Artık varsa yoksa Musul!
Ben de ‘Musul Savaşı’nı televizyonlardan izliyorum, yorumlara kulak veriyorum.
Bir MASA edebiyatıdır gidiyor.
Musul-Kerkük senaryoları yazılıyor.
Türkiye’nin Osmanlı ya da emperyal geçmişi ağızlardan hiç düşmüyor.
Bölgeyle tarihi ve kültürel bağlarımız, bölge halklarıyla ‘akrabalıklar’ımız ballandıra ballandıra anlatılıyor.
Deniyor ki:
- DAEŞ yenilecek, Musul’dan atılacak ve bölge terör örgütünden temizlenince, bir MASA kurulacak, Türkiye de bu masada yerini alacak!
İyi güzel.
Ama bir kenara not ediverin:
Bu masa edebiyatı da yeni değil, Musul-Kerkük senaryoları da.
1990 yılı ağustos ayı.
Irak diktatörü Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgaliyle Ortadoğu’da anababa günleri yaşanıyordu.
Özal cumhurbaşkanıydı.
Körfez krizinden yararlanarak Türkiye’yi Batı nezdinde değerli kılmanın peşindeydi.
Çünkü Berlin Duvarı’nın yıkılması, komünizmin çöküşü ve Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte Türkiye’nin Batı nezdindeki stratejik değerinin artık düşüşe geçtiği uluslararası odaklarda konuşulur olmuştu.
Özal bu yüzden Körfez krizini Türkiye açısından kullanılması gereken büyük bir fırsat olarak görüyor, bu sayede Türkiye’nin Batı nezdindeki vazgeçilmezliğini tescil ettireceğini düşünüyordu.
Ağızlarda yine Musul-Kerkük senaryoları ve masa edebiyatı...
Son derece dikkatli olmakta yarar var
Saddam’ın Kuveyt’i işgalinden iki hafta sonra, 18 Ağustos 1990’da aralarında benim de bulunduğum gazete yöneticileriyle bazı yazarları Çankaya Köşkü’nde topladı Cumhurbaşkanı Özal.
Dedi ki:
“Bütün dünya petrol rezervlerinin yüzde 80’i Körfez’dedir. Onun için Batı’nın ‘life line’ı, yani ‘hayat damarı’ buradan geçer. Uzun strateji falan bilmeye gerek yok. Burada böyle bir işgale Batı’nın, Amerika’nın razı olması mümkün değildir.”
Özal şöyle devam etmişti:
“Şimdi Batı nezdinde yeni bir ağırlığımız ortaya çıkmıştır. Batı’nın kesin olarak Türkiye’nin vazgeçilmez bir ülke olduğunu anlayabilmesi lazım.”
Cumhurbaşkanı Özal üç saatlik sohbetinin bir yerinde sözü “Ortadoğu haritasının yeniden çizilmesi”ne getirdi.
Bu konunun kafasını epeyce meşgul ettiği, bu çerçevede ‘Kerkük petrolü’nü düşündüğü anlaşılıyordu.
Hatta askerlerle bu konuyu görüştüğüne dair duyumlar kulislerde tartışma konusuydu. Fakat askerin de bu konuya sıcak bakmadığı bir gerçekti. Kerkük-Musul için Kuzey Irak’a girilmesini bir macera olarak görüyorlardı.
Ayrıca Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulması, yani parçalanması Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin doğuşuna yol açabilir diye düşünüyordu asker...
Cumhurbaşkanı Özal’la bir başka toplantıyı anımsıyorum.
Tarih, 24 Ocak 1991.
Saddam’ı Kuveyt’ten çıkartmak için Körfez Savaşı’nın patladığı günler...
Cumhurbaşkanı Özal aralarında benim de bulunduğum bazı gazetecileri Çankaya Köşkü’nde toplamıştı.
Bir ara konuyu yine Kerkük-Musul’a getirmiş, bu açılardan öteden beri ürkeklik içinde olduğumuzu belirtmiş, açıkça adres telaffuz etmeden Dışişleri ile askeri şu sözlerle eleştirmişti:
“Öyle alışkanlıklar oluşuyor ki dış politikada bir daha değiştirmek fevkalade güç oluyor. Biz bu pazarlık işini dış politikada bilmiyoruz. Musul işinde bizi çok fena atlatmışlar. İsmet İnönü biraz dayansaymış, Musul’u bize bırakırlardı. Şimdi bundan Musul’da gözümüz varmış diye bir mana çıkarmayın (Özal gülüyor muzip muzip). İyi ki oraları almamışız. Petrol zenginliği bizi şaşırtırdı. İyi gelişemezdik.”
Osmanlı ve Türk, Ortadoğu’da sempatik bir figür değildir. Tarihi ve kültürel bağlardan, akrabalıklarda söz ederken çok dikkatli olmakta yarar var
Adana’daki İncirlik Üssü’nün kullandırılması için Cumhurbaşkanı Özal şöyle demişti:
“İncirlik’ten Allah ne verdiyse veriyorsunuz. İncirlik’in kullandırılması basit bir hadise değil. Harbe girmiş kadar oluyorsunuz. Sonra bu sayede sulh masasında söz sahibi olursunuz.”
Gülerek devam etmişti Özal:
“Bir koyup yedi de olabilir, on da olabilir. Bir koyup üç almak hafif kaçtı.”
Muhalefet lideri Demirel’le o günlerde Güniz Sokak’ta sohbet ederken şöyle demişti:
“Özal’ın pastadan pay dediği Kerkük ile Musul’dur. Özal’ın kafasında o vardır. Ben de bu yüzden geçen gün ‘Dikkat et, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olursun!’ dedim.”
Özal’ın Kerkük-Musul’a bakışını 2002 yılında emekli Orgeneral Necati Özgen’den de dinlemiştim. 1992’de bir gün Cumhurbaşkanı Özal Diyarbakır’a gelir. Orduevinde kendisiyle baş başa bir görüşme yaparken sorar Necati Paşa’ya:
“Paşam, söyler misin, bu sınır niye buradan geçmiş yahu ? Daha aşağıdan geçse daha iyi olmaz mıydı ?”
“Aşağısı neresi efendim ?” diye sorar Necati Özgen Paşa. Orada durur Özal, ağzından Kerkük-Musul sözü çıkmaz.
DYP lideri Demirel 1990 yılındaki bir görüşmemizde Kerkük-Musul’dan söz etmiş, 1970’li yıllardaki başbakanlık döneminde Genelkurmay Başkanlığı’na bir Kerkük-Musul senaryosu hazırlattığını çıtlatmıştı:
“Yılda 20 milyar dolar petrol geliri demektir Kerkük-Musul. Genelkurmay Başkanı rahmetli Semih Sancar’a söylemiştim bir kere, bir planımız olsun burası için diye... Dağlık, bir başka arazidir. Bakarsınız bir gün konjonktür değişiverir dedim. Emperyalist düşüncede bir insan değilim ama yine de her hale göre hazırlıklı olmak gerekir devlet olarak... Kerkük’teki Türkmenlerin hali de Irak’a her gittiğimde içimi burkar.” (*)
Aradan çeyrek yüzyıl geçmiş durumda.
Ağızlarda yine Musul-Kerkük senaryoları ve masa edebiyatı...
Son derece dikkatli olmakta yarar var.
Emperyal hayallerde fazla uçar, ipin ucunu kaçırırsak Türkiye’nin başına yeni belalar sararız.
Şunu da unutmasın kimse:
Osmanlı ve Türk, Ortadoğu’da sempatik bir figür değildir. Tarihi ve kültürel bağlardan, akrabalıklardan söz ederken çok dikkatli olmakta yarar var.
Çünkü Osmanlı’yı ve Türkleri, Sünnisiyle Şiisiyle Arapların da, Kürtlerin de pek öyle sevdikleri söylenemez.
Esas mesele şudur:
Musul’a, Kerkük’e bakarken, önce kendi içimizde barış nasıl sağlanır sorusuna özellikle eğilmek zorundayız.
* Bu satırların daha ayrıntılı hali, Kürtler adını taşıyan kitabımın (Everest Yayınları) 3. bölümünde yer alıyor.