Türk dış politikasını uzun yıllardır yakın markajda tutan bir büyükelçi dosttan, değerli bir diplomattan geldi aşağıdaki değerlendirme. Adı bende saklı arkadaşım, Hasan Cemal NATO'da ne mi oldu, diye başlamış tahliline...
* * *
NATO’da ne mi oldu?
Eskilerin tabiriyle dağ fare doğurdu.
Attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değmedi.
Ülkenin itibarı yine gölgelendi.
Önce bakalım bu kadar gürültü koparılan mesele neydi?
NATO ilk defa Doğu Avrupa’da bu yoğunlukta asker konuşlandırıyor, yeni operasyonel planlama yapıyor.
Sebebi:
Muhtemel bir Rus tehdidinin Baltık ülkeleri üzerinde ciddi hale gelmiş olması.
Hatırlayalım:
Rusya 2018’de Baltıklara komşu Rus topraklarında dünya tarihinin en büyük ve geniş kapsamlı askeri manevralarını gerçekleştirmişti, gözdağı vermek için.
Rusya’nın gerekçesi de, kendi ölçülerinde, haksız sayılmazdı.
Amerika (Baba Bush zamanında) Sovyetler Birliği yıkılıp, Rusya kurulurken, yeni Rusya Devletine, "Baltıklar dahil Doğu Avrupa’da NATO varlığı bulundurmayacağı" taahüdünü vermişti.
Ama ABD ve NATO bu sözünde durmadı.
Önce bütün Doğu Avrupa ülkelerini, Baltıklar dahil, NATO’ya aldı, sonra da nükleer silahlar dahil, NATO güçlerini Doğu Avrupa’da konuşlandırdı.
Putin iktidara gelince...
Rusya'da Putin işbaşına geldikten sonra Yeltsin zamanındaki gerilemeyi durdurmaya ve Rusya’nın eski gücünü restore etmeye karar verdi.
Bunun için de Rusya'nın bütün siyasetini enerjiden nükleer güce, siber savaştan ABD ve diğer ülkelerin seçimlerine müdahale etmeye kadar stratejik bir hedefe yönlendirdi.
Kısaca, atağa geçti.
Önce Gürcistan’da çatışmalar başgösterdi. Abhazya ve Osetya otonom bölgelerinin tek taraflı ilan ettikleri bağımsızlıklarını tanıyan tek ülke Rusya oldu.
Sonra Ukrayna krizini bahane ederek, Kırım bölgesini bu yüzyılda görülmemiş şekilde tek taraflı ilhak etti ve Rusya’nın bir parçası yaptı.
Bunu yaparken, hedefine aynı zamanda, kendi sınırlarında tehdit olarak gördüğü NATO’yu geriletmeyi koydu.
Şimdi akla gelen soru şu:
Amerika gibi dünya devinin başkanlık seçimlerine doğrudan müdahaleyi bile göze alan Rusya, acaba NATO’yu içinden parçalamak, bölmek, etkisizleştirmek, hatta dağıtmak gibi bir stratejiyi de takip ediyor mu?
Evet ediyor.
Ediyorsa, nasıl bir taktik güdüyor bunu yapmak için?
Putin'in NATO'daki dostları ve Erdoğan...
Bakalım:
Halen NATO üyesi olan ülkelerin hemen hepsinde Putin’in yakın dostları ve "müttefikleri" var. Bazılarında devlet başkanları açık olarak Rusya’ya batılı müttefiklerinden daha yakın ve sıcak, Macaristan en bariz örneği.
Peki Türkiye ve Erdoğan?
Enerjide zaten 1980’lerin sonundan beri artan ölçüde Rusya’ya bağımlı olan Türkiye AKP hükümetleri döneminde daha da bağımlı hale geldi.
Türk Akım projesi ve Türkiye’nin ilk nükleer santralinin ihalesiz Rus Rosatom şirketine verilmesi bunun en bariz örnekleri.
Siyaseten de Kırım Türklerinin varlığına rağmen, Kırım’ın bir oldu bittiyle ilhakına da Putin’i kızdırmamak için ses çıkarmadık.
En önemlisi, S-400’leri NATO’nun itirazlarına rağmen alarak, Rusya ile güvenlik alanında herhangi bir NATO ülkesinin olabileceği en sağlam ilişkiyi kurduk.
Rusya ile yaşanan uçak düşürme krizinin hala iç yüzünü tam olarak bilmiyoruz. Acaba bu maceracılığın sonuçları bunlar mı? Yani yumuşak karnımız...
Bütün bunları niye anlattık?
Suriye’den S-400’e, Kıbrıs doğal gazından, YPG’ye uzanan bir aksta, Batı'yla genelde, ABD ve NATO’yla özelde geldiğimiz nokta bu arka plana dayanıyor.
Our Man in NATO...
NATO Zirvesi’ne gelince..
Önce hatırlayalım.
Vladimir Florov, 14 Nisan 2019 tarihli Moscow Times gazetesinde Our Man in NATO (NATO’daki Adamımız) başlıklı yazısındaki şu satırları okuyalım...
Moskova, yakında tek bir kurşun
atmadan, tek bir tank
sevketmeden veya tek bir internet
trolü kullanmadan sadece
anahtar bir ülkeyi NATO askeri
sisteminin dışına çıkarmak
suretiyle NATO’nun birliğini
tahrip etmeyi başarabilir.
Dahası, bu çabası için üstüne 2.5 milyar dolar kazanmış olur.
Ve bütün bu hedefleri herhangi
bir yaptırıma da maruz kalmadan
vurabilir.
Burada bahsettiğim tabii ki
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep
Erdoğan’ın S-400 hava savunma
sistemi satın alma kararı...
NATO’nun son Londra Zirvesi’ne açılan süreçte ve zirvede yaşananlar, Vladimir Florov'un 14 Nisan 2019 tarihli makalesinin çerçevesine oturuyor.
Zirve sürecinde Erdoğan...
Zirve sürecinde neler oldu?
Erdoğan, Amerika'yla yaşanmakta olan ve ABD Kongresi’nin Yaptırım Kanunu'na da takılan S-400 füze krizini, Suriye’de PYD/YPG konusundaki kendi taleplerine bağlama ve bunu karşı yaptırım olarak kullanma taktiğini benimsedi.
Nasıl mı?
Türkiye’nin de yıllardır hazırlanmasına katıldığı Polonya ve Baltıklar’daki yeni konuşlanma ve operasyon planlarını veto etme tehdidiyle.
Neye karşı?
NATO’nun, YPG’nin terörist bir örgüt olduğunu kabul etmesi şartıyla.
"Aksi takdirde veto ederim bu planları ve asla uygulanamazlar" dedi.
Putin’in ve Rus Genelkurmayı'nın da arayıp bulamadığı zaten bu değil miydi? Yani, "birisi çıksa da NATO’nun bu planlarını veto etse, hem NATO zaaf içine düşse, hem de biz rahatlasak" diye düşünmedikleri söylenebilir miydi?
Peki bu üç konunun birbiriyle ne alakası vardı?
Herhalde vardı ki, Türkiye en üst makam sahibinden, Dışişleri ve Savunma Bakanlarına gelene kadar her ağızdan, zirve öncesinde veto ederiz deyip durdu.
Ne almak için?
NATO’nun YPG’yi terörist olarak tanımlamasını sağlamak için...
Bir taraftan da bu veto tehdidiyle, "NATO'ya S-400’leri de kabul ettiririz" diye düşünmemiş olamazlardı.
Esasen Türkiye ile ABD ve NATO arasındaki en güncel ayrılık buradan kaynaklanmıyor mu?
Erdoğan-Trump dostluğu mu?
Herhalde tüm bu karmaşık denklemlerde Erdoğan, Trump’la kurduğu dostluğa güveniyordu.
Ancak, kendisi şu anda Kongre’de ciddi bir azil tehlikesiyle karşı karşıya olan Başkan Trump da, Türkiye başta olmak üzere, dış konuları Kongre nezdinde adeta birer koz olarak kullanmaya çalışıyordu.
Erdoğan’ın göremediği bir şey vardı. Trump geçen seferki gibi, tavşan kaç tazı tut taktiği güdüyordu.
Bir yandan Erdoğan’a gaz veriyor, diğer yandan kendine yakın Kongre üyeleriyle Türkiye aleyhindeki karar tasarılarını birer birer Kongre’ye sunuyor ve Demokles'in Kılıcı'nı Türkiye’nin üzerinde sallamaya devam ediyordu.
Geçelim.
Tekrar zirveye gelelim.
Zirve daha başlamadan, yanlış hesap Bağdat’tan döner deyimindeki gibi, bu defa Paris’ten döndü.
Macron'dan Erdoğan'a...
Cumhurbaşkanı Macron, Trump’ın kendisini aşağılayıcı tavrı karşısında, canlı yayında ve bütün dünyanın gözü önünde dedi ki:
Türkiye zaman zaman IŞİD
taşeronu güçlerle çalışıyor.
Dedi ki:
IŞİD’e karşı omuz omuza
mücadele ettiğimiz YPG
konusunda Türk Cumhurbaşkanının kafa karışıklığını
aşması gerekmektedir.
Bunun arkasında tabii zirve öncesi Macron’un NATO’ya yönelik, "Beyin ölümü yaşıyor" sözlerini Erdoğan'ın kendi üzerine alarak, "Ey Macron sen önce kendi beyin ölümüne bak" gibi, gerekliliği de tartışmalı sözlerinin doğurduğu soğuk hava yatıyordu. Erdoğan böylece Macron’a Türkiye’yi doğrudan itham altında bırakma fırsatını da kendi eliyle vermiş oldu.
Peki NATO’da veto tehdidi kullanılamaz mı?
Kullanılmadı mı?
Tabii ki kullanıldı.
Türkiye, 1999’da NATO’nun Washington’daki 50. Yıl Zirvesi'nde, Avrupa Güvenlik ve Savunma Konsepti, yani yeni bir Avrupa Ordusu kurulması müzakerelerinde dışlanma tehlikesini görünce, Cumhurbaşkanı Demirel’in zirvede bizzat yürüttüğü diplomasiyle Türkiye’nin içinde olmayacağı bir Avrupa Ordusu kurulmasını, veto tehdidini de kullanarak, başarıyla engeleyebildi.
Ama, o tarihlerde ABD ile ilişkilerimizin en üst noktasındaydık. Bunda Clinton ile Demirel’in ortak etkileri önemli rol oynadı. Bu sayede, önce ABD’nin, sonra İngiltere’nin bu konuda tam desteğini aldık arkamıza.
O Zirve’de katılanlar hatırlar
Demirel ile Blair’in yaptığı kritik görüşme, dengenin lehimize dönmesinde belirleyici oldu.
Bu aylarla süren bir sürecin sonucuydu, bir diplomasi örgüsüydü. Hariciye Cumhurbaşkanıyla, Hükümetiyle birlikte tam devredeydi...Türkiye AB süreci de dahil, doğru adımlar atıyordu.
Sonucun anlamsızlığı...
Zirve’den ve Erdoğan’ın Trump ile görüşmelerinden çıkan sonuç, tek kelimeyle "anlamsız"dır.
Anlamsızdır çünkü...
Bir:
Bu kadar bağırış çağırışa karşın, YPG’nin terörist olduğu konusu zirve gündemine bile alınmadı
İki:
Baltık operasyon planları -bırakın veto'yu- Türkiye’ye kabul ettirildi.
Üç:
S-400’lerin NATO’ya entegrasyonunun asla kabul edilemeyeceği Zirve Bildirisi'ne girdi.
Dört:
Bu da yetmedi, Erdoğan-Trump görüşmesinden sonra ikisi de "çok başarılı geçti" derken, birden bire Beyaz Saray resmi internet sitesinde yapılan açıklamanın ilk cümlesinde, "Görüşmede Türkiye’nin İttifaka yönelik yükümlülüklerini yerine getirmesinin önemi vurgulandı" ifadesi yer aldı.
Yani?
Türkiye’ye bir bakıma denilmiş oldu ki:
Sen önce İttifak’ın birliğini,
uyumunu, etkinliğini
tehdit etmekten vazgeç,
yükümlülüklerini yerine getir,
sonra bakarız.
Bu kadar aşağılayıcı...
Bunca yıldır bu süreçleri ve zirveleri takip ederim, bu kadar vaveyla ve kuru gürültüden sonra, hem de yakın dostunuz olduğunu iddia ettiğiniz bir ABD Başkan'ıyla "başarılı geçti" denilen bir görüşmeden sonra böylesine aşağılayıcı bir resmi açıklamayı ilk defa gördüm.
Bari nezaketen "müttefiklerin yükümlülüklerini yerine getirmesi" falan diyerek, zevahiri kurtarsalardı.
Onu da yapmamışlar...
Peki, ne oldu veto’ya?
YPG’nin terörist olarak tanımlanması talebine?
S-400’lerin kabul ettirilmesine?
Oraya ne için gittiniz, ne alıp döndünüz?
Neymiş?
Zirve Bildirisi'nde "terörün her türüne karşı olunduğu" yer almış, bu da başarıymış...
İnsan utanır.
NATO’nun özellikle 11 Eylül’den sonra açıklanan her sonuç bildirisinin amentüsü, "teröre karşı ortak mücadele konusunda kararlılık"tır.
Ne yapacaktı NATO?
Teröre karşı değilim mi diyecekti? Geçiniz...
Olan bellidir.
Erdoğan'ın küçümsediği o 'monşerler'!
Erdoğan, Suriye başta olmak üzere, Türkiye’yi de kendisiyle birlikte içine soktuğu sonu belirsiz tünelde karanlıkta yürümektedir.
Bugün hâlâ gazetecilere, "monşerler"den dem vuruyor, Hariciye’yi küçümsüyor, kendi ağzıyla NATO Zirvesi'nden hiçbir somut kazanım elde edilmediğini de itiraf etmiş oluyor.
O küçümsediği "monşerler" geçmişte NATO veya benzeri zirvelerde böylesine bir istiskale asla izin vermediler.
Erdoğan eğer Hariciye geleneğini ve bakanlığını böylesine tahrip etmeseydi, lütfedip onları dinlemiş olsaydı yine böyle bir istiskale geçit vermezlerdi....
Peki şimdi ne olacak?
Rahmetli Demirel’in tabiriyle "Du bakali!.."