Özgürlük kolay kazanılmıyor,
duvarlar öyle kolay yıkılmıyor!
Özgürlük adına Jan Hus'a Giardano Bruno'ya,
kendini yakan Jan Palach'a,
Vaclac Havel'e selam olsun!
Prag, 9 Mart 2018
Kendi yalanlarının tutsağı olan bir rejim...
Her şeyi tahrif eder. Her şeyi değiştirir.
Geçmişi de... Bugünü de... Geleceği de...
Özgürlük!
Kolay kazanılmıyor.
Duvarlar öyle kolay yıkılmıyor.
Diktatörler, tiranlar, despotlar tarihin çöp tenekesine kolay atılmıyor.
Her seferinde bir bedel ödeniyor.
Tarihin sayfalarını hatırlayın.
Kan ve gözyaşı...
Tarih hep böyle yazılmış.
Jan Hus'a doğru yürüyorum.
Ne kadar heybetli bir anıt.
Otoriteye itiraz...
Otoriteye direniş...
On beşinci yüzyılda Katolik Kilisesi'ne kafa tutan, din öyle değil böyle yaşanmalı diye bayrak açan bir din adamı...
Din düşmanı ilan edilir.
Tarih, 6 Temmuz 1415.
Meydanda bir kazığa bağlanır ve yakılır Jan Hus.
Meydandan yükselen alevler Ortaçağ karanlığını aydınlatır, geleceğin özgürlük ateşini yakar.
Jan Hus anıtının çevresinde dolaşıyorum.
Kimbilir kendisini o zamanlar ne kadar yalnız hissetmiştir, yaşadığı zindanlarda ne kadar acı çekmiştir.
Dimdik duruyor.
Özgürlük adına Jan Hus'a selam çakarken aklıma geliyor, kilisenin yaktığı bir başka din adamı.
Tarih, 16 Şubat 1600.
Roma'da Campo de Fiori Meydanı (Çiçek Tarlası). Papaz Giordano Bruno şafakla birlikte Engizisyon muhafızları tarafından sürüklene sürüklenegetirilir.
Meydanın ortasındaki odun yığınının ortasındaki tahta direğe bağlanır.
Bir cellat, elinde kocaman ve keskin bir kıskaçla yaklaşır. Giordano Bruno'nun dilini koparırken meydanı dolduran kalabalık kendinden geçmişçesine haykırır. O sırada bir keşiş, meşaleyle tutuşturur odun yığınını...
Suçu neydi Giordano Bruno'nun? Tıpkı Jan Hus gibi kendi zamanının ötesinde yaşamak!
Kiliseye, Hıristiyan şeriatına karşı gelmişti.
Akla aykırılıkları sorgulamaya kalkışmıştı.
Dini ve felsefi özgürlük demişti.
Dogmadan değil akıldan yana çıkmıştı.
Böylece aklın özgürleşmesine, eleştirel düşünceye, laikliğe, bilime giden yolun açılmasına katkıda bulunmuştu.
Ama yakıldı!
Önü açıldı insanlığın.
Jan Hus Anıtı'nı seyrederken Roma'daki Çiçek Tarlası Meydanı gözümün önüne geliyor.
Giordano Bruno'nun heykelinden güvercinler hiç eksik olmaz.
Jan Hus'unki de öyle...
Merdivenlerinde sarmaş dolaş gençler oturur.
Jan Hus'unki de öyle...
Aklın özgür olması için, tutsaklıktan kurtulması için tarih boyu ne acılar çekildiğinin çarpıcı simgeleridir bu anıtlar, bu meydanlar...
Prag Baharı'nı çiğneyen Sovyet tankları, direniş ve Kadife Devrim
Yıl 1968.
Prag Baharı'nı çiğneyen Sovyet tanklarının kulak tırmalayıcı palet sesleri...
Yıl 1969.
Jan Palach kendini burada yakıyor.
Daha 21 yaşında.
Dikta karşısında sinmiş insanları özgürlük adına harekete geçirmek için kendini feda ediyor.
1989 yılı Kasım ayı. ,
Wenceslas Meydanı dalgalanıyor.
Özgürlük özgürlük!
Halk ayaklanmış, tarih yazıyor Wanceslas Meydanı'nda.
İhtilalin karargâhı ise böyle işler için farklı bir mekân, bir tiyatro:
Sihirli Fener Tiyatrosu!
Bir devrim bir tiyatrodan yönetiliyor, herhalde bu bir ilk.
Kuliste büyük bir heyecan dalgası kabarıyor. Filozoflar, tarihçiler, gazeteciler, yazarlar, sanatçılar... Hepsi hummalı bir çalışma içinde... Başlarında da bir oyun yazarı, bir düşünür var:
Vaclav Havel.
Kendi memleketimde de özgürlük çığlıklarıyla duvarların yıkıldığı, demokrasi ve hukukun kapımızı çaldığı zamanların özlemini iliklerime kadar hissediyorum
Bu kez yönettiği oyunun adına gelince:
Kadife Devrim.
Bu oyun geçmişte yazdığı ve yönettiği soyut oyunlardan farklı.
Çünkü hayatın içinde, Kafka‘nın kurşuni, melankolik şehri Prag’da oynanan oyunu halkın ta kendisi oynuyor.
Elbette daha önemlisi, kırk yıllık totaliter bir diktayı çökerten bir oyun olması.
Vaclav Havel, iki yüz bin kişinin dalgalandığı Wenceslas Meydanı'ndaki binanın şu penceresinden, 10 Aralık 1989'da, halkın özgürlükçü ruhuna sesleniyor:
Gerçek ve sevgi,
yalan ve nefrete
her zaman
üstün gelecek!
Yalanda yaşamaya isyan
Kırk yıllık Stalinist rejim, totaliter dikta çöküyor.
Wenceslas Meydanı'nda yürüyoruz Ayşe'yle.
Vaclav Havel'i düşünüyorum.
Bir zamanlar kafamın içindeki bazı ‘yalanlar’dan kurtulmaya çalışırken bana yardımı dokunmuştu.
Yalanda yaşamaya isyan ederek ülkesinde Kadife Devrim yolunu açarken, ben de yalanda yaşamak ne demek ondan öğrenmiştim.
1999’da çıkan Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım isimli kitabımda kendi kendimle hesaplaşırken, yanımda yine Havel vardı.
Vaclav Havel’le ilk kez New York’ta tesadüfen tanışmıştım.
1988 yılı olmalı.
Manhattan’daki bir kitapçının rafları arasında gezinirken karısına hapishaneden yazdığı mektupları buldum:
Letters to Olga.
Vaclav Havel’in mektupları akıl ve duygu doluydu.
Kendi ülkesinde Stalinci bir rejimin hışmına uğramış, 1979’la 1982 arasında hapis yatmıştı.
Bir düşünür, bir oyun yazarı.
Yirmi yıl boyunca yazdıklarının yayımlanmasına izin verilmemişti. Ama teslim olmamıştı diktaya.
1948'de Sovyet tanklarıyla Çekoslovakya’yı istila eden totaliter rejimin dayanağı olan ideolojiyi hiç sevmezdi Vaclav Havel:
Bu ideoloji kendi bütünlüğü içinde laikleşmiş bir din olarak nitelenebilir.
Bu ideolojide her türlü sorunun hazır cevapları vardır.
Bir bölümünü kabul etmekle yetinmek olmaz. Bir kere de kabul ettin mi, hayatın derinden etkilenir.
Ama çok caziptir de.
Özellikle aylaklar için baş sokulabilecek bir yuvadır. Olduğu gibi kabul ettiğin anda, hayat yeni bir anlam kazanır. Bütün gizler, o güne kadar cevapsız kalmış sorular, kaygı ve yalnızlık duygusu ansızın kaybolur.
Ama insan, kirası düşük bu ev için kendi yaşamında olağanüstü yüksek bir bedel öder, kendi aklından vazgeçer. Çünkü bu ideolojinin en önemli yanı, insanın kendi vicdanıyla aklını bir yüksek otoriteye teslim etmesidir. (*)
Kendi yalanlarının tutsağı olan bir rejim...
1990’da IPI Yürütme Kurulu’yla, 1991’de de Cumhurbaşkanı Özal’la Prag’a gittiğimde Cumhurbaşkanı Vaclav Havel’le ayaküstü de olsa sohbet fırsatı bulmuştum.
Aklın özgürlüğüne, eleştirel düşünceye hayatı boyunca sahip çıkmış olan Vaclav Havel, özgürlüğünden yoksun bir dönemde, 1986’da şöyle der:
Her zaman kendinden kuşku duymuş, övgüden çok eleştiren seslere kulak verip önemsemiş bir insanım. Bana umut bağlamış kimselere rastlıyorum. Hiç tanımadığım insanlar bana telefon edip yaptıklarım için teşekkür ediyorlar.
Bunları duymak beni elbette sevindiriyor, teselli ediyor. Çabalarımızın çölde atılan bir çığlık gibi boşa gitmediğini, bir yankı verdiğini gösteriyor, anlatıyor.
Aslında ben ne yaptım ki? Birkaç eser, bir iki makale yazdım, bir süre hapishanede kaldım. (**)
Kendi yalanlarının tutsağı olan bir rejim...
Her şeyi tahrif eder.
Her şeyi değiştirir.
Geçmişi de...
Bugünü de...
Geleceği de...
Bu yalanlara inanmak zorunda değiliz.
Şöyle der Vaclav Havel:
Bir manav, vitrinin üstüne, soğanların, havuçların arasına ne diye ‘Ey bütün dünyanın işçileri, birleşin!’ diye yazma gereğini duysun ki?
Niye yapsın ki bunu?
Gerçekten dünyanın bütün işçileri arasında birlik olması fikriyle gerçekten ilgili olduğu için mi ?
Öyle sanıyorum ki, dükkân sahiplerinin ezici çoğunluğu vitrinlerine koydukları sloganlara inanmıyorlardı.
Bu sloganlar onların gerçek duygularını yansıtmıyordu.
Ama yıllardır yapılagelen bir şey olduğu için yapılmaya devam ediliyordu.
Daha önemlisi, bu sloganları asmayı reddetseler başları belaya girebilirdi.
Bu da ‘toplumla uyum içinde’ nispeten huzurlu bir hayat sürdürmeyi garanti eden binlerce ayrıntıdan biriydi.
Bu sistemde bürokratik devlet mekanizmasına, halkçı hükümet adı takılır.
İşçi sınıfı, işçi sınıfı adına köleleştirilir.
Bireyin ayaklar altına alınması, onun nihai kurtuluşu olarak ilan edilir.
Askeri işgal, kardeşlik dayanışması olarak lanse edilir.
Anlatım özgürlüğünün yokluğu, en üst dereceden özgürlük olarak nitelenir.
Gülünç seçimler, demokrasinin gerçekleşmiş en güzel örneği olarak sunulur.
Bağımsız düşüncenin yasaklanması, dünya görüşlerinin en bilimseli olarak anlatılır.
Çünkü rejim, kendi yalanlarının tutsağıdır.
Derin Avrupa: Kültürün derinliği, ruhun bağımsızlığı, hüzün, melankoli...
Wenceslas Meydanı'nda yürüyoruz.
Şimdi Marks & Spencer mağazası olan binanın o balkonunu, Vaclac Havel'in tarih yazdığı, kendi yalanlarının tutsağı olan bir tiranlığı yıktığı balkonu arıyor gözüm.
Kendi memleketimde de özgürlük çığlıklarıyla duvarların yıkıldığı, zindanların boşaldığı, demokrasi ve hukukun kapımızı çaldığı zamanların özlemini iliklerime kadar hissediyorum.
Sonra akşam vakti, Vaclav Havel'in devrim zamanlarında bile uğradığı Reduta isimli caz kulübüne gidiyoruz Ayşe'yle.
Duvarda bir fotoğraf:
Başkan Clinton saksafon çalıyor Reduta'da, Çek Cumhurbaşkanı Havel de izliyor, yüzünde bir gülümseme, yıl 1994...
Varşova'da, Krakow'da, Prag'da, -ya da Nilüfer Göle'nin deyişiyle derin Avrupa'da- dolaşırken bir şeyler hep dikkatimi çekiyor:
Kültürün derinliği...
Ruhun bağımsızlığı...
Ruhun huzursuzluğu...
Melankoli...
Hüzün...
Bu insanlık hâlleri öyle ki, gün geliyor, özgürlüğü ezen tiranlığı reddediyor.
Ama gün geliyor, bugünlerde olduğu gibi, yeniden milliyetçi rüzgârlara kapılmaya başlıyor.
Seçim sandığından çıktım, her şeyi yaparım diye özetlenebilecek, Avrupa Birliği karşıtı popülist rüzgârlar, "derin Avrupa"yı etkisi altına alıyor Varşova'sından Prag'ına, Budapeşte'sine kadar...
Demokrasi, hukuk ve özgürlük, kurumlaştırılması hiç de kolay olmayan düzenler... Siyasal kararlılık, zaman, sabır ve akıl gerektiriyor taşların yerli yerine oturması için...
Yarın: Ostand'dan
* Vaclav Havel, Living In Truth, Faber and Faber, London-Boston.
** Vaclav Havel, Uzaktan Soruşturma, Afa Yayınları, İstanbul.