elazığ’ın girişinden çıkışına kadar, ikişer ikişer Türk bayrakları asılmış. Şehri ortasından ikiye bölen upuzun ana yolun geliş ve gidiş istikametinde, kaç kilometre bilmiyorum ama, uzayıp gidiyor bayraklar.

Nereye başımızı çevirsek bayrağımız, ama bu kadar abartılı gösteriye galiba ilk kez tanık oluyorum.

Darendeli Hakan...

Babasıyla yol kenarında pestil, kayısı, kayısı kurusu satıyor.

Benim klasik soru:

“Hangi takımı tutuyorsun?”

“Galatasaray.”

“En çok hangi oyuncuyu seviyorsun?”

“Drogba tabii...”

“Yarın gece yenecek miyiz Fenerbahçe’yi?”

“Evet, golü de Drogba Baba atacak.”

Drogba Baba...

Böyle giderse, Cimbom’da Drogba gün geçtikçe bir efsane haline gelecek galiba. Yeni bir Hagi mi, yoksa daha ilerisi mi? Geçen hafta Londra’da Arsenal’ı yenip Emirates Kupası’nı aldığımız zaman bir Drogba tweeti atmıştım. Şöyle bir rt gördüm:

“Drogba babaaaaa, ezan söyle arkanda namaza duralım!”

 

Minare mi, füze mi? 

Harput...

Develi...

Kayseri’ye yaklaşıyoruz.

Bu yerler, bu isimler bana ister istemez tarihimizin acılı sayfalarını, 1915’i hatırlatıyor.

Darende’deki cami gerçekten ilginç. Minare mi, füze mi? Fotoğrafını çekip tweet atıyorum. Fazlasıyla ilgi çekiyor.

Erciyes Dağı zarif doruğuyla her zamanki gibi etkileyici...

Ben ağır ağır maçın havasına girmeye başladım. Acaba Drogba hayalim Kadıköy’den önce Kayseri’de gerçekleşecek mi? Geçen yılki gibi Süper Kupa’yı bu yıl da yeni sezonun başında Fenerbahçe’den kapacak mıyız? Büyük ihtimalle...

Nihayet yazım bitmek üzere. Otelin önünde toplanan damardan Galatasaraylıların sloganları yükseliyor:

“Cimbom buraya, Cimbom buraya!”

“İmparator Fatih Terim!”

İyi ki futbol var.

İyi pazarlar!

 

Twitter: @HSNCML