Hayal kırıklıkları... Bazen gelir gibi olup gelmeyen o yarınlar...
Hep var bunlar, her yerde, tarihin her sayfasında.
Hayal kırıklıkları, yenilgiler hiç bitmeyecek.
Czeslaw Milosz'un iki cümlesini not ediyorum:
'Çok hızlı koşmaya kalkma!
Her şey ağır ağır
olgunlaşıyor çünkü...
Geleceği ise fazla ırgalama,
o kendini kurtarmayı bilir.'
Krakow, 23 Şubat 2018
Zamanını intikamı!
Sabah erken böyle uyandım.
Perdeyi açtım, kar yağıyor.
Hoşuma gitti.
Kendimi dışarı attım.
Kar tutmuş.
Eski şehirde yürümeye başladım.
Meydanlar, sokaklar tenha.
Heykeller, anıtlar, kiliseler ve birbirinden güzel ön cepheleriyle asırlık binalar, saray yavruları.
Krakow, anlaşılan, İkinci Dünya Savaşı'nın korkunç yıkımından kendini epeyce korumuş.
Çevrede gözü rahatsız edebilecek hiçbir şey yok.
Tarih ve kültür bu şehrin iliklerine işlemiş.
Tarihle flört edercesine bir duygu içinde, kar altında yürüyorum, etrafa bakına bakına...
Krakow bana iyi geldi.
Hâlleri, asil ve hüzünlü.
Hayatın derinliğini sanki bu şehirde daha iyi hissedebiliyorum. Kültürün bu topraklarda ne kadar köklü olduğu başını nereye çevirsen kendini belli ediyor.
Raflarda eski bir dost
Sağ gitgide faşistleşiyor,
sol da Stalin'leşiyor!
Ve benim kafamda bu inanca nasıl direnebilirim sorusu...
Bir kahve arıyorum.
Mis gibi kahve kokan, kahve gibi bir kahve. Sonunda buluyorum da, kimsesiz bir sokakta, ismi Bona.
Hem kitapçı, hem kahve, Duvarlar kitapla kaplı.
İngilizce kitapların bulunduğu raflarda göz gezdirirken, Czeslaw Milosz'a rastlıyorum. Eski bir dostla tesadüfen karşılaşmışcasına seviniyorum.
Kendi hayat hikâyesini anlatan Native Realm isimli kitabını alıp bir köşeye çekiliyorum, bir fincan mis gibi kahveyle.
Czoslaw Milosz.
Tutsak Akıl kitabı.
Tutsak akıl, özgür akıl.
Aklının tutsaklıktan özgürlüğe doğru macerasında, kendi iç tarihinde yaşadığı altüst oluşlarla kaos hâllerini neredeyse ezberlediğim Polonyalı şair.
Yine birlikteyiz.
Bir şat soğuk votkayla...
1930'ların hemen başlarında, üniversite dönemini anlatıyor:
Sağ gitgide faşistleşiyor,
sol da Stalin'leşiyor!
Ve benim kafamda bu inanca nasıl direnebilirim sorusu...
Czoslaw Milosz'un sorusu 1939'da değişiyor:
Hitler'in zaferi mi,
yoksa Stalin'in mi?..
Kendi iradesinin dışında çalışan bir mekanizmaya karşı mücadele konusunda bireyin güçsüzlüğü...
Doğu'daki dev korkutucuydu.
Bu gerçek daha sonra, ülke Stalin ordusunun işgali altına girdiğinde fark edilecek ve o zaman kahvelerde entelektüellerin yakınma dövünme seansları başlayacaktı.
Bir memleket düşünün:
Önce Hitler işgali, sonra Stalin işgali, bir totaliter diktadan diğerine devamlılık kazanan acılar...
Hitler'in zaman kazanma taktikleri ve İngiltere'yle Fransa'nın 1939'da Hitler'in Polonya işgalini durdurmaktaki gönülsüzlüğü...
Şöyle yazıyor:
Polonyalılar kendilerinden her zaman emindi, özgürlük rüzgârı Batı'dan gelecekti; demokratik devrimler kralları, tiranları devirecekti.
Ama olmadı, beklenen devrimler söndü gitti.
Avrupa başaramadı, yenildi.
Çok hızlı koşmaya kalkma!
Gelecekten çok bugünü düşünüyorum, çünkü beni bir çukura doğru paçamdan
bugün çekiyor...74 yaşındayım ve çukura düşmekten nasıl kurtulacağımı düşünüyorum
Hayal kırıklıkları...
Bazen gelir gibi olup gelmeyen o yarınlar...
Önümde geçmişimden başka bir şey kalmadı diye şikâyet edenler...
Hep var bunlar, her yerde, tarihin her sayfasında.
İç dünyalarımızdaki, kendi kişisel tarihlerimizdeki bölünmeler hiç eksik olmadı.
Anlaşılan o ki olmayacak da.
Hayal kırıklıkları, yenilgiler hiç bitmeyecek.
Czeslaw Milosz'un iki cümlesini not ediyorum.
Çok hızlı koşmaya kalkma!
Her şey ağır ağır
olgunlaşıyor çünkü...
Geleceği ise fazla ırgalama,
o kendini kurtarmayı bilir.
Gelecekten çok bugünü düşünüyorum, çünkü beni bir çukura doğru paçamdan bugün çekiyor.
74 yaşındayım ve çukura düşmekten nasıl kurtulacağımı düşünüyorum.
Zamanın intikamı!
Bunun yanına zamanın ruhu, Almancasıyla zeitgeist yazıyorum. Zamanın ruhu yakalanamadığı için mi zamanın intikamı kapıyı çalıyor?
Galiba öyle.
Ama hiç bitmiyor zamanın aldığı intikamlar.
Erdoğan da zamanın intikamı mı?
Türkiye'nin üstüne heyula gibi çökmekte olan milliyetçi-İslamcı karanlık zamanın intikamı mı?
Ciddi bir kitle desteğiyle birlikte özgürlük kalelerini tek tek düşürmekte olan bu despotluk zamanın intikamı mı?
Galiba öyle.
Yeni bir sezon, İslamcı faşizm!
İslamcı-faşizm'i Google'ladım. Sevgili Mehmet Altan'ın 2016'nın Nisan ayında yazdığı, "Düpedüz İslamcı bir faşizm sezonu açıldı!" başlıklı yazısı çıktı karşıma:
Cumhuriyetin kuruluş ideolojisi olan Kemalizm, kendi egemenliğini sürdürmek için tehlikeli bulduğu düşünceleri düşman ilan etmişti. Kemalist ideoloji, "Liberalleri, Kürtleri, Marksistleri ve İslamcıları" tehlikeli ve düşman gören bir zihniyetle topluma yaklaşageldi. "Din, din özgürlüğü, türban" demokratik bir rejimin temel hak ve özgürlüklerinin doğal bir cüzü olarak görülmedi, bir "fobiye"dönüştürüldü. Din istismarı, bu yanlışlığı kendi varoluşunun beslenme ambarı yaptı; AKP bunu tepe tepe kullandı ve kullanmaya da devam ediyor.
"Eziliyoruz, baskı altındayız" diye haklı bir şekilde feryat edenler, iktidarı ele geçirince eskiye rahmet okutmaya başladı.
Düpedüz İslamcı bir faşizm sezonu açıldı.
Evet yeni bir sezon, İslamcı faşizm!
İslamcılar 'eski'nin intikamını alıyor. Bu açıdan örnekler o kadar çok ki. Geçenlerde de yazdım.
Biri Bilal Erdoğan. Cumhurbaşkanı'nın oğlu.
Diğeri Hayrettin Karaman. Erdoğan'ın önemsediği, danıştığı bir ilahiyatçı ve yazar, Yeni Şafak gazetesinde köşesi olan.
Her ikisi de Batı'ya karşı.
Her ikisi de laik Cumhuriyet'e karşı.
Her ikisi de, 1923'te uygulanmaya başlanan Cumhuriyet projesi'ne karşı.
Her ikisi de, Türkiye'nin Cumhuriyet projesi ile Batı tarafından tutsak alınmak istendiğine inanıyor.
Her ikisi de bu nedenlerle Türkiye'nin bu yoldan dönmesi, döndürülmesi gerektiğini savunuyor.
Bu nedenle her ikisi de, Erdoğan'ın dediği gibi, dindar ve kindar nesiller yetiştirilmesini istiyor.
Bu nedenle, kökleri imam-hatipli olan Bilal Erdoğan ve Hayrettin Karaman, eğitimin laiklikle bağının tümüyle koparılmasından yana.
İkisinin de ortak bir hedefi var:
Kökleri Osmanlı'ya giden Batılılaşma ya da modernleşme sürecini tümüyle tersine çevirmek ve laik Cumhuriyet'ten intikam almak.
Bu açılardan, Bilal Erdoğan'la Hayrettin Karaman'ın son günlerde ilginç sözleri var.
İstanbul’un Okmeydanı'nda, Okçuluk Araştırmaları Enstitüsü’nün açılışını yapan Bilal Erdoğan demiş ki:
Bizi tutsak edemeyenler, bağımsızlığımızı elimizden alamayanlar, bizi başka
şekillerde tutsak etmeye
çalışmışlar. "Acaba ben bu milleti kafalarda, ayaklarda, yaşam tarzlarında tutsak edebilir miyim" demişler.
Bizi kültürleriyle tutsak
etmeye çalıştılar.
Müziklerinden yemeklerine,
kıyafetlerine, bütün yaşam
tarzlarına kadar.
Türkiye’de yıllarca müzik
derslerinde blok flüt
çalınmasının sebebi basit bir şey değildir.
Veyahut da beden eğitim
derslerinde ritmik jimnastiğin
öne çıkarılmasının sebebi basit
bir şey değildir.
Buralarda bizim kendi
sporlarımızın, müziklerimizin,
müzik enstrümanlarımızın, kendi kültürel öğelerimizin yer alması demek, bir milletin
bağımsızlığının gerçek manada korunması, sahiplenilmesi demektir.
Hayrettin Karaman'a gelince...
O da son yazılarından birinde 'millet'i değil, 'ümmet'i savunuyor.
'Üniter devlet'e karşı çıkıyor.
Milliyetçiliği aşmak için "İslam'ın ipine sarılmak gerektiği"ni vurguluyor. Laikliği, demokrasiyi boşluyor.
Karaman'ın Yeni Şafak'taki 22 Ekim 2017 tarihli yazısındaki şu satırları ilginç:
Şartlar müsait olduğunda
ümmetin bir tek devleti olacak
ve bütün Müslümanlar da bu
devletin teb’ası olacaklardır.
Defalarca ifade ettiğimiz gibi
İslam devleti yalnızca
Müslümanların devleti değildir, gayr-i Müslimler de kabul ettikleri takdirde basit bir vergi ödeyerek ve statülerini koruyarak bu devletin vatandaşları olur ve
temel insan haklarına sahip bulunurlar.
Şartlar müsait olmadığında birden fazla İslam devletinin meşru olup olmadığı tartışılmıştır.
Şartlar müsait olmadığında birden fazla İslam devletinin meşru olup olmadığı tartışılmıştır.
Dinden delil devşirerek bağımsız devletlerle ümmeti bölmeye uğraşanların yanlış yolda
oldukları düşüncemi tekrarlıyorum.
Durum böyle.
Biri, Cumhurbaşkanı'nın oğlu.
Diğeri, gayriresmi danışmanı.
İkisi de, Cumhurbaşkanın dindar ve kindar nesil projesine gönül vermiş kişiler.
"Her şeyin bir zamanı vardır!"
Murat Belge'nin kasım ayında T24'te yayınlanan bir yazısında da belirttiği gibi:
"Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne, gerilimin bu kadarını kaldıracak ölçüde güçlü bir toplum olmadı. Bu gidişin sonu hiç sevimli görünmüyor."
Bu gidişin sevimli olmadığına dair çok örnek var ki.
Tarih, 15 Aralık 2017.
Tayyip Erdoğan İstanbul'daki Necip Fazıl Ödülleri'nde konuşuyor, kulağıma çalınanları not ediyorum:
Necip Fazıl üstadımız...
Büyük Türkiye hedefi...
Allah'ın dediği olur.
Büyük inkılap...
Her şeyin bir zamanı vardır!
"Her şeyin bir zamanı vardır" sözünün altını özellikle çiziyorum.
Çünkü, Erdoğan'ın bu sözünün altında demokrasiyi bir araç, bir ara istasyon olarak gören o zihniyet yatıyor.
Necip Fazıl da demokrasiden hiç hazzetmezdi. Bir zamanların Milli Görüş'çüleri gibi o da, demokrasiyi eski Yunan'dan, Batı'dan gelen bir küfür düzeni sayardı.
Ama o da, bu 'küfür düzeni'nden yararlanmak, yani demokrasiyi ara istasyon olarak kullanmak isterdi.
Bir başka deyişle:
Türkiye'yi Batı'dan kopartıp Doğu'ya açmak için demokrasiyi bir basamak, bir proje olarak görürdü.
"Kendisini tepeletme yolunu da
açık bırakan demokrasya"
Özgürlük kuralları artık Batı değil Doğu
kriterlerine göre
yazılmalıdır ki gazeteciler, akademisyenler, sivil toplumcular
casus diye,
hain diye,
terörist diye hapse atılmaya devam edilebilsin!
Hayranlarının bir başyapıt saydıkları İdeolocya Örgüsü'nde Necip Fazıl, Başyücelik Emirleri başlığını taşıyan bölümde şöyle der:
Bu emrin neşriyle
beraber, ‘Matbuat Hürriyeti’
isimli milli ve içtimai felaket
vesilesi kaldırılmıştır.
Bundan böyle matbuat bilinen
manada hür değildir.
Her şekli ve her neviyle
matbuat, en sert murakabe
(denetim) ve en keskin
güdüme tabi tutulacaktır.
Büyük Doğu nizamı,
demokrasilerde olduğu
gibi serbest basına tahammül
edemez.
İnsan hür değildir, hür olan
eşek veya köpek...
Ve Necip Fazıl Üstad, “İdeolocya Örgüsü”ndeki son sözüyle taşı gediğine koyar:
Demokrasya, getirdiği
prensiplerle, icap ederse
kendisini tepeletmek yolunu da
açık bırakan (...) telakki ve
teşkilatın ismidir. (...)
Biz kanuna aykırı şekilde
"İslamı getirin" demiyoruz.
"Demokrasyayı getirin, ötesi
kolay!” diyoruz.
Çok açık oynuyor.
Kendisini iktidara getiren demokratik kurallara tekmeyi vuruyor.
Ve aşağıdaki satırlar, Başbakan Yardımcısı Hakan Çavuşoğlu'nun:
Basın özgürlüğü indeksleri Batı merkezli kuruluşlar tarafından hazırlanmakta ve basın özgürlüğü kavramı Batı merkezli ele alınmakta olup, ülkelerin içinde bulunduğu durum ve koşulları gözardı etmektedir.
Ne kadar da çırılçıplak değil mi?
Özgürlük kuralları artık Batı değil Doğu kriterlerine göre yazılmalıdır ki gazeteciler, akademisyenler, sivil toplumcular casus diye, hain diye, terörist diye hapse atılmaya devam edilebilsin!
Seçimle gelip seçimle gitmemek...
Seçimle gelip seçimle gitmeyenlere karşı mücadele nasıl olacak?
Erdoğan 'oyunun kuralları'nı birer birer terk ediyor. Bu çerçevede, kaybedeceğini anlarsa, seçim sandığına da bir tekme atması uzak ihtimal değil.
Peki o zaman seçimle gelip seçimle gitmeyenlere karşı mücadele nasıl olacak?
Seçim sandığıyla gelip gitmezlerse, kendilerini devlet ilan ederlerse ne olacak?
Mussolini halkın oyuyla sandıktan çıkıp 1920'lerde İtalya'nın başına kapkara çökmüştü.
Hitler de öyleydi.
1920'lerde örgütlenmeye başlamış, 1930'ların başında seçim sandığından çıkmıştı. "Ben halkın oyuyla geldim, istediğimi yaparım" demiş, tüm iktidar dizginlerini eline geçirmişti.
Ve kendisini iktidara getiren demokrasi oyununun tüm kurallarından vazgeçmişti.
Muhaliflerini acımasızca ezmiş, devleti tam anlamıyla kendine tabi kılmıştı.
Dünyanın başına korkunç bir savaşı bela etmiş, 6 milyon Yahudi'yi gaz odalarında yok ederek Holokost'la insanlığa karşı en büyük suçu işlemişti.
Hitler gibi bir canavar seçim sandığından çıkmış, halkın oyuyla iktidara gelmiş, bir daha da gitmemişti.
Hitler ve Mussolini'nin totaliter rejimlerinin devrilmesi için 65 milyon insanın öldüğü bir dünya savaşı gerekmişti.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında bazı Doğu Avrupa ülkeleri de sahne olmuştu 'seçim sandığı oyunları'na.
Stalin ordularının desteğiyle Polonya'da, Çekoslovakya'da, Polonya'da, Macaristan'da seçimleri kazanan komünist partileri, aradan birkaç yıl geçtikten sonra bir darbeyle iktidarlarını kalıcı kılmışlardı.
1989'da Berlin Duvarı'nı çökerten halk ihtilalleriyle birlikte Doğu Avrupa'nın totaliter rejimleri de tarihin çöp tenekesine atılmıştı.
Kısacası:
Seçim sandığının, demokrasinin bir basamak, bir ara istasyon olarak kullanılmasına ilişkin örnekler az değil tarihte.
Bu konu İslam ülkeleriyle ilgili olarak yıllardır tartışılır.
Kimi der ki:
Her dinde olduğu gibi, İslam dininin özünde de mevcut totaliter unsur demokrasiyle bağdaşmaz; bu yüzden İslamcı hareketler seçimle iktidarı bir kere ele geçirdiler mi bir daha bırakmazlar.
Kimi de der ki:
İslamcıları oyundan dışlamak yanlıştır; demokrasi oyununun içinde kaldıkça, onlar da çaresiz kurallara alışırlar, demokrasiyi benimserler.
Bu iki karşıt görüş, yani İslam'la demokrasi bağdaşır, bağdaşmaz, Türkiye bağlamında da uzun yıllar tartışıldı.
Özellikle Tayyip Erdoğan'ın 2002 yılı sonunda seçimleri tek başına kazanmasıyla birlikte, Türkiye model ülke olarak Batı merkezlerinde gösterilmeye başlanmıştı.
Aradan 16 yıl geçti.
Bugün artık Erdoğan Türkiyesi demokrasiye model değil, İslamcı faşist bir model olarak görülmeye başladı. Demokrasiyle İslam bağdaşmaz, diyenlerin eli fena hâlde güçleniyor bugün artık.
Erdoğan iktidarı, 1923'ün Cumhuriyet'i dâhil bu topraklarda, son iki yüzyılda Batılılaşma-modernleşme adına ne yapılmışsa, tersini yapmaya koyulmuş durumda.
Erdoğan ve dünyası Batı'ya, Avrupa'ya ait ne varsa nefret ediyor çünkü.
İfade özgürlüğü, hayır!
Hukukun üstünlüğü, hayır!
Bağımsız yargı, hayır!
Güçler ayrılığı, hayır!
Kadın-erkek eşitliği, hayır!
Laiklik, hayır!
Farklı hayat tarzları, hayır!
Czeslaw Milosz'un Hitler'in ölüm kampları ve Stalin'in gulag'larıyla nelere tanık olduğunu, yirminci yüzyıl boyunca hangi cehennemlerden geçtiğini biliyorum.
Bizim hâllerimize gelince... Elbette Milosz'un zamanlarındaki gibi değiliz. Ölüm kamplarımız, gulag'larımız yok.
Ama bizim dünyamız da gün geçtikçe cehenneme dönüşüyor.
Zamanın ruhunu yakalayabilseydik...
Bazen kendimden kaçmak istiyorum,
ama olmuyor
Evet öyle sevgili Mehmet Altan.
Yeni bir sezon bu yaşadıklarımız.
İslamo-faşizm yeni bir şey.
Belki de zamanın intikamı.
Eğer zamanında, "zamanın ruhu"nu, zeitgeist'ı boynuzlarından yakalayabilseydik, cumhuriyeti demokratikleştirmekten bu kadar korkmasaydık, "İslamcı faşizm"in Türkiye'de sahneye çıkışını engelleyebilirdik.
Çarşaf yırtarak, başörtüsünü yasaklayarak, dini devlet baskısı altına alarak, farklı kimlikleri inkâr ederek, bastırarak modernleşeceğimizi, zamanla demokratikleşeceğimizi sandık.
Olamayacağını yıllar yılı göremedik.
28 Şubat'la da tüy diktik.
İrtica dediğimiz İslamcı güçler örgütlendi, seçim sandığı yoluyla iktidara oturdu.
Zamanın intikamı deyip geçebilir miyiz?
Elbette hayır.
Bazen kendimden kaçmak istiyorum. Ama olmuyor. Dışarıda kar yine başladı. Krakow meydanı bembeyaz. İyi geliyor lapa lapa yağan kar.
Simone Weil'in bir sözünü not ediyorum:
Bugün, bizi birbirimize bağlayan bir şeydir.
Geleceği kendimiz yaratırız kendi hayal dünyamızda.
Geçmiş ise gerçek realitedir.
Yarın: Krakow'dan devam...