SİLVAN
Perşembe, 3 Aralık.
Sabah vakti pırıl pırıl güneşli bir havada çıktık yola Diyarbakır’dan.
Silvan’a vardık ki, yılın ilk karı yağıyor.
En şiddetli çatışmaların yaşandığı Mescit Mahallesi’nde, Azizoğlu Konağı.
Konak, özel harekâtçılar tarafından karargâh yapılmış. Giriş kapısında zırhlı araçlar, pencerelerde kum torbaları, silahlı gözcüler...
Konağın az ötesinde delik deşik edilmiş, camı çerçevesi berhava olmuş bir binaya doğru yürüyorum, fotoğraf çekmek için.
Konak’tan üç özel harekâtçı fırlıyor, ellerinde otomatik silahlar.
Bakışları pek öyle dostane değil.
Keskin nişancılar diyor, kulağıma eğilip.
Elinde makineli tüfeği olan sinirli bir havada soruyor:
“Bizim fotoğrafımızı mı çekiyorsunuz?”
Biraz sinirli bir hâlleri var.
Hayır deyip yürüyorum.
Cep telefonumla ön cephesi bomba ve kurşunlarla delik deşik olmuş binanın birkaç kare fotoğrafını çekip geri dönerken, fanilalı, eli silahlı özel harekâtçıya merhaba diyorum.
Almıyor selamımı...
Delik deşik olmuş binanın birkaç kare fotoğrafını çekip dönerken, fanilalı, silahlı özel harekâtçıya merhaba diyorum. Almıyor selamımı...
Birkaç adım ötede Delila’nın annesinin evi. İşte Gülsüma Ana, iki dudağının arasından hiç düşmeyen cigarasıyla karşımda.
İlk sözü şu oluyor:
“Acılar anlatmayla bitmiyo...”
İkinci cümlesi:
“Acılara dayanıyoruz, hayatımız zehirdir.”
Kahvelerimizi yudumlarken devam ediyor:
“Beş ay boyunca doğru dürüst lezzetli yemedik, doğru dürüst uyumadık. Hele o son 13 günlük sokağa çıkma yasağı... Elektriksiz, susuz, ekmeksiz... Bazen de namazsız kaldım. Silahlar patlamaya başlayınca hep arka tarafa kaçtık, koridora, banyoya...”
Beni balkona çıkarıyor.
“Orayı karargâh yaptılar” diyor Azizoğlu Konağı’nı işaret ederken, “Şu panzer var ya, bütün gece gürül gürül çalışıyor, beni uyutmuyor. Silah şakırtıları, silah sesleri de cabası...”
“Acıları içime atıyorum” diye devam ediyor:
Bu arada unutmuyor:
“Kitabı, Delila’yı bana okudular.”
Tekrar aynı yerden, Azizoğlu Konağı’ndan aşağı doğru inmeye başlarken, bir özel harekâtçı yanıma geliyor.
Gayet nazik elimi sıkıyor ve beni yazılarımdan tanıdığını söyledikten sonra uyarıyor:
“O aşağılara gitmenizi tavsiye etmem, tehlikeli olabilir.”
Teşekkür edip aşağı, Azizoğlu Meydanı’na doğru yürüyorum.
Silvan; Suriçi’nden, Nusaybin’den, Cizre’den farklı. Ortalıkta barikat yok, hendek yok, duvar yazısı yok...
Burası Diyarbakır-Suriçi’nden, Nusaybin’den, Cizre’den farklı.
Ortalıkta barikat yok, hendek yok, duvar yazısı yok.
Anlaşılan çekilmiş, yer altına inmiş YDG-H’liler... Kulağıma eğilip, “Görünür olmaktan çıktılar” diye izah ediyor durumu...
Şunu ekliyor:
“Silvan’ın diğer yerlerden bir farkı var. Panzer de, kepçe de burada her sokağa rahatça girebilir. Diğerlerinde öyle değil, çok dar oralardaki sokaklar...”
Bir bakkal dükkânı.
Etraftaki esnafla sohbet ediyoruz.
Biri şöyle diyor:
“İpin ucu Tayyip Erdoğan’dadır. Bozan da odur, yapacak olan da odur.”
Bir başkasından özyönetim vurgusu:
“Yapmıyorsa, iş halka, bize düşüyor, biz yapacağız o zaman...”
Yandan lafa giriyor:
“Şu çözüm süreci yürüseydi ya...”
Diğeri tamamlıyor:
“Hiçbi şey yapmadı Erdoğan. Hasta tutsakları bile affetmedi.”
Bir başkası yakınıyor:
“Hiçbir yer Silvan kadar kötü yıkılmadı. Buralar harabeye döndü. Çok göç oldu. Beş bin kişi diyorlar.”
Diğeri açıklama getiriyor:
“Gidenlerin bir kısmı döner. Zaten çok uzağa gitmediler. Kimi Silvan’ın başka yerlerine, yakınlara, Diyarbakır’a gitti bir süre için...”
Konu, Tahir Elçi’ye dönüyor:
“Devlete nasıl güvenecen, Tahir Elçi gibi düşüncesinden dolayı öldürülürsen...”
Biri aradan yorum yapıyor:
“Siz de Can Dündar gibi olmayın, Tayyip Erdoğan sizi de içeri tıkmasın.”
Esnafla sohbet ediyoruz. Biri şöyle diyor: “İpin ucu Tayyi Erdoğan’dadır. Bozan da odur, yapacak olan da odur.”
Eski Bitlis Caddesi’ndeki bakkal dükkânında, bir türlü gelmek bilmeyen çaylarımızı beklerken, atıştırmaya başlayan, bir ara lapa lapa yağan yılın ilk karı içimi ısıtıyor.
Karşımızda camı çerçevesi inmiş bir büyük bina, Sağlık Ocağı. Sokağa çıkma yasağı sırasında 20-25 özel harekâtçı tarafından burası basılmış, Allahuekber sloganlarıyla...
Bu baskın iki nedenle yapılmış olabilir, diyor.
Biri, YDG-H’lilerin bu Sağlık Ocağı’nda yaralılarını tedavi ettirmeleri ihtimali...
İkincisi, duvara yazılmış, sonradan üstü siyah boyayla kapatılmış bir slogan:
Kürdistan’dan defol, IŞİD kılıklılar!
Arkamızdan bir gümbürtü:
İki tane özel harekât kobra’sı, tepelerindeki otomatik silahın namlusu daire çizerek gelip geçiyor.
O namlunun bizi de göstererek kendi etrafında dönmesinden tedirgin olmuyor değilim.
Silvan Belediyesi Eş Başkanvekili Zuhal Tekiner’i dinliyorum:
“Bitmeyen bir kabusu yaşıyoruz.”
Devam ediyor:
“Daha 9 yaşındaydım. Babamın en sevdiği yakın arkadaşı gözümün önünde öldürüldü. Biz böyle büyüdük. 1980 yılı 9 Eylül günü doğdum. Üç gün sonra 12 Eylül darbesi... Babam, dedem, zihinsel engelli amcam hepsi bir gecede içeri alındılar. Şimdi 35 yaşındayım. İki kez hapse düştüm. Biri 1998’de 17 yaşındayken, diğeri 2011’de KCK davasından 1,5 yıl yattım.”
Ekliyor:
“Korku, evet var. Ama 1990’ların korkusu daha büyüktü. Artık tek başımıza değiliz. Sonuna kadar mücadele edecek gücümüz var.”
Serhat Yüce.
27 yaşında, gazeteci.
Anlatıyor:
“1993 yılında 5 yaşındayken, Silvan’da babam faili meçhul cinayette öldürüldü.”
Kerem Canpulat, Belediye Eş Başkanvekili, 1976 doğumlu. 18-19 yaşında ‘örgüt üyeliği’nden 10 yıl hapis yatıyor, 1993-2004 arasında...
Mehmet Ali Gülsel.
Belediye Meclis üyesi.
72 yaşında.
“118 gün gözaltı yaşadım. Perişan ettiler beni, dayak işkence... Devletten şiddet gördük hepimiz... İşte devlet buysa, memleket de patlar, dağda ölmek de göze alınır.”
Ekliyor:
“Benim oğlum Umut da 1993’de, Silvan-Kulp-Lice üçgeninde şehit düştü daha 18 yaşındayken...”
Çıkarıp fotoğrafını gösteriyor:
“Böyle giderse, memleket bölünür!”
Tekrar tekrar bu acıları neden yazıyorum biliyor musunuz? Bu topraklardaki acıları anlamazsanız sadece kan gölünü büyütürsünüz...
Adı, Hanım Şimşek.
Belediye Meclis üyesi.
Anlatıyor:
“15 yaşında evlendirdiler beni. 20 yaşındaydım. En küçüğü 4 yaşında 4 çocuğum vardı. 1991’de faili meçhulde kocamı kaybettim. Tekel’de müdürdü ve 45 yaşındaydı o zaman... Allah’a şükür, bütün çocuklarımı okuttum, üniversite dâhil bitirdiler.”
Dinliyorum Hanım Şimşek’i.
Kocası Kürt, kendisi Ermeni.
Anlatıyor gayet sakin:
“Annem de, babam da Ermeni’ydi. Korkudan hiç kimse Ermeni olduğunu söylemezdi Silvan’da... Ben ilkokul dördüncü sınıftayken öğrendim Ermeni olduğumu... Okulda, mahallede Ermeni sözü kötü bir şeymiş gibi geçerdi. Anneme sordum Ermeni neymiş diye. Bizim de Ermeni olduğumuzu söyledi. Ama sıkı sıkıya tembih etti hiç konuşmamamı...”
Silvan’ın Alibey köyündenmişler.
1915’ten anne tarafından annesiyle teyzesi ve babaları kurtulmuş, baba tarafından da nenesiyle babası sağ çıkmış... Silvan’ın içinde de Müslümanlaştırılmış Ermeni aileler varmış...
Bir ara, neler yaşadım neler kabilinden şunu da çıtlatıyor:
“Bir seferinde yemeği ben yapıyorum evde. Kayınvaldem yemiyor. Diyor ki: ‘Sen Ermenisin, senin kemiklerin haramdır!’ Ben bir tepsiyi olduğu gibi pencereden aşağı döküyorum.”
Evet öyle...
Bu topraklarda acılara dokunmayacaksın.
Dokundun mu, insanı bir dipsiz kuyu gibi içine çekmeye başlıyor.
Tekrar tekrar bu acıları neden yazıyorum biliyor musunuz?
Bir tek basit nedeni var.
Bu topraklarda yaşanan acıları yüreğinde hissetmeden, bu acıları anlamaya çalışmadan ya da anlamadan, terör ve terörist, terör örgütü söylemleriyle -ya da klasik devlet klişeleriyle- düşünenler boş düşünüyorlar.
Nafile düşünüyorlar.
Ve bu düşünce tarzları tam bir çıkmaz.
Ayrıca, bu çıkmazın kökleri Osmanlı öncesine, Cumhuriyet’in kuruluşuna gidiyor ve 1980’lerden, 1990’lardan bugünlere uzanıyor.
Hâlâ terör, terörist, terör örgütü diyerek elde tankla topla dağlara ve şehirlere dalarak, dün dağa bugün barikatlara çıkanları da anlayamazsınız, sorunu da çözemezsiniz, barış da yapamazsınız.
90 yılda yapamadığınızı bundan sonra da yapamazsınız.
Sadece kan gölünü büyütürsünüz.
Sadece acıları büyütürsünüz.
Genç kadın kulağıma eğilip şöyle diyor:
“O kadar çok acı, o kadar çok ölüm yaşadık ki... Bizi acılara, ölümlere o kadar çok alıştırdılar ki... Artık üzülemiyoruz, artık ağlayamıyoruz. Ama mücadele azmimizden de bir şey eksilmiyor.”
Yarın da buralardan...
1) Diyarbakır’dan: Farkında bile değilsiniz, yaşattığınız acılarla bu ülkeyi bölüyorsunuz!
2) Diyarbakır Suriçi’nden, mevzili, hendekli sokaklardan...
3) Nusaybin’in barikatlı, hendekli ve de hüzünlü sokaklarından...
4) Cizre’de barikat sohbeti: Hepsi acıların çocukları...