Hasan Cemal

29 Ekim 2020

Yaşasın laik Cumhuriyet, yaşasın demokrasi, yaşasın özgürlük!

Türkiye'yi uçuruma sürüklemekte olan Erdoğan'la "Saray iktidarı"nın karşısındayım

Tarih, 12 Mayıs 1978.
Cumhuriyet gazetesi yazı işleri.
Genel Yayın Müdürü Oktay Kurtböke'nin
sesi salonda çınlıyor:

Hasan Cemal,
daltaban,
gel buraya!

Oktay Baba, Yazı İşleri'ndeki upuzun
dikdörtgen masada oturuyor.
1920'lerden, Yunus Nadi zamanından
kalma antika bir masa...
Cumhuriyet'in 1930'larda düzenlediği
Türkiye güzellik yarışmalarında kadın adayların
üstünde yürüdükleri masa diye anlatılırdı.
Cumhuriyet bu yarışmalardan,
1932'de bir dünya güzeli Keriman Halis'i,
1952'de bir Avrupa güzeli Günseli Başar'ı çıkarmıştı.
Kurtböke'nin yanına gittim.
O kendine has üslubuyla yine bağırır gibi konuştu:

Git yukarıya,
bir tane 'Olayların
Ardındaki Gerçek' yaz!

Yukarıdan kasıt teras katıydı,
yazar odalarının bulunduğu.
Kurtböke'nin yüzüne şaşkın şaşkın bakıyorum,
şimdi bu da nerden çıktı diye.
Başyazı yazdıracaktı bana...
Ben öyle durgun bakarken
yine azar geldi:

 Ne duruyorsun?
Çık yukarıya,
bir ‘Olaylar' yaz!
Vakit geçirme...

Eski zamanlarda herkes
kendi daktilosunu kullanırdı.
Benim de babadan kalma,
İsviçre malı bir Hermes Baby'im vardı,
her yere yanımda taşırdım.
Aldım yeşil renkli portatif Hermes Baby'imi
üst kata çıktım.
Ali Sirmen'in odası boştu.
Bu yazı niçin benden istenmişti?
Bu sütunu yıllardır yazan İlhan Selçuk
kalp krizi geçirmiş hastanede yatıyordu.
Onun haberi var mıydı?
Ne yazacağımı, üslubu neresinden tutacağımı
kara kara düşünmeye başladım.
Ter basmıştı.
Mesleğimde bunun bir
dönüm noktası olacağını hissediyordum.
"Olayların Ardındaki Gerçek",
Nadir Bey'in başyazısından sonra Cumhuriyet'in
görüşünü yansıtan, ikinci bir başyazı
niteliği taşıyan (bir de Cumhuriyet imzalı
başyazılar çıkardı birinci sayfadan)
kısa bir yorumdu.


İlhan Selçuk'un ikinci köşesi sayılırdı.
Bir koşu arşive çıktım.
Edip Sakarya'dan "Olayların Ardındaki Gerçek"
dosyasını aldım, hızla taradım.
Sonra daktilo başında kıvranmaya başladım.
Ama ilk yazı umduğumdan daha çabuk çıktı.
Kurtböke'nin kesif pipo dumanıyla kaplı
gösterişsiz odasına girdim,
yazıyı biraz tedirgin şekilde
masasının üstüne bıraktım.
Beni oturtmadan, ağzında piposuyla
asık bir yüz ifadesiyle okudu yazımı.
Sonra başını kaldırıp, "İyi olmuş tonton!" dedi,
yüzünde güleryüzlü bir ifadeyle,
"Hadi bakalım hayırlı olsun..."
Bir anda dünyalar benim olmuştu.
Nadir Nadi, 1979 yılı başında
Ankara temsilcisi olduktan sonra da
bana ara sıra Cumhuriyet imzalı
başyazılardan yazdırmıştı.
İlkinin tarihi, 19 mayıs 1979'du.
İstanbul'dan telefon etmiş ve benden
19 Mayıs için bir başyazı istemişti.
Heyecanlanmıştım.
Birkaç ay önce "Olayların Ardındaki Gerçek"i
nasıl yazdıysam, yine aynı yönteme başvurmuştum.
Eski ciltleri açmış, 19 Mayıs'larda, 30 Ağustos
ya da 29 Ekim'lerde neler yazıldığına göz atmış,
notlar almış, sonra oturup daktiloda yazmış
ve  İstanbul'a geçilmek üzere telekse vermiştim.
Zor olmamıştı, "60. yılda halka güvenmek!"
başlığını taşıyan Cumhuriyet imzalı ilk başyazıyı yazmak...
Nadir Bey ertesi sabah telefon edip beni kutlamıştı.
(Hasan Cemal, Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim,
Everest Yayınları, sayfa 87-92)
 

Desen: Selçuk Demirel

* * *

Böyledir.
Bellek bazen şaşırtır insanı.
Hiç beklemediğin bir anda hatıralarla baş başa kalırsın.
Cumhuriyet bayramı yazısı için
dün öğle vakti bilgisayarımı açtım
ve Cumhuriyet anıları ile baş başa kaldım.
41 yıl geçmiş.
Cumhuriyet imzalı ilk Cumhuriyet Bayramı yazım
19 Mayıs 1979'da Cumhuriyet gazetesinde
başyazı köşesinde çıkmış...
Çok heyecanlanmış ama zorlanmamıştım.
Başyazı umduğumdan çabuk çıkmıştı.
Arşivdeki eski yazılara şöyle bir bakınca,
daktilonun başına oturup kolayca yazmıştım.
Çünkü hepsi birbirine benziyordu başyazıların...
Bazıları biraz güncelleştirilmiş,
bir başka deyişle, zamanın siyasal iktidarına
yönelik bir iki eleştirel cümle eklenmişti, o kadar...
Zaten başka türlüsü olamazdı.
Her yıl aynı tarihte, aynı konuyu,
aynı bakış açısıyla yazınca,
patinaj kaçınılmaz oluyordu.
Ben de yıllar yılı birbirinin epeyce benzeri
en büyük bayram yazıları yazdım 29 Ekim'lerde...
Ancak 1980'lerde, özellikle 1990'larda değişim başladı.
Cumhuriyet'i savunmaya elbette devam ettim.
Ama yazılarımda artı'lar gibi
eksi'ler de su yüzüne vurmaya başladı.
Atatürk'ün laik Cumhuriyet'ini savunurken,
demokrasi ve hukuku köstekleyen
bazı yanlışların altını da çizmeye özen gösterdim.
Bu yanlışlar özellikle
Türk milliyetçiliği ile, Kürt meselesi ile,
laiklik ve din sorunu ile,
resmi tarih anlayışı ile,
aşırı merkeziyetçilik ile ilgiliydi.
Türkiye'yi bugün laiklikten, demokrasiyle hukuktan
ve özgürlükten hazin şekilde uzaklaştıran
"büyük savruluş"un temelinde de,
Cumhuriyet'in kuruluşundaki bu yanlışların payı vardır.
Ne midir bu "büyük savruluş?"
Tek cümlede özetlenebilir:
Erdoğan ve Saray iktidarı,
"Atatürk'ün laik cumhuriyeti"nden,
Türkiye'nin "modernleşmesi"nden
ve "demokratikleşmesi"nden
intikam almanın peşinde.


Bütün bu süreçleri tersine çevirmek isteyen
"rövanşist" politikaları bazen açıkça,
bazen sinsice uyguluyorlar.
Başarısız da değiller
Onun içindir ki yineliyorum:
Ben bugün sevap ve günahlarıyla
Atatürk Cumhuriyeti'nin yanındayım.
Demokrasi'nin yanındayım.
Ve Türkiye'yi uçuruma sürüklemekte olan
Erdoğan'la "Saray iktidarı"nın karşısındayım.
Yaşasın laik Cumhuriyet!
Yaşasın demokrasi!
Yaşasın özgürlük!