Moskova'da Bir Beyefendi. (*)
Günlerdir elimden düşmeyen bir roman.
Moskova'da Metropol Otel'de geçiyor.
Düşüncelere dalarak, içim acıyarak okuyorum.
Benim de Metropol'de kaldığım zamanlar,
hatıralar bir film şeridi gibi gözümün önünde geçiyor.
Birkaç satırın altını çiziyorum:
Ona güvenmek zorundasın.
Hata yapma konusunda
kararlı olsa bile, hayatın
bir gün ona doğru yolu
göstereceğine güvenmelisin.
Hayat eninde sonunda
bunu hepimize yapmıyor mu?
Metropol Otel'e yolum ilk defa
1993 yılı Ekim ayında düşmüştü.
Rusya'nın seçim sandığından çıkan
ilk Cumhurbaşkanı Yeltsin'in Beyaz Ev
diye anılan Rus parlamentosunu
tank ateşine tutmasından iki gün sonraydı.
Sabah gazetesindeydim.
Olayları izlemek üzere Moskova'ya gelmiş,
Metropol Otel'e yerleşmiştim.
Kızıl Meydan’ın yanı başındaki otelin
girişinde bir duyuru asılıydı:
Konuklarımızdan özür dileriz.
Sokağa çıkma yasağından dolayı
restoranlarımız erken kapanıyor.
Metropol Otel
1997'de de Metropol'de kalmıştım.
Geçen yılların hayali...
Moskova, 1997 Eylül ayı
Metropol Oteli’nin yemek salonunda
Seferis’in şiirlerini okuyorum.
Nasıl ki
Kalkar, doğup büyüdüğün şehre
Gidersin bir gece
Ve bakarsın temelinden yıkılıp
yeniden kurulmuş o şehir
Ve yakalamaya çalışırsın geçen yılları
Onları yeniden bulmanın umudu içinde...
Geçen yıllar geri gelmiyor ama...
Moskova’ya ilk kez Cumhuriyet’te muhabirken,
Başbakan Ecevit'i izlemek için gelmiştim 1978 yılı yazında.
Metropol’ün büyük yemek salonu.
İhtilal sonrası, 1918 ve 1919’da
İşçi Köylü Sovyeti bu salonda toplanırmış,
Lenin kaç kez şu balkondan konuşma yapmış
işçi, köylü temsilcilerine...
Lenin'in Tiyatro Meydanı'ndaki ikonik görüntüsü, 1920. Fotoğrafın sağ kenarında Metropol görünüyor
Sonra Stalin, Bernard Shaw’la
bu salonda yemek yemiş...
Tolstoy, Rahmaninof bu restoranın
müdavimleri arasındaymış...
Bertolt Brecht de öyle...
İkinci Dünya Savaşı’nın karanlık günlerinde
gazeteci milletinin Moskova’daki uğrak yeri olmuş...
1960’larda Doktor Jivago
filminin birçok sahnesi burada çekilmiş...
Öğle yemeği.
Salonun köşesindeki platformda gözlüklü bir ihtiyar,
siyah kuyruklu kocaman bir
piyanonun başına oturmuş,
olanca ciddiyetiyle çalıyor.
Siyah havyar... Soğutulmuş gümüş kadehte buz gibi votka...
Sırf Moskova’da olduğumu kendime hatırlatmak için...
Metropol'ün büyük yemek salonu
Yemek sonrası Metropol’den çıkıyorum.
Hava serin, kasvetli.
Bir adım ötede Bolşoy Tiyatrosu.
Karşımda büyük bir heykel, koca sakalıyla Karl Marx...
Bolşoy Tiyatrosu ve ona bakan Marx heykeli
Kızıl Meydan’a yürüyorum.
Kremlin’in kırmızı tuğlalı yüksek duvarları...
Her taraf renk cümbüşü halinde.
Gelin gibi süslenmiş Moskova,
kuruluşunun 850. yılı...
Kızıl Meydan’a giriş yasak!
Ama giriyorum.
Lenin mozolesi tam karşımda.
Mozolenin hemen arkasından,
Kremlin’in duvarının dibinden
Stalin göz kırpıyor.
Birden Çaykovski patlıyor
Kızıl Meydan’da!
Tüylerim diken diken oluyor.
Çaykovski’nin piyano konçertosu,
yükseliyor, yükseliyor, beni o kocaman
dalgasının üstüne alıp bir başka
duygu iklimine sürüklüyor.
İnanılır gibi değil!
Anlaşılan, Pavarotti konseri için
Kızıl Meydan’da kurulan ses düzenini
kontrol amacıyla Çaykovski tercih edilmiş...
Kızıl Meydan’da, dev hoparlörlerden,
bana her dinlediğimde yaşama sevinci
aşılamış olan Çaykovski’nin
piyano konçertosunu dinlemek
gerçekten bir mutluluk ânı...
Gece yarısına doğru Metropol’de,
yine o salonda tarihle baş başa yenen bir yemek.
Bu defa kuyruklu piyanonun başında yaşlıca bir kadın,
beyaz saçlarını topuz yapmış,
öylesine yumuşak çalıyor ki...
İnsanı zaman tüneline doğru çekiyor.
Lenin’in şu balkondan işçi köylü temsilcilerine
ihtilalci nutuklar attığı yılların ateşli atmosferi...
Yeni bir dünya, yeni bir insan yaratmak için
yola çıkılan o ana baba günleri...
Bolşevikler bir an uyansalar,
bu gece bu salonda gördüklerine inanırlar mıydı acaba?
Metropol’un 80 yıl sonra yine, eski deyişle,
aslına rücu ettiğini görseler acaba ne derlerdi?
Yoksa rüzgâr gibi geçen 80 yıl bir düş müydü?
Tarihin bir şakası mıydı?
Belki hem düş hem şakaydı.
Gece vakti yatmadan Metropol'ün ikinci katındaki
fotoğraf galerisini dolaşırken
tuhaf bir duyguya kapılıyorum.
Otelde kalan ünlü şahsiyetlerin
fotoğraflarını çerçeveleyip asmışlar.
Lenin...
Stalin...
Buharin...
Mao...
Tansu Çiller...
Michael Jackson...
Claudia Schiffer...
Sylvester Stallone...
Lenin, başını kaldırıp şöyle bir baksa, komşularını görse acaba ne derdi?
Tarihin kendisine nasıl bir oyun oynadığını düşünürdü? (**)
Wittgenstein'la Popper...
Moskova, 2004 yılı Şubat ayı
Metropol Otel'in zemin katındaki
kahvede dışarıyı seyrediyorum.
Kar çok güzel yağıyor.
Karşımda Bolşoy Tiyatrosu.
Akşam, Don Kişot balesine gideceğim.
Kocaman bir kayanın içine oyulmuş
Marx’ın heykeli kar altında daha bir heybetli duruyor.
İçim ısınıyor.
Votka mı, kar mı, kitap mı?
Belki de her zaman yakalanmayan hayatın
o ender anlarından biri içimi ısıtıyor.
Wittgenstein’s Poker isimli bir kitap.
Yirminci yüzyıla damgasını vuran
iki büyük filozofun,
Wittgenstein’la Popper’ın 25 Ekim 1946’da
İngiltere’de Cambridge Üniversitesi’ndeki
bir bilim kulübünde sadece on dakika süren
derin tartışmalarının öyküsü.
Kitabın bir yerinde Bertrand Russell şöyle diyor:
Wittgenstein, zeki insanlarla konuşarak
aklını orospulaştırdığını
söyledi. Ben de ona
deli olduğu söyledim.
O da bana, Allah beni
aklı başında
olmaktan koruyor
diye yanıt verdi.
Eminim,
en geç şubat ayında
intihar edecek Wittgenstein...
Cambridge’de, Kings College’da o gece,
şöminenin başında oturan Wittgenstein
elindeki maşayla ateşi karıştırmakta,
ara sıra da kendi görüşlerini
desteklercesine maşayı
sinirli sinirli sallamaktadır.
Bir an durur, Popper’dan ahlak konusunda
bir kural örneği vermesini ister.
Popper’ın yanıtı, "Konuk profesörleri şömine maşasıyla
tehdit etmemek" diye gelince,
Wittgenstein maşayı elinden fırlatır,
odayı terk eder.
Felsefe tarihine geçen on dakikalık tartışma
ve elimdeki kitap böyle noktalanır.***
Karl Popper ve Ludwig Wittgenstein
Böyle bir yazıyı neden yazdım?
Bilmem.
Belki, su gibi akıp giden yılları
yakalama gayreti,
onları yeniden bulma hayali...
Ya da nafile bir çaba...
Kruşçef'in sözünü hatırlasana:
Önümde geçmişimden
başka bir şey kalmadı ki...
Benim de önümde
sadece hatıralar mı kaldı yoksa?
Hayır, kabullenmiyorum.
Desen: Selçuk Demirel
*Moskova'da Bir Beyefendi, Amor Towles, hep kitap, 2018.
** Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor,
Hasan Cemal, Everest Yayınları, 2018, sayfa 452-454,
*** Aynı kitap, sayfa 157-158.