Hasan Cemal

02 Mayıs 2020

Özgürlüğe açılan kolay bir yol hiçbir yerde yoktur!

Ses içimi acıtıyor: "Özgürlüğün hüküm sürdüğü tepelere ulaşmak istiyorsak, ölümün kol gezdiği vadilerden geçmek zorundayız"

Irkçılığa karşı mücadeleyle geçen koca bir hayat...
Güney Afrika'daki ırk ayrımcısı Apartheid rejimine karşı Nelson Mandela'yla omuz omuza bir ömür boyu verilen özgürlük kavgası...
Yeraltında geçen silahlı mücadele yılları...
Mandela'yla birlikte ırkçı rejimin zindanlarında, tek kişilik hücrede geçen 22 yıl...
Ama sonunda gelen zafer...
1990'ların başında beyazların ırkçı rejimini tarihin çöp tenekesine atarak, Güney Afrika'da siyah beyaz herkes için özgürlük ve demokrasi yolunu açarak zindanlardan kurtuluş...
Reuters'ın haberini okuyorum.
Denis Goldberg.
87 yaşında Cape Town'daki evinde 29 Nisan günü öldü.
1933 doğumlu.
Litvanyalı Yahudi bir aileden geliyordu.
Kanser hastalığına yenildi.     
Ölmeden kitabını da yazmış: 

Özgürlüğe Adanmış
Bir Hayat.

Fotoğrafına bakıyorum.
Babacan, kendi kendisiyle barışık bir tip...
Ne güzel yaşamış...
Hayata boşuna gelmemiş...
Zindanlardan, zulümlerden geçmiş ama en sonunda demokrasiyi de, özgürlüğü de görmüş ülkesinde...
Doğrusu böylesine bir yaşamı kıskanıyorum.

Nelson Mandela'yla Denis Goldberg

Denis Goldberg'le Nelson Mandela'nın birlikte fotoğraflarına bakarken yıllar öncesine gidiyorum.
1994'ün Şubat ayı.
İlk defa Güney Afrika'da, Cape Town şehrindeyim.
Mandela'nın de Klerk'la(*) Nobel Barış Ödülü'nü ırkçı rejimi tarihin çöp tenekesine attıkları için birlikte aldıkları günlerin heyecanı yaşanıyor Güney Afrika'da.
Hayatının 27 yılını vatan hainliği suçlamasıyla beyaz ırkçı rejimin zindanlarında geçirmiş olan Mandela, beyaz adama "dostluk ve barış eli"ni uzatabilmişti.
Bu iki lideri, geçmişin tutsağı olmaktan kendilerini kurtarabilen Mandela'yla de Klerk'ı 1994'ün Şubat ayında IPI Yürütme Kurulu üyesi olarak tanımak, ellerini sıkıp ayaküstü sohbet etmek mutluluğunu tatmıştım.

Mandela-Vatan hainliğinden 27 yıl hapis...

O tarihlerde herkes onlar gibi değildi Güney Afrika'da. Siyah ve beyaz uçlarda saf tutanlar vardı.
Onlar, eski duvarları devam ettirmekten, siyahlarla beyazların ayrı ayrı yapılar içinde varlıklarını sürdürmesinden, yani "ayrılıkçılık"tan yanaydılar.
Ancak Mandela'yla de Klerk ayrılığı reddettiler Güney Afrika'da, aynı çatı altında, demokrasi ve barış içinde yaşama yolunu seçtiler.
1994'te söylediklerinin özeti şöyleydi: 

Üniter devletten yanayız.
Ama bölgelerin varlığını kabul
ediyoruz.
Hepsinin seçimle gelecek yerel
meclisleri olacak.
Ayrıca, tüm farklı
gruplar kendi kültürel kimliklerini
koruyup geliştirebilecekler.

Anılar dipsiz bir kuyudan çıkıp geliyor.
1992 yılı Ocak ayı.
Davos'ta, Dünya Ekonomik Forumu'nda Başbakan Demirel'i izliyorum. 
Nelson Mandela'yla görüşüyor bir büyük otelin süitinde. Ankara o sırada Mandela'ya Uluslararası Atatürk Ödülü'nü vermek istiyor.
Ama Mandela'dan ret yanıtı geliyor.
Bu 'hayır'ın altında Türkiye Cumhuriyeti'nin Kürtlere dönük ayrımcılığı yatıyordu.
2010 yılı Temmuz ayı.
16 yıl sonra yine Güney Afrika'dayım, Dünya Futbol Kupası için bu kez...    
Ancak Johannesburg'da Apartheid Müzesi'ne yolum elbette düşüyor.
Irkçılığın insan ruhuna bulaştırılmış ne korkunç bir illet olduğunu daha beter hissettiğim için boğulur gibi oluyorum.
İçim gerçekten daralıyor.
Tavandan sarkan ilmik ilmik yağlı urganlar, ırkçılığa karşı mücadele verenlerin boynuna çok sık geçirilmiş, özellikle 1962 ile 1986 yılları arasında.
Asılarak idam edilen özgürlük savaşçılarının isimleriyle, idam sehpalarının karanlık fotoğraflarının ıslak taş duvarlardaki iç içeliği bir an tüylerimi ürpertiyor.
1979'da idam sehpasına giderken şöyle seslenmiş Solomon Mahlangu:

Benim kanım, özgürlük
meyveleri verecek ağacın köklerini
sulayacaktır.
Halkıma söyleyin, ben onları çok
sevdim.
Mücadeleye devam etmek zorundalar.
Beni merak etmesinler.
Kaygılarını, ırkçılığın acısını yaşamakta
olanlara ayırsınlar, bu bana yeter. 

Müzenin bir köşesinden, dapdaracık hücrede yıllarını geçiren Nelson Mandela'nın karanlığı delen kadife gibi yumuşak sesi yükseliyor:

Hiçbir yerde özgürlüğe açılan kolay bir
yol yoktur. Özgürlüğün hüküm
sürdüğü tepelere ulaşmak istiyorsak,
şu iyi bilinsin, ölümün kol gezdiği
vadilerin karanlık gölgelerinden
defalarca geçmek zorundayız.

Keder yüklü sesin geldiği yere yürüyorum.
Tahtadan banka ilişiyorum.
Miriam Makeba konuşuyor.
Yaşlı, siyah bir kadın. Bir mahzende söylüyor. Etrafına kadın erkek siyahlar toplanmış, bazılarının yanaklarından yaşlar süzülüyor.
Güney Afrika'da siyahların yaşadığı tüm acıları hüzün dolu sesiyle öylesine dile getiriyor ki, ben de bir an içimde hissediyorum o acıları.
Mandela, Miriam Makeba için "Irkçılığa karşı mücadelemizin anası" diyor.
31 yıl sürgünde yaşadıktan sonra 1990'da, Mandela hapisten çıkınca, Güney Afrika'ya dönmüş...
Bir gece öncesi gözümün önünde. 
Sandton Meydanı'ndaki o güler yüzlü dev Nelson Mandela heykelinin çevresinde futbol kaçıkları vur patlasın, çal oynasın!
Vuvuzelalar ciyaklıyor.
Biralar içiliyor.
Güney Afrika trikosunu sırtına geçirmiş, ufacık tefecik bir siyah kız dikkatimi çekiyor.
Elinde kartondan bir pankart var.
Tahta bir sopanın üstüne asmış. Bütün yüzünü kaplayan ve inci gibi bembeyaz dişlerini ortaya çıkaran sempatik gülümsemesiyle o pankartı Mandela heykelinin çevresinde eğlenenlere sallayıp duruyor:

Birleşik Güney Afrika!

Uğruna ölünecek ideal…
Mandela bunu savunduğu için, ırkçılığa isyan ettiği için vatan haini damgası yemişti.
1990'da hapisten çıkana kadar, dile kolay, tam 27 yıl Apartheid rejiminin insanlık onurunu ayaklar altına alan bu dapdaracık hücrelerde yattı.
Ama acılarının esiri olmadı.
Yaşananları unutmadı elbette.
Fakat barış ve demokrasi elini uzattı "beyaz adam"a.
1990'da hapisten çıkarken söyledikleri, müzenin bir kenarında yazıyor: 

Beyaz hâkimiyetine karşı mücadele
ettim. Siyah hâkimiyetine karşı
mücadele ettim. Siyah beyaz bütün
insanların uyum içinde, fırsat eşitliği
içinde yaşayacakları özgür ve
demokratik bir toplum düzeni idealini
yaşattım kafamda. İşte bu benim
yaşamak ve gerçekleştirmek istediğim ve
de gerekirse uğruna ölebileceğim bir
idealdir. 

Mandela'nın sesi ne kadar yumuşak geliyor, kadife gibi. Sesini yükseltmeden her şeyi söylüyor. Sesini yükseltmeden kendisini can kulağıyla dinletebiliyor.
Müzenin yapayalnız bir köşesine, yeşil çimlerin üstüne, tek bir bank koymuşlar.
İsteyen oturabilir de...
Yeşil zemin üstüne beyaz harflerle yazmışlar: 

Sadece Avrupalılar içindir!

Müzenin ön bahçesinde, ziyaretçilere hoş geldin diyen yedi direk dikili, hepsinin üstünde birer sözcük var:

Demokrasi, uzlaşma, çoğulculuk,
sorumluluk, saygı, özgürlük, eşitlik...

Nefret ve düşmanlık üzerinden hayat ya da barış kurmak olanaksız.
Nelson Mandela, bu büyük insan, bu gerçeği çok iyi bildiği için ülkesindeki kısır döngüyü kırabilmişti.  
Güney Afrika, 1990'ların ilk yarısına kadar nüfusunun ezici çoğunluğunun, yani siyahların insandan sayılmadığı koskoca bir ülkeydi.
1982'de tüm sağlık hizmetleri beyazlar içindi bu ülkede.
Siyahların televizyon almasına bile kötü gözle bakılır, engellenirdi.
1994'e kadar bu ülkede siyahlar köle, beyazlar efendiydi.
Dört beş milyon beyaz, 1994'e kadar kırk beş milyon siyaha her açıdan hükmederdi. İnsan haklarının kırıntısına bile sahip değildi siyahlar.


Bu lanetli rejimin, ırk ayrımcılığının adı Apartheid idi. Irkçı rejim, büyük lider Nelson Mandela'yı 27 yıl vatana ihanet suçlamasıyla hapiste, tek kişilik hücrede tuttu. Ancak özgürlük mücadelesini bastıramadı.
Mandela 1990'da hapisten çıktı.
1994'de Cumhurbaşkanı seçildi.
Mandela, geçmişi elbette unutmadı ama onun tutsağı da olmadı. Ülkesinde başka türlü gerçek bir barışın kurulamayacağını biliyordu çünkü.
Onun için de, daha başından itibaren tüm çabası, yalnız siyahların değil, beyazların da devlet başkanı olduğunu göstermeye, kanıtlamaya dönüktü.
Bunu hiç unutmadı.
Bu açıdan ilk büyük fırsatı cumhurbaşkanlığının birinci yılı dolmadan, Johannesburg'ta yapılan 1995 Dünya Rugby Şampiyonası'nda yakaladı.

Güney Afrika'da kriket gibi rugby de yalnız beyazların sporuydu.1995'te Dünya Rugby finali Ellis Park Stadı'ndaydı. Güney Afrika'nın Springbok takımı, ezeli rakibi Yeni Zelanda'yla oynayacaktı.
Springbok'un 15 oyuncusundan sadece 1'i siyahtı, o da yedekler arasında oturuyordu. Final günü 55 bin kişilik Ellis Park hıncahınç doludur.
Takımlar saha çıktığında akla hayale gelmeyen müthiş bir sürpriz yaşanır. 
Cumhurbaşkanı Mandela, sırtında Springbok kaptanının altı numaralı yeşil formasıyla sahada gözükür, gider kaptanı ve tüm oyuncuların ellerini teker teker sıkar, onlara başarı diler.
Ne olacağını Nelson Mandela da bilmez.
Önce müthiş bir sessizlik kaplar bütün stadı.
Sonra tribünlerden birinin, "Nel-son!" diye haykırışı sessizliği delip geçer. Ve birdenbire bütün Ellis Park inlemeye başlar, "Nel-son, Nel-son!" diye...
Maçın sonunda 'beyazlar'ın takımı Sprinkbok, Dünya Kupası'nı Cumhurbaşkanı Mandela'nın elinden alırken artık 'siyahlar'ın da takımı olmuştur. (**)
Televizyonda geçen gün tesadüfen seyrettiğim bir son dakika haberinden nerelere geldim.


(*)  Willem de Klerk 1989 Eylül'ünden 1994 Mayıs'ına Güney Afrika'daki ırkçı rejimin son devlet başkanı.

(* *)John Carlin'in Playing the Enemy isimli kitabından Clint Eastwood'ın çevirdiği Invictus filmde bu olay çok güzel anlatılır.