Hasan Cemal

07 Ekim 2019

Savaşı değil barışı savunanların yalnızlığı...

Savaşa karşı savaşmak gerekiyor!

Yıllardır yazıp duruyorum:

Savaşa karşıyım.
Çare, savaş değil barıştır.
Barış namlunun ucundan değil diyalogtan,
masa başında konuşmaktan,
müzakereden geçer.
Bütün bölge Kürdleriyle
barış yollarında yürüyen
bir Türkiye'nin
içeride demokrasi
ve hukuk alanı,
dışarıda bölgesel nüfuz alanı genişler.
Savaş,
Türkiye'nin çıkmazlarını,
siyasal ve ekonomik istikrarsızlıklarını derinleştirir. 
Barış yapmak
savaş yapmaktan zordur!
Barıştan değil
savaştan korkun!

Ama barış korkusu devam ediyor.
Stefan Zweig'ı hatırlıyorum yine. Savaş çığlıklarının kendi ülkesinde, Avrupa'da her yeri kapladığı, savaşa karşı çıkanların vatan haini ilan edildiği ana baba günlerinde sesini yükselmişti:

Savaşa karşı
savaşmak gerekiyor!

Stefan Zweig'ın şu satırlarını kim bilir kaç kez okudum:

Savaşacağım düşmanı biliyordum.
Ölüme ve acılara başkalarını göndermeyi
yeğ tutan yalancı kahramanlıkla,
yüzde yüz zafer palavrası
savurup boğazlaşmayı uzatan
vicdansız politika
ve savaş önderlerinin 
ucuz iyimserliğiyle 
-kiraladıkları hayhaycılar korosu
arkalarında olanlarla- savaşacaktım.
O
savaş laf ebeleri'yle savaşacaktım.
Uyaran kişileri karamsar diye hor görürlerdi.
Savaşa karşı çıkan herkese vatan haini
damgası yapıştırırlardı.
Temkinli kişilere korkak,
insancıllara yüreksiz deyip,
felaket anında ne yapacağını şaşıran bu
palavracılar sürüsü
her yerde ve her zaman birdi.
Başından beri '
zafer'e inanmamıştım
ve tek şeyi çok iyi anlamıştım:
Sayısız kurbanlarla
bir zafer kazanılsa bile değmezdi.
Ama bu uyarmalarımla dostlar arasında
tek başıma kalıyordum.

Yalnız başına kalmak...
Stefan Zweig'ı anlıyorum.
Savaş çığlıklarının her yeri kaplamaya başladığı, barış seslerinin neredeyse hiç duyulmadığı bir ortamda, intihara sürüklenen büyük yazar Zweig'ın yalnızlığını ve acısını anlamak güç değil.
Yıllar önce yazdıklarımdan kısa bir alıntıyla savaş değil barış yazımı noktalıyorum:

Türkiye eğer kendi Kürtleriyle kalıcı ve gerçek barış kurmak istiyorsa,
buna göre bir end game,
bir son oyun kuracaksa, 
zamanın ruhunu
yakalamak zorunda.
Bu da sadece kendi Kürtlerini değil,
bütün bölge Kürtlerini
içine alacak olan 
demokrasi ve eşitlik üstüne kurulu, kapsamlı bir barış planından geçer.
Kendi evinin içinde 
birinci sınıf demokrasi 
ve hukuk devletini hâkim kılan... 
Merkeziyetçi devlet,
üniter devlet anlayışını
bir kenara bırakarak, demokrasiyi ete kemiğe büründürecek 
güçlü yerinden yönetimleri oluşturan... 
Kendi Kürtleriyle ilişkilerini vatandaşlık, kimlik, yerel yönetim, anadilde eğitim, özgürlük gibi temel meselelerde 
eşitlik ve demokrasi üzerine oturtan... 
Bunları yaparken, dağdan inişin, silahlara vedanın yolunu açan, yani Kürt sorunuyla silah ve şiddetin bağını kopartan... 
Irak ve Suriye Kürtlerine barış ve iş birliği elini uzatan... 
Bütün bunları başarabilen bir Türkiye, güçlü Türkiye olur.  
Barış içinde yaşayan büyük Türkiye olur.
Nüfuz alanını kendi sınırlarının dışına taşıyan gerçek bir bölgesel güç olur. 
Kısacası: 
Hem
Batı’da hem Doğu’da sesi dinlenen, barış ve huzur içinde yaşayan büyük ve güçlü bir ülke konumuna yükselir Türkiye.

Son söz:
Savaşı değil barışı savunanların yalnızlığını şu günlerde çok daha fazla duyumsuyorum.
Hazin ama öyle.
Ama her şeye rağmen barış çığlıkları dipsiz kuyularda yitip gitmesin...