Hasan Cemal

09 Şubat 2016

Türkiye’yle Kürdistan...

Demokrasi ve eşitlik üzerine kurulu kapsamlı bir barış...

Yer yuvarlağında Türkiye’nin bulunduğu bölge cayır cayır yanıyor, kan gölü her geçen gün büyüyor.
Suriye bölünme yolunda.
2011’den beri yaşanmakta olan iç savaş Suriye’yi kan ve ateşle paramparça ediyor.
Çoktan beri Kürtler, Şiiler ve Sünniler arasında fiilen bölünmüş olan Irak’ta bölünmüşlük derinleşiyor.
Etnik, dinsel, mezhepsel açılardan rengârenk toplumları -ya da 72 milletten oluşan bizim gibi ülkeleri- demokrasi ve hukuktan uzak diktalar eliyle yönetmeye kalkışmanın -veya böyle ülkeleri dıştan müdahaleyle, savaşla Amerika gibi dönüştürmeye kalkışmanın- hazin sonu buydu.
Tıpkı Irak gibi Suriye’yi de bu saatten sonra, örneğin bir federasyon çatısı altında bile, tek parça halinde tutmak çok güçtü.
Suriye bölünme yolundayken bir parçası da, anlaşılan, Kürtlerin çok büyük çoğunluğu oluşturduğu -ve Öcalan’la PKK’nin damgasını taşıyan- Rojava (Batı Kürdistan) olacaktı.

 

Türkiye Kürtleri dahil bütün bölge Kürtlerindeki ‘kendi kendini yönetme’ isteğini söndürmek olanaksızdır. Budur zamanın ruhu!

Suriye’deki parçalanma sürecini, Saddam Hüseyin’in Baasçı diktası altında maceradan maceraya, beladan belaya koşan Irak 1990’ların başında Körfez Savaşı’yla birlikte yaşamaya başlamıştı.
Bu açıdan Saddam Hüseyin’in 1990 yazındaki Kuveyt işgali sonun başlangıcı olmuştu. İşgal, 1991’de savaş yoluyla sona erdirilirken, Kuzey Irak da Saddam’a yasak edilmişti.
Böylece, İncirlik Üssü’ndeki Çekiç Güç’e ait Amerikan ve İngiliz savaş uçaklarının korumasındaki Irak’ın kuzeyinde bir ‘Kürt devleti’nin tohumları atılmaya başlamıştı.
1992’de Habur sınır kapısından Irak’a girerken, Zaho tarafında “Kürdistan’a hoş geldiniz!” tabelasının altında bir fotoğraf çektirip Sabah’taki yazımın göbeğine koyduğum zaman bizim dünyamızda epeyce gürültü kopmuştu.
O tarihlerde Irak Kürdistanı’nda -ya da Ankara’nın deyişiyle- Irak’ın Kuzeyi’nde nereye gitsem, gökyüzünde kulak yırtıcı sesleriyle sık sık  boy gösteren Çekiç Güç uçakları için Irak Kürtlerinin, “Allah başımızdan eksik etmesin!” dediklerine tanık olmuştum.
1992’de, 1993’te Kürt liderler Celal Talabani ve Mesut Barzani’yle sohbetlerimde, her ikisi de, bağımsız Kürdistan’ın bir ideal olarak kafalarının arkasında durduğunu saklamamışlardı.
Türkiye ise 1990’lardan itibaren, değil ‘bağımsız Kürt devleti’ne, Irak’ta bir ‘federasyon’a bile karşı olduğunu her fırsatta açıklar, petrol zengini Kerkük’ün de Kürtlerin eline geçmesine taraftar olmadığını vurgulardı.

Zamanın ruhunu yakalamak; demokrasi ve eşitlik üstüne kurulu, zamana yenilmiş ‘üniter-devlet’e veda etmiş kapsamlı bir barış planından geçer

O tarihlerde bunları Türk devletinin kırmızı çizgileri olarak ilan etmişti Ankara...
Bu ‘kırmızı çizgiler’ silinip gitmiş durumda.
Irak Anayasası’nda yazılı olan federasyon da fiilen yok.
Irak’ın kuzeyinde, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi adı altında, resmen olmasa da, fiilen bir Kürt devleti, özellikle Saddam Hüseyin’i yıkan 2003 Irak Savaşı’yla kurulmaya başladı.
Türkiye, ‘Kürdistan devleti’nin başkenti sayılan Erbil’de 2010 yılı Ekim ayında Başkonsolosluk açtı.
2014 yılı Haziran ayında Kerkük de Kürtlerin eline geçti.
Oysa 1990’larda, 2000’lerin başlarında Türk devlet büyüklerinin ağzından Irak’ın toprak bütünlüğü hiç düşmezdi.
Irak’ın devlet olarak birliği ve toprak bütünlüğü özellikle 1991 Körfez Savaşı’yla birlikte Washington başta olmak üzere bazı Batı başkentlerinde de tartışılmaya, sorgulanmaya başlamıştı.
Bu konu, 2003’teki Irak Savaşı’ndan itibaren belki en çok Washington’da masaya yatırıldı.
Irak’ın Kürtler, Sünniler ve Şiiler arasında kaçınılmaz olarak üç devlete bölüneceğini söyleyenler, bunun kanlı değil kansız hal yoluna sokulması gerektiğini savunuyorlardı.
1991’de Kuveyt’teki Saddam işgali sona erdirildiği zaman, Bağdat’a da girilip Saddam Hüseyin diktasının da devrilmesi Washington’da ele alınmıştı. O tarihlerde bu senaryoya iki bölge ülkesi karşı çıkmıştı:
Türkiye’yle Suudi Arabistan.
Türkiye, Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti, Suudiler ise güneyde kendilerine komşu bir Şii devleti istemiyorlardı.
Türkiye, bir Kürt devletinin kendi Kürtleri açısından kötü emsal olacağını düşünüyor, Suudiler de bir Şii devletiyle İran’ın kendilerine komşu olmasını istemiyordu.
Çeyrek yüzyıllık bir süreç içinde, bir zamanlar kâbus olarak görülen senaryolar, artık hayatın birer gerçeği olarak Türkiye’yle Suudi Arabistan’ın karşısında.
Suriye gibi Irak da kanlı bir ‘iç savaş’la Kürtler, Sünniler ve Şiiler arasında bölünme yolunda hızla yürüyor.
Şiiler ile Sünniler birbirleriyle kan ve ateşle hesaplaşırken, Irak Kürtleri bağımsızlığı resmileştirecek son adımların hazırlığı içindeydi 2014 yazında...
Birinci Dünya Savaşı sonrası ‘Avrupa emperyalizmi’nin bölgeye giydirdiği deli gömleği artık dikiş tutmaz hale geldi.
Emperyalizmin yüzyıl önce çizdiği yapay sınırlar yeniden çizilirken, bazı soru işaretleri çengelini zihinlere asmış durumda:
Tüm bu gelişmeler karşısında Türkiye’nin bir nihai oyunu, İngilizce deyişle, bir ‘end game’i var mı?
Türkiye, 1300 kilometrelik güney sınırlarının yeniden çizilmesine ne kadar hazırlıklı?
Irak’la Suriye’nin kuzeyinde, Irak Kürdistanı’yla Rojava’da, Türkiye Kürtlerinin yaşamakta olduğu bölgelere bitişik olarak ‘Kürt devletleri’ sahneye çıkarken
Ankara ne yapacak?..
Irak Kürdistanı’yla iyi ilişkiler içindeyken, Öcalan’la PKK’nin damgasını vurduğu Rojava’ya dönük olarak, bir zamanların Kuzey Irak’ına yapılan hasmane muamele mi tekrarlanacak?..
Bir gerçek apaçık ortaya çıktı:
Türkiye’dekiler dâhil bölgedeki Kürtler artık dört parçaya bölünmüş yaşamak istemiyorlar.

Bu demek değildir ki, bugünden yarına Türkiye, İran, Irak ve Suriye Kürtleri tek bir devlet çatısı altında toplanacak.
Bu elbette kolay değil.
Ama bu ‘bağımsız devlet ideali’ Kürtlerin kafasının arkasında her zaman vardı, var olmaya da devam edecek.
Ve Kürtler, -tabii Türkiye Kürtleri dahil- kendi yaşadıkları ülkelerde kendi kendilerini yönetmek isteyecekler.
Bu kendi kendini yönetmenin adı, güçlü yerel yönetim olabilir.
Özerklik olabilir.
Federasyon olabilir.
Nihai olarak Irak’taki yöneliş gibi bağımsız devlet olabilir.
Şu noktayı vurgulamakta yarar var:
Türkiye Kürtleri dahil bütün bölge Kürtlerindeki bu ‘kendi kendini yönetme’ isteğini söndürmek olanaksızdır.
Budur zamanın ruhu!
Türkiye eğer kendi Kürtleriyle kalıcı ve gerçek barış kurmak istiyorsa, buna göre bir ‘end game’ yapacaksa, ‘zamanın ruhu’nu yakalamak zorunda.
Bu da sadece kendi Kürtlerini değil, bütün bölge Kürtlerini içine alacak olan demokrasi ve eşitlik üstüne kurulu, zamana yenilmiş ‘üniter-devlet’e veda etmiş kapsamlı bir barış planından geçer.
Kendi evinin içinde birinci sınıf demokrasi ve hukuk devletini hakim kılan...
Merkeziyetçi devlet, üniter devlet anlayışını artık bir kenara bırakarak, demokrasiyi ete kemiğe büründürecek güçlü yerinden yönetimleri oluşturan...
Barış ve demokrasi açısından özerkliği, federasyonu düşünen, o çağını çoktan tamamlamış klasik 
ulus-devlet takıntılarından ya da klişelerinden arınmış olarak bu yaşamsal konuları tartışabilen...
Kendi Kürtleriyle ilişkilerini vatandaşlık, kimlik, yerel yönetim, anadilde eğitim, özgürlük gibi temel meselelerde eşitlik ve demokrasi üzerine oturtan...
Eşitlik konusunu anayasal çerçeveye sokan...
Bunları yaparken, dağdan inişin, silahlara vedanın yolunu açan, yani Kürt sorunuyla silah ve şiddetin bağını kopartan...
Bu yolda, Öcalan’ın özgürlüğüne giden taşları da döşeyen...
Kendi devlet geçmişi ve ‘günahları’yla yüzleşerek, PKK’nin de kendi geçmişi ve ‘günahları’yla özeleştirel bir yüzleşmeye gitmesini kolaylaştıran... 
Aynı zamanda Irak ve Suriye Kürtlerine barış ve işbirliği elini uzatan...
Bütün bunları başarabilen bir Türkiye, güçlü Türkiye olur.
Barış içinde yaşayan büyük Türkiye olur.
Nüfuz alanını kendi sınırlarının dışına taşıyan gerçek bir bölgesel güç olur.
Kısacası:
Hem Batı’da hem Doğu’da sesi dinlenen, Batı’nın demokratik değerlerine bağlı, barış ve huzur içinde yaşayan büyük ve güçlü bir ülke konumuna yükselir Türkiye...

                                    *    *    *

Yukarıdaki satırlar, Kürdistan Günlükleri adını taşıyan ve Everest Yayınları’ndan 2014 yılı Eylül ayında çıkan kitabımın son bölümünden. Türkiye, ne yazık ki, bu satırların çerçevesini çizdiği ‘barış’tan gitgide uzaklaşıyor.