Hasan Cemal

11 Eylül 2019

Yaşarken ölmek ya da hayatının efendisi olmak...

Ya da Ahmet Altan'a mektup yazmanın dayanılmaz ağırlığı...

Ahmet günaydın;
Nasılsın sevgili kardeşim?..
Sabah vakti bahçedeki çınar ağacının altına oturdum Boğaz'ı seyrediyorum.
Hava güzel.
Işığıyla, esintisiyle sonbahar kendini hissettiriyor.
Senin deyişinle:
Huzurlu bir Eylül sabahı...
Böyle bir Eylül sabahı seni evden alıp hapse atmışlardı.
10 Eylül 2016.


Üç yıl geçmiş...
Üç yıldır görüşemedik, birer kadeh rakıyla bağırış çağırış bir masanın etrafında buluşamadık.
Despotlar hayatımızdan üç yılımızı çaldı.
Şimdi ben Boğaz'a nazır çınarın hışırdayan yapraklarının altındayım, sen de Silivri'deki hücrende...
Adaletsizlik bu.
İsyan ediyorum.
Elimden gelen bu kadar...
Neye yarıyor ki?
Hayat ne kadar acımasız...
Ne kadar hain...
Oturup sana bir iki satır yazmak istiyorum.
Ama vazgeçiyorum.
Yine o sıradan ya da beylik satırlarımı alt alta dizmekten çekiniyorum.
Hep aynı şeyleri tekrarlamak...
Temcit pilavı gibi...
Yıl başında, son kitabım da basılmayınca, T24'teki siyaset yazılarını kesmiştim.
Yazıya küsmüştüm.
Dört beş ay kendi içime çekildim.
Ama olmadı, yapamadım.
Kendi kendimi tutsak ediyormuşum gibi bir duygu yazısız geçen her gün içimde dal budak sardı.
Sanki özgürlüğüm elden gidiyordu.
Sanki sizleri hapse tıkmış zulme karşı kayıtsız kalıyordum.
Ya da senin bir romanındaki o cümle gibi:

Yazı yazamayan
her yazar
ölüdür zaten.

Sevgili Ahmet kardeşim;
Ben yaşarken ölmek istemiyorum!
Ve yaşarken ara sıra birkaç satırla da olsa adaletsizliğe kafa tutmak, hiç olmazsa iç özgürlüğümü korumak istiyorum.
Bir başka deyişle:

Hayatımın efendisi
olmak istiyorum. 

Çınar ağacının altında soruyorum kendi kendime:  

Kim kendi hayatının efendisidir?
Bir ömür boyu sisler içinde gidip gelirken hayatımın efendisi olabildim mi?
İstediğim gibi yaşadım mı?
Boğaz'a nazır oturmuş kendi geçmişimi düşünüyorum, hayal kırıklıklarını, yanılgıları, yenilgileri...

Sevgili kardeşim;
Herhalde unutmadın.
Hayatın efendiliğine dair bu satırlar senin:

Kim kendi hayatının efendisidir?
Yıllar önce San Franciscolu sarhoş bir orospudan kaptığım bir hastalık gibi o tuhaf sorudan
hiç kurtulamadım.
Gençliğimin büyük bir kısmında rastladığım insanlara, “Acaba kendi hayatının efendisi mi?” diye baktım.
“Kim kendi hayatının efendisidir” diye sordum.
Hayatını yalnızca kendi istekleriyle yaşayabilen, kaderine ve geleceğine hükmedebilen kim vardı?
Ve eğer hayatımızın efendisi biz değilsek, kimdi?

Ahmet Altan;
Hayatının efendisi sensin!
Çünkü, gerçek seni ele geçiremedi, gerçeği eline geçiren sen oldun.
Üç yıl önce evinden Silivri zindanına götürülürkenki duygu ve düşüncelerini okurken içim parçalandı:

Babamın kırk beş yıl önce polis arabasında giderken gülümsediğini görmesem,
Kartaca elçisinin işkenceyle tehdit edildiğinde elini ateşe soktuğunu babamdan dinlemesem,
Neron’un emriyle intihar etmek için sıcak su dolu küvette bileklerini keserken Seneca’nın çevresindeki dostlarını teselli ettiğini bilmesem,
Saint Just’ün daha 26 yaşındayken giyotine gitmeden bir gece önce son mektubunda “Koşullar, sadece mezara girmemekte direnenler için zordur” diye yazdığını,
Epiktetos’un “Bedenlerimiz köle olsa da zihinlerimiz özgür kalabilir” dediğini okumasam,
Boethius’un en ünlü kitabını idam hücresinde yazdığını öğrenmemiş olsam,
o polis arabasında beni kuşatan gerçeklikten korkabilir,
onunla alay edip parçalayacak gücü kendimde bulamaz,
ciğerlerimden dudaklarıma kadar yükselen gizli bir kahkahayla o cümleyi söyleyemez,
endişelenip sinebilirdim.

Ama sinmedin.
Kafa tutmaya devam ettin.
Şunu bil:
Senin özgürlüğün beni de özgür kılıyor.
İyi ki varsın Ahmet Altan.
Kucaklaşıp hasret gidereceğimiz günler öyle uzak değil sevgili kardeşim.