Deniz Gezmiş'lerin 12 Mart askeri yönetimi
tarafından 6 Mayıs1972'deki idamları benim
ruhumda derin bir yara açmış,
bundan dolayı büyük vicdan azabı çekmiştim.
Çünkü Deniz, Yusuf ve Hüseyin'i idam
sehpasına götüren siyasal olaylar zincirinde
kendi sorumluluğumu da görmüş,
bu acı gerçeği kabullenmiştim.
Kendi kendimle yüzleşmeye ve demokrasi
düşüncesine açılmaya bu korkunç idamlarla
başladığımı söyleyebilirim.
Sonra da 1999 yılında, kendi kişisel tarihimi
öz eleştiri süzgecinden geçirdiğim
Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım
adını taşıyan kitap çıktı.
Bu kitaptaki Deniz Gezmiş
bölümlerini aşağıya alıyorum.
Ve 12 Mart askeri yönetiminin
idamlarını 50 yıl sonra
bir kez daha lanetliyorum.
* * *
1970 yılı olmalı.
Deniz Gezmiş bir gün Ankara'da,
Kızılay'da Adakale Sokak'taki haftalık
Devrim gazetesinin bürosuna Filistin
gerillası kıyafetiyle, daha doğrusu
Filistin Kurtuluş Örgütü gerillalarının
giydiği üniformayla gelmişti.
Yeşil parkası, ona uygun haki renkte,
iki yanı cepli pantolonu, uzun konçlu lastik botlarıyla...
Uzun boylu, yakışıklı, aslan gibi bir gençti.
Güler yüzlü, etkileyici bir havası vardı.
Ne günlermiş!
Filistin'den, savaşçı yetiştiren kamplardan,
gerilla giysisiyle Türkiye'ye geliyor.
Ankara'nın göbeğinde, Kızılay'da elini
kolunu sallaya sallaya dolaşabiliyor.
O zamanlar öyleydi, tuhaftı işler!
Deniz Gezmiş, Devrim'deki sohbetimizde
Uluç Gürkan ve benimle kafa bulmuştu.
Alaylı bir dille, "Marksist cunta ne zaman
iktidara gelecek, daha ne kadar bekleyeceğiz?"
diye sormuştu.
Aslında iki taraf da birbirini kullanma peşindeydi.
Buna ittifak siyaseti diyenler vardı.
Doğan Bey (Avcıoğlu) arada bir Uluç'la
beni uyarırdı, "Sakın küstürmeyin devrimci
gençleri, büroya gelip gitsinler" derdi.
Belki iki tarafı da kullanan bir "üçüncü güç" vardı,
sizlerin o tarihte kestiremediğiniz, küçümsediğiniz
ya da bilmeden emellerine alet olduğunuz bir "üçüncü güç..."
1971'in ocak ayı.Türkiye hızla askeri
müdahaleye doğru gidiyor. Ankara'da
bir banka soyuldu. Adımız gibi biliyorduk ki,
bu bankayı Deniz Gezmiş'ler soymuştu.
ODTÜ'de saklanıyorlardı.
Ama biz Devrim'e manşet çekmiştik,
"Deniz Gezmiş: Banka soygunuyla ilgim yok!" diye...
Peki, Deniz Gezmiş kimin arabasıyla Ankara dışına kaçırıldı?
Bizim gruba, Doğan Bey'e yakın bir
yüksek mühendisin özel arabasıyla...
O sıralar gazeteci bir ağabeyinle birlikte,
Çankaya'daki onun evinde daktilonun
başına geçip sahte bir bildiri de yazmıştınız.
Deniz Gezmiş'ler için yapmıştık.
"Bankayı biz soymadık!" gibisinden
bir bildiriydi bu.
Çünkü askeri darbe eşikteydi.
Bunu bildiğimiz için, bu yolla
Deniz'lere yardımcı olacağımızı sanmıştık.
Ama sonra nedense yırtıp atmıştık o bildiriyi...
Gençlerin dünyası 1960'ların ikinci yarısında
ikiye bölünmüştü.
"Faşizm" ile "sosyalizm" diye.
"Düzen" ve "devrim" diye...
O zamanlar ben de bu kamplardan birine
olan aidiyetimi kendi hayatımın
bir anlamı olarak görüyordum.
Başka türlü yaşayamayacağıma inanmıştım.
Oysa, zamanla hayatın böylesine basit
olmadığının farkına varmaya başladın.
Gerçeğin böylesine basite, şablonlara
indirgenemeyecek kadar
karmaşık olduğunu gördün.
Özgürlüğü ve demokrasiyi sevenler,
insanı sevenler, kendi geçmişlerine
daha yürekli, daha dürüst bakabilirlerse,
yanlışlarını tarihe not halinde bırakırlarsa,
gelecek kuşaklara kendi hatalarını anlatmayı
denerlerse, emin ol, bu topraklarda hayat
bir gün daha güzel olur.
Düşün öyleyse:
Bir zamanlar şiddeti savunmuştun?
Polislerin üstünde patlayacak
bombanın devrime giden yolu açacağına
inanıyordun. Bunun için çalışıyordun.
Cuntalaşma faaliyetlerine fedai olarak
katılıyordun. İktidar namlunun ucunda
diye bağıranları aktif biçimde destekliyordun.
Parlamentarizmin, çok partili sistemin
Türkiye'ye yaramadığını canı gönülden
savunuyordun. Bütün bunları "devrim"
adına yaptığın konusunda hiç kuşkun yoktu.
Sonra bir gün, 12 Mart 1971'de
bir muhtırayla bütün bunlara paydos
diyen askeri "faşist" diye eleştirdin.
Bu oyuna son verenlerin, demokrasiye
son verdiklerini yazıp çizmeye başladın.
Şimdi sorum:
Sanki sen demokrasi için mi mücadele ediyordun?
O zamanlar demokrasi tanımlarımız
farklıydı. Biz demokrasi ile devrime
giden yoldaki demokrasiyi, onlar
Batı tipi demokrasiyi kastederlerdi.
Tabii bizim savunduğumuz demokrasi
ne kadar Batı demokrasinin tam zıttı idiyse,
onların 1960'larda demokrasi
diye yutturdukları da farklı değildi.
12 Mart, çok partili sistemi bir süre
için rafa kaldırırken, bizim şiddete dayalı
devrim oyununa da paydos demişti.
O tarihlerde politikada şiddeti severdin,
meşru sayardın.
Hem de nasıl!
1972 yılının ilkbaharında
Deniz Gezmiş'lerin darağacına
gittiği günlerde idamlara karşı
imza kampanyası açılmıştı.
Kimileri imzalamaktan kaçınmıştı.
Gerekçeleri neydi bilir misin?
"Ben de iktidara gelince şiddet yapacağım.
Sınıf düşmanlarımı asacağım.
Şimdi bunu imzalarsam,
sonra kendi kendimle ters düşerim."
Biz politikada "devrimci şiddet"ten
söz ederken üç genç ipe gitti:
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan...
İdam gecesi kahrolmuştuk.
Sabaha karşı son sözleri ve
babalarına yazdıkları mektupların
metinleri benim eve de ulaştırılmıştı.
Alman dergisi Der Spiegel için
bir haber yazmıştık rahmetli
Örsan Öymen'le. Almanca'ya Örsan'ın
çevirdiği haber ertesi sabah
Ankara'dan uçakla Hamburg'a
giden birine teslim edilmişti.
Bak, o mektuplar.
Sararmış, kenarları tirfillenmiş.
Metinlerini, Halit Çelenk'in idamları
anlatan İdam Gecesi Anıları isimli
kitabın içine koymuşum.
Bütün ömrünü devrimci gençler için
hukuk savaşına adamış olan Halit Bey,
"Hasan Cemal Arkadaş'a" diye
imzalamış kitabı...
Halit Çelenk
Yıllar geçmiş.
6 mayıs 1972 gecesi.
Deniz Gezmiş
Ankara Merkez Cezaevi'ndeki
hücresinde sehpaya gitmeyi beklerken
"Baba" diye başlayan mektubunda
şunları yazmış:
Mektup elinize geçtiği zaman
aranızdan ayrılmış bulunuyorum.
Ben ne kadar üzülmeyin dersem
yine de üzüleceğinizi biliyorum.
Bu durumu metanetle karşılamanı
istiyorum. İnsan doğar, büyür, yaşar, ölür.
Önemli olan çok yaşamak değil,
yaşadığı süre içinde fazla şeyler
yapabilmektir. Bu nedenle ben erken gitmeyi
normal karşılıyorum. Ve kaldı ki benden evvel
giden arkadaşlarım, hiçbir zaman ölüm
karşısında tereddüt etmemişlerdir.
Benim de düşmeyeceğimden şüphen olmasın.
Oğlun ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir.
O, bu yola bilerek girdi ve sonunun da bunun olacağını biliyordu.
Seninle düşüncelerimiz ayrı ama
beni anlayacağını tahmin ediyorum.
Sadece senin değil, Türkiye'de yaşayan
Türk ve Kürt halklarının da anlayacağına inanıyorum.
Annemi teselli etmek sana düşüyor.
Kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum.
Kendisine özellikle tembih et.
Onun bilim adamı olmasını istiyorum.
Bilimle uğraşsın ve unutmasın ki,
bilimle uğraşmak da bir yerde insanlığa hizmettir.
Son anda yaptıklarımdan en ufak bir pişmanlık duymadım.
Belirtir;
Seni, annemi, ağabeyimi, ve kardeşimi
devrimciliğimin olanca ateşiyle kucaklarım.
Deniz'in son sözlerini başka dosya kâğıdına daktiloyla yazmışım:
6 mayıs 1972 sabaha karşı,
Yaşasın Türkiye halkının bağımsızlığı,
yaşasın Marksizm-Leninizm'in yüce ilkeleri,
yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi.
Kahrolsun emperyalizm.
Saat 01.25 - 02.15.
Cemil Gezmiş, Deniz'in babası...
Deniz'in babası Cemil Bey'i hatırlıyorum.
O günlerde hep Anka Ajansı'na gelirdi.
Kızılay'ın göbeğindeki gökdelende olan
tek odalı büromuza. Altan ve
Örsan Öymen kardeşler, Anka'yı
12 Mart sonrası işsiz kalınca kurmuş,
böylece bizleri de işsizlikten kurtarmışlardı.
Bizler, Gül Önet, Ahmet Kahraman,
Örsan Öymen... Daktilo başında, teleks
başında takır tukur çalışırken, Cemil Bey
karşımıza gelir oturur, hiç ses çıkarmaksızın
saatler boyu gözlerimizin içine bakarak beklerdi.
Öyle oturur, yüz ifadelerimizi izlerdi.
Belki oğluyla ilgili iyi bir haber vardır diye...
Ama o iyi haber hiçbir zaman gelmedi.
Af kampanyaları işe yaramadı.
İdamlardan kısa süre önceydi.
Haber hepimizde şok etkisi yarattı.
Jandarma Genel Komutanı
Orgeneral Kemalettin Eken'e
suikast girişimi yapılmıştı.
Paşa yaralı kurtulurken, suikastçı
genç olay yerinde öldürülmüştü.
Az sonra fotoğraflar geldi.
Kanlar içinde yerde yatan
genci tanıyordum. Adı Necdet'ti.
Esmer, uzun boylu.
Basın-Yayın'dandı ve yanılmıyorsam
Aktan İnce'lerin grubundandı.
Kaçırma olayına katılan bir militan daha vardı.
Deniz Gezmiş'in lideri olduğu Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) üyesi
Hasan Ataol. ODTÜ öğrencisi, 1949 doğumlu.
Uzun yıllar hapis yattı, çıktı.
1987'de bu suikastı anlatırken
bak neler söylemiş:
Aradan 15 sene geçti.
Olaylara aynı şekilde bakmıyorum.
Geçmişe dönmek mümkün olsaydı,
kuşkusuz aynı şeyleri yapmazdım.
Örneğin ben kendi adıma, bir iki soygunla,
adam kaçırmayla öncülük yapıp halkı
peşime takacağım şeklinde
bir düşünceye kapılmazdım.
Sonra belki düşüncelerin asılmadığı yerlere gideriz
Bir mucize olsa, Deniz Gezmiş'ler
idamdan kurtulsa diye dua ederdim.
Soygunların, adam kaçırmaların,
bombalama eylemlerinin "terör" değil
"devrimci eylem" olduğuna inanırdım.
Haklı bir dava uğruna yapıldıkları için de
doğrulukları konusunda en ufak bir kuşkum yoktu.
Terörün devrimcisi, savaşın devrimcisi...
O zamanlar sen "devlet kaynaklı"
terörün daha ağır bastığını düşünürdün.
Deniz Gezmiş'ler kurtulmadı.
İdamlar, 1972'nin mayıs ayında
bir bahar günü sabaha karşı
parlamentoda onaylandı.
Başta Süleyman Demirel olmak üzere
Adalet Partisi milletvekilleri, sanki
27 Mayıs sonrası, on yıl önce idam
edilen Menderes'lerin intikamını alıyorlardı.
"Üçe üç" diye, yani Adnan Menderes,
Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu'ya
karşı Gezmiş, Aslan, İnan diye bağıran,
parmaklarıyla üç işareti yapanlar vardı
o gün parlamentoda...
İdamların ertesi günü Deniz'in babası
gözünün önüne geliyor mu?
Cemil Gezmiş'in o çökmüş hâli,
gözbebeklerine oturmuş o derin acı,
yüzündeki hüzünlü ifade...
Lafın hükmü kalmamıştı,
bizim de kendisine söyleyecek sözümüz...
Bütün gün göz göze gelmemeye çalışmış,
gelince de bakışmakla yetinmiştik.
Aradan geçen yıllardan sonra
Deniz'le ilgili bir olayı unutamıyorum.
1996 yazı.
İstanbul'da, Açık Hava Tiyatrosu'nda
Fahir Atakoğlu'nun konserinde
dev ekrana Deniz Gezmiş görüntüsü
çıkınca müthiş bir alkış kopuyor.
Belki de Deniz'e yapılmış olan haksızlığa
bir meydan okumaydı bu alkışlar...
12 Mart günlerinde, rakı sofralarında
Deniz'leri idam sehpasına gönderenlere
ne çok bela okuduğun malum.
Ama bu arada hiç düşündün mü?
Onların ipe gitmesinde sizlerin de,
yani Devrim grubunun da payı
yok muydu? "Marksist cunta ne
zaman iktidara geliyor?" diye sizinle
dalga geçen Deniz'in kendi ütopyasının
peşinde ölüme koşmasında,
sizin yarattığınız beklentiler de
rol oynamamış mıydı?
"Ben de onun gibi genç bir insandım,
fedai rolündeydim" deyip işin
içinden sıyrılamazsın.
Çünkü "Devrim yolu ancak askerle
ittifak halinde yapılacak bir darbeyle açılır,
iktidar namlunun ucunda; cici demokrasiyle,
halkın oyuyla bir yere gidilemez,
seçim sandığından sadece gericiler çıkıyor"
diyerek Deniz'leri kışkırtmadınız mı?
İstanbul, Ankara sokaklarında
"Ordu gençlik el ele, milli cephede!" diye
sloganlar ata ata yürürlerken, "sol Kemalistler"e,
"solcu cuntacılar"a, "devrimci demokratlar"a,
yani sizlere güvenmediler mi?
Onun için sizleri "yol arkadaşı" ilan
etmediler mi? Sizler de buna ses çıkarmayıp
ülkede istikrarsızlığı körüklemek için
onları bir yerde kullanmadınız mı?
Bütün bu söylediklerinde gerçek payı var.
Deniz'lerin ipe gitmesindeki
sorumluluk payımı her geçen yıl
daha çok kabullendim.
"Devrim mücadelesi idi"
deyip geçmedim, geçemezdim.
12 Mart sonrası askeri hapishanelerde
çok arkadaşım zulüm gördü, acı çekti.
Doğan Bey, İlhan Abi, İlhami Abi,
hepsi Ziverbey Köşkü'nden,
yani işkence evlerinden geçtiler.
Ama Deniz'ler yaşamıyor!
Doğru.
1999 yılında çıkan Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım isimli kitabımdan.