Hasan Cemal

09 Nisan 2018

Krakow'dan: Asla affedilmeyecek ve bir hapishane hücresinde öleceğiz, karar bu

Tuhaf bakışlı adam! Güzel yazmışsın yine, okurken gözlerim doldu

Ellerimi uzatıyorum, 
kelepçeleri takıyorlar. 
Bir daha dünyayı ve avlu duvarlarıyla 
sınırlanmamış bir gökyüzünü 

göremeyeceğim...

Krakow, 2 Mart 2018 

Nobel Ödüllü 44 kişi, 
Nazlı Ilıcak,
Ahmet
ve Mehmet Altan için 
Erdoğan'a
açık bir mektup yayımladı,
bu mektubu bizim medya görmedi, haberden saymadı, hazin...

Kaç gündür bu topraklardayım, ilk kez güneş yüzü görüyorum. 
Ne güzel, kar durmuş.  
Masmavi, pırıl pırıl bir gökyüzü. 
İnsanın içine kasvet çökerten o kurşuni hava dağılmış. Ama internete girinceye kadar. 
Ne yazık ki öyle. 
Türkiye haberleri yine içimi karartıyor. 
Nobel Ödüllü 44 kişi, Nazlı IlıcakAhmet ve Mehmet Altan için Erdoğan'a açık bir mektup yayınladı. 

Sayın Cumhurbaşkanı,  
Bu mektubun imzacıları olarak biz Nobel Ödülü’ne layık görülmüş yazar ve bilim insanları, Türkiye’de yaşayan çok sayıda kişinin, müttefiki olduğunuz ülkelerin, üyesi olduğunuz uluslararası kuruluşların paylaştığı derin endişeleri dile getiriyoruz.OHAL uygulamasının ivedilikle kaldırılması, hukuk devletine hızlı bir şekilde geri dönülmesi ve ifade özgürlüğünün yeniden tam ve eksiksiz olarak tesis edilmesi için çağrıda bulunuyoruz.  

Bizim medya Nobel'lilerin mektubunu görmedi

Bu mektubu bizim medya görmedi, haberden saymadı. 
Hazin, gerçekten öyle. 
Bu sabah Hürriyet'le Cumhuriyet'in birinci sayfalarında da göremedim 44 Nobelli mektubu. 
Bu haber değilse nedir, diye bir tweet attım, karşılığında sadece küfür yedim. 
Şaşırmak gerekmiyor. 
Yargı gibi medyayı da birkaç istisna dışında kendine tabi kıldı, biat kurumu haline getirdi Erdoğan. Ahval'in erişimi de yasaklandı dün gece. Bir protesto tweeti attım, tabii karşılığında yine bol küfür... 
Bugünkü The Economist Türkiye'de "medyanın ağzının bağlandığı"nı anlatıyordu: 

Türkiye'de kimse Suriye'deki durumu haberleştirmeye cesaret edemiyor.Türk ordusu, Afrin'de tek bir sivile bile zararvermeden 2 binden fazla YPG'liyi "etkisiz hâle getirdiğini" açıklıyor. Tek bir ana akım medya kuruluşu bile bugüne kadar bu sayıları sorgulamış değil. Hükümeti eleştiren uzmanlar ana haber kanallarına çıkarılmıyor.  
Hükümet baskısıyla işten atılan muhabirler iş bulamıyor. Diğerleri ise davadan davaya sürükleniyor.  
Bir muhabir, "Artık sansüre gerek yok. Gazeteciler kendilerinden ne istendiğini biliyor" diyor. 
Türkiye'deki korku iklimi, sürmekte olan Olağanüstü Hal ve darbe girişimi ardından dizginlerini koparan milliyetçi fanatizm, Afrin'deki savaşı objektif olarak haberleştirmeyi imkânsız kılıyor. 

Karanlık koyulaşıyor 

Nasıl yaşanacak bu memlekette?.. 
Şimdilik nereye doğru yol aldığımız belli de...  
Daha ne kadar?  
Nereye kadar? 
Uzun mu, kısa mı? 
Belirsizlik o kadar çok ki. 
Karanlık koyulaşıyor. 
Bir mum yakmak bile mesele... 
Bir ışık göremiyorum. 

Tuhaf bakışlı adam, Ahmet Altan, New York Times'da yayınlanan bir deneme yazdı: 

Nasıl yaşanacak bu memlekette?.. 
Şimdilik nereye doğru yol aldığımız belli de...  
Daha ne kadar?
Nereye kadar? Uzun mu,
kısa mı?Karanlık koyulaşıyor

İki metre yükseklikteki bir kürsüde oturuyorlar. Kırmızı yakalı siyah cübbeleri var üstlerinde. Birkaç saat sonra benim kaderim hakkında karar verecekler. 
Elias Canetti’nin, “Kendin güvende, huzur ve görkem içindeyken, bir insanın taleplerini, o taleplere kulak tıkamaya kararlı bir hâlde dinlemek... Bundan daha aşağılık bir şey olabilir mi” sözü geliyor aklıma. Dakikalar, konuşmalarımızın temposuna göre bazen hızlanarak, bazen yavaşlayarak geçiyor.  
Dakikalar yavaşladıklarında bir jilet gibi keskinleşiyorlar, içimizde kanlı kesikler açıldığını hissediyor ama bunu birbirimizden saklıyoruz. 
"Vulnerant omnesultima necat,” hepsi yaralar sonuncusu öldürür, bu gerçeği eski Latinlerden beri biliyoruz ama bir nezarethanede müebbet hapse mahkûm olup olmayacağını beklerken yavaşlayan dakikalar bütün kardeşlerinden daha yaralayıcı oluyorlar. “Bunlar hukuk desperadoları, her türlü hukuksuzluğu yaparlar” diyen güçlü sesin altında, “bu kadar da saçmalayamazlar” diyen bir fısıltıyı da duyuyorum. Ben böyle hayaller kurarken üç adam bir yerlerde benim kaderimi belirliyor. Kılıç Yarası Gibi romanında yazdığım bir bölümü hatırlıyorum.  
“Kaderin değiştiği anla, kaderi değişen insanın bunu öğrendiği an arasında geçen zaman dilimi, insan hayatının en trajik ve ürkütücü parçası olarak gözüküyordu ona. Gelecek belirlenip kesinleşiyor ama insan kendisi için kesinleşen geleceğinin farkına varmadan, başka umutlar ve hayallerle başka bir geleceği bekliyordu. O bekleyişteki bilgisizlik korkunçtu ve ona göre insanoğlunun en büyük zaafını oluşturuyordu.” 
Hatırladığım cümlelerle ürperiyorum. Şu anda yaşadığımı yıllar önce yazmışım. Şimdi kendi romanımda yazdığımı yaşıyorum. 
Romanını yaşayan bir romancı. Hayatım romanımı taklit ediyor. İnsanoğlunun en acıklı çaresizliğini yaşıyorum. 
Cümlelerimle yaşayanları öldürebilir, ölüleri diriltebilirim. Bütün yazarların sahip olduğu bu güce sahip olduğum için mi tanrıların gazabına uğradım, bunun için mi lanetlendim, bunun için mi bana kendi kaderimi yazdırdılar? 
Aniden koşuşan jandarmaların postal seslerini duyuyorum, iki sıra hâlinde diziliyorlar, bir ses “haydi” diyor, “karar verildi.” 
Karar verilmiş. 
Bizi yukarı çıkarıyorlar, salona girip oturuyoruz. 
Yargıçlar geliyorlar, koltuklarına bırakmış oldukları siyah cübbelerini giyiyorlar. 
Islak ölü gözlü başkanları kararı okuyor: 
“Ağırlaştırılmış müebbet.” 
Hayatımızın geri kalanını üç metreye üç metre bir hücrede tek başımıza, günde sadece bir saat güneşe çıkarılarak geçireceğiz. Asla affedilmeyecek ve hapishane hücresinde öleceğiz. 
Karar bu. 
Ellerimi uzatıyorum.  
Kelepçeleri takıyorlar. 
Bir daha dünyayı ve avlu duvarlarıyla sınırlanmamış bir gökyüzünü göremeyeceğim. 

Tuhaf bakışlı adam! 
Güzel yazmışsın yine. 
Okurken gözlerim doldu. 
Uzaklardayım. 
Kendi başımayım. 
Çaresizliğimi kendi içime akıtıyorum.  

Yarın: Katowice'den