Çok partili rejime, demokrasiye
erken mi geçildi?
Bu soru, 1946'dan beri siyasal hayatımızdan hiç eksik olmadı.
77 yıl önce böyle bir devrimci geçişi gerçekleştiren
İsmet İnönü bu soruyla ilgili olarak şöyle der:
1945-1946’da demokrasiye geçtiğimiz zamanlarda,
ben eski arkadaşlarımdan bazılarını bilirim, bana nasihat etmişlerdir:
"Bizim memleket henüz yetişmemiştir. Bu rejim olmaz.
Yapma bunu. Başımıza çok şey gelecektir" demişlerdir.
Kâfi gelmedi,
"Senin başına çok şey gelecektir" dediler.
Dedim ki:
"Bunların hiç birisi benim umurumda değil.
Benim başıma geleceklerin bir ehemmiyeti yoktur.
Ama mesele bu halkı kendi kendini
idare etmek yoluna sevk etmektir." *
İnönü: "Demokrasinin yerleşmesi sabır ister"
Türkiye’de yine bir askerî müdahale
ve ara rejim dönemidir.
Zamanın bir güçlü adamı,
bir özel konuşmada,
özgürlüklerin kötüye kullanılmasından
ve demokrasinin iyi işlemeyişinden İnönü’ye yakınır.
Bu gibi durumlarla bir daha karşılaşılmaması için
kendilerine yol gösterilmesini ister.
Rahmetli İnönü’nün
karşılığı bir demokrasi dersi niteliğindedir.
Şöyle konuşur devrin kuvvetli adamına:
“Sen, benden tılsımlı anahtar istiyorsun.
Zorlukla karşılaştığında kapıları hemen açıverecek.
Cemiyetlerin hayatında tılsımlı anahtarlar yoktur.
Demokrasinin yerleşmesi sabır ister, sebat ister.
Fransız İhtilali’nden sonra iki defa krallık geldi.
Şimdiki Beşinci Cumhuriyet’tir.
Bizde de yıllar geçtikçe şikâyetler azalacak,
demokrasiye müdahaleler seyrekleşecek, hafifleyecektir.
Hür vatandaş ve hür cemiyet olarak yaşamak, her suretle,
Türk milletinin hakkı ve liyakatidir.” **
İsmet İnönü 19 Mayıs 1941’de Time’a kapak
oldu. Kapakta ‘Allah’a şükür, ben sağırım’ sözüne yer verildi.
İnönü hep çok partili rejimi istedi
Çok partili rejime, demokrasiye
erken mi geçildi, konusunda
İnönü'nün kızı Özden Toker,
tarihçi Mehmet Ö. Alkan'ın sorusunu
şöyle yanıtlar:
Babamın kafasında her zaman
çok partili rejime geçme fikri vardı.
Soframızda hep bu konuları açıp konuşurdu.
Ona itiraz edenlerin
hep öne sürdüğü iki konu vardı.
Birincisi, derlerdi ki, "Paşam,
siz istiyorsunuz ama bu muhalefet
sizin karşınıza geçince evvela sizinle uğraşacak.
Size zarar vermeye çalışacak.
Ailenizle uğraşıp sizin canınızı yakacak."
Babam da gülerek başını sallardı:
"Tabii haklısınız. Ama ben kendi sinirlerime ve aileme güveniyorum."
(...)
İkincisi, "Daha erken" derlerdi,
"Toplumumuz buna hazır değil."
Onun cevabını da babam aynı güler yüzle verirdi:
"Bunun zamanı yok.
Ne zaman başlansa erken olduğunu söyleyenler çıkacaktır.
Toplumumuzun her kesiminin,
eğitim görmüş veya görmemiş,
beraber geçmemiz gereken bir sınav bu.
Bilin ki ne zaman başlansa erken diyenler çıkacaktır.
Ama başka çaremiz yok.
Çok partili rejime geçip
bir an evvel karşımızda olanların direnmesine,
bizi geriye götürme gayretlerine göğüs germemiz gerekecek.
Doğruları savunmaya mecburuz.
(...)
Karşımızda kendimizi dikkatli davranmaya
zorlayan bir muhalefet şart.
Bu idareyle bizim devam etmemiz yanlış ve tehlikeli.
Tek başımıza hep doğru kararlar alamayız." ***
İsmet İnönü'nün bu sözleri, bir devlet adamının gerçekçiliğini yansıtır.
Denize atlamadan yüzme öğrenemezsin!
Ama bu ülkede,
"çok partili rejime, demokrasiye erken geçtik" söylemi
hiç bitmedi.
İnönü'nün kendi partisi içinde de muhalefet vardı.
Bugün de devam ediyor bu "tek partici" söylem.
Yirmi yıldır süren "Erdoğan Saltanatı"na bakan kimilerinin ağzından,
"Biz dememiş miydik?" tepkileri
hiç düşmüyor.
Peki ne yapılsaydı?
Cevaplar şöyle bir çerçeveye oturabilir:
Tek parti bir süre daha devam etseydi...
"Demokrasi"yi biraz daha öğretseydik...
Bölücülük daha çok kontrol altına alınsaydı...
İrtica bu kadar güçlenmeseydi...
Bir süre daha mıntıka temizliği yapılsaydı...
Tek partici, laikçi, otoriter,
darbeci diye tarif edilebilecek bu zihniyet,
Türkiye'de "asker sopası"nın varlığına inanır.
Bu bakış açısı askeri darbelere,
askerin siyasete karışmasına zemin hazırlamıştır.
Bu bakış açısı, demokrasi ve hukuk düzenini olumsuz etkilemiş, geciktirmiştir.
1997'de yaşanan 28 Şubat post-modern darbesinde
"açık darbe"den yana olan bazı generaller,
bir süre daha iktidarda kalıp,
askeri deyişle "mıntıka temizliği"nin sürdürülmesini istemişlerdi.
Ama yapamadılar.
Cumhurbaşkanı Demirel-Genelkurmay Başkanı Karadayı ikilisi oyunu bozdu.
Bunun üzerine ordu içinde "darbe tertipleri"ne yönelmişlerdi. ****
Çare uzlaşma geleneği
Türkiye'de bu "asker sopası" istenenin tam tersi sonuçlar verdi.
"Bölücülük" güçlendi.
"İrtica" güçlendi.
Bu pencereden bakınca da,
"Erdoğan saltanatı"nın
bugünkü halleri nerelere gelindiği çok iyi anlatır.
Peki ya çare?..
Sorunları değil, demokrasiyi derinleştirmekten geçiyor çare...
Askeri müdahalelerden değil,
milletin oyundan, seçim sandıklarından
geçiyor çare...
Sivil siyaset kadrolarının,
ortak bir demokrasi zemininde,
demokrasinin temel ilkelerinde buluşmasından geçiyor çare...
Siyaset meydanında, farklı çizgilerdeki partilerin ortak bir çabayla
bir "uzlaşma kültürü", bir "uzlaşma geleneği" oluşturmalarından
geçiyor çare...
1923'te, Cumhuriyet'le birlikte
demokrasinin bir yerde
önkoşulları hazırlandı.
1946'da da "çok partili demokratik rejim"e ilk adımlar atıldı.
İkisi de bu toprakların kaderini değiştiren devrimci atılımlardı.
Birincisinde devrimi yapan
Atatürk'tü, ikincisinde lider
İnönü'ydü.
Tek Adam'la, "İkinci Adam" yani...
Ancak,1946 sonrasının siyasal kadroları 77 yıldır "birinci sınıf demokrasi"yi
inşa etmekte başarısız kaldılar.
1939 Erzincan Depremi’nden sonra depremin olduğu bölgeye giden İsmet İnönü’ye sarılan,
‘Kocam sizin yanınızda askerdi’ diye ağlayan bir kadın
Türkiye, çift kutuplu dünyada
tarafını seçiyor
Özden Toker babası İnönü'yle Atatürk'ü şöyle anlatır:
İsmet Paşa her zaman temkinli
ve tedbirli bir insan.
Hatta Atatürk'ten en önemli farklarından bir tanesi bu.
Atatürk bir işin akşamdan sabaha olmasını isteyen bir insan,
hatta Harf Devrimi'nin çok kısa sürede yapılmasını istiyor.
Halbuki İsmet Paşa çok uzun bir geçiş süreci öngörüyor bu konuda.
Babam derdi ki:
"Atatürk şöyle: İstiyor ki o bir şeye
karar verdikten sonra çabuk yapılsın.
Ama karar verinceye kadar uzun zaman
okur, çalışır, düşünür, sorgular,
başkalarının fikirlerini de alır, sonra kararını verirdi.
Kararını verinceye kadar uzun bir müddet geçiyor.
Ondan sonra çabuk gerçekleştirilmesini istiyor." *****
İnönü'nün 1946'da çok partili demokrasiye geçiş tercihinde,
hiç kuşkusuz,
İkinci Dünya Savaşı sonrasının
dünya konjonktürü de etkili oldu.
Savaş sonrası Batı ve Doğu bloklarından oluşan
iki kutuplu bir dünya kuruldu.
Birinin lideri Amerika, diğerininki Sovyetler Birliği'ydi.
Sovyetler'in Türkiye'yi de içine alan
yayılmacı emelleri 1939'dan beri Ankara'da biliniyordu.
Ayrıca, 1945'de savaşın bitimiyle birlikte
Moskova bazı toprak taleplerini
Ankara'ya resmi notalarında da belli etmişti.
Bu nedenle Sovyetler Birliği Türkiye'ye
dönük ciddi bir tehdit olarak değerlendiriliyordu Ankara'da...
Tercih, liderliğini Amerika'nın yaptığı
"Hür Dünya"ydı. Bu yüzden de,
"İnönü Türkiyesi" savaş sonrası Batı'ya yaklaşmaya başladı.
1949'da Batı tarafından Sovyet tehdidine karşı kurulan NATO,
ilk yıllarında -1950 sonrası dahil- Türkiye'ye karşı mesafeli durmuştu.
14 Mayıs seçimi sonrasındaki cumhurbaşkanlığı
devir teslim görüşmesi sırasında Bayar'la İnönü
arasındaki birer cümlelik "NATO sohbeti" ünlüydü.
Bayar sormuştu:
-Niye NATO'ya girmediniz?
İnönü de ona sormuştu:
-Aldılar da girmedik mi iki gözüm?
NATO antlaşması,
üyelerini bir başka devletten gelebilecek
yayılmacı hareketlere karşı güvence altına alıyordu.
Eğer yayımacı niyeti olan bir ülke,
bir NATO ülkesine tecavüz ederse,
tüm NATO ülkeleri birlikte hareket edecekler ve tecavüzü defedeceklerdi.
(...)
Türkiye, 1949'dan itibaren,
NATO'ya girme talebini ABD'ye hatırlatıp duruyordu.
Ama bu talebe bir türlü olumlu yanıt alamıyordu.
Buna en başta İngiltere'nin
ve İskandinav ülkelerinin karşı çıktığı anlaşılıyordu.
(...)
NATO içinde Türkiye'ye yönelik tavır,
Kore Savaşı'yla birlikte değişmeye başladı.
Bunu önce ABD belli etti.
Türkiye'den Kore'ye asker göndermesini isterken,
tam üyelik konusunda diğer NATO ülkelerini
ikna etmeye çalışacağını belirtti.
Türkiye'nin Kore konusunda,
her ülkeden önce davranıp oraya
en fazla askeri göndermesinden
ve muharebelerde büyük fedakarlığı göstermesinden sonra, ABD,
yeni tutumunu resmen açıkladı:
Artık Yunanistan'la birlikte Türkiye'nin
NATO'ya alınmasından yanaydı.
Kore Savaşı'na giden Türk askerleri
Türkiye'yi Dünya Savaşı'nın dışında
İnönü'nün denge siyaseti tuttu
Bu dünyanın Sovyet Bloku'na karşı
1949 yılında kurduğu askeri örgüt de NATO'ydu.
Böylece, Türkiye 1952'de Yunanistan'la birlikte NATO'ya girdi
ve Amerika'nın Batı Avrupa'yla birlikte kurduğu
Demokrasi İttifakı'na NATO üyesi olarak katılmış oldu.
Türkiye'nin bu kararı gerçekçiydi.
Ama bu kararın olumsuz yanları da yok değildi.
Özellikle bu dönemde esmeye başlayan
anti-komünizm havası, Türkiye'de zaten mevcut olmayan
hak ve özgürlükleri iyiden iyiye budadı.
Bu arada altını çizmekte yarar var.
İnönü'nün dış politikada inatla izlediği
denge siyaseti sayesinde
Türkiye'yi İkinci Dünya Savaşı
felaketinin dışında tutmuş olması büyük bir başarıydı.
Denge siyaseti,
zaman zaman sorunlar çıkarsa da ustalıkla
idare edildi. Bununla birlikte
ülke içi iktisadi imkan ve şartların
akılcı bir şekilde yönetildiğini söylemek zordur.
Artan enflasyon, hayat pahalılığı,
karaborsa ve nihayetinde
ekmek, şeker, kömür gibi temel ihtiyaç maddelerinin kıtlığı,
Milli Şef İnönü'ye, hükümete ve CHP'ye yönelik tepkiyi arttırdı.
Tepkiyi yumuşatmak ve bir anlamda hedef şaşırtmak için
1942'de çıkarılan Varlık Vergisi
bu noktada bir can simidi gibi yetişti.
Kabaran milliyetçilikle beslenen bir günah keçisi olarak
gayrimüslim azınlıkları hedef gösteriyor,
savaşın, karaborsanın, hayat pahalılığının, yoksulluğun
ve yokluğun suçlusu olarak gayrimüslimleri gösteriyordu.
Aslında her devlet olağanüstü dönemlerde
istisnai vergiler koyabilir ve
toplumsal adalet gereği toplumun varlıklı sınıflarından özel vergi alabilir.
Ancak Varlık Vergisi,
uygulamada ağırlıklı olarak Yahudi, Rum, Ermeni ve Dönmelerin
sırtına bindirildi.
Vergilerini veremeyen gayrimüslimlerin malları haraç mezat satılmış,
mükellefler kara kış ortasında Erzurum Aşkale'ye taş kırmaya yollanmıştı.
Bu süreçte ciddi miktarda gayrimenkul el değiştirdi, "Türkleştirildi."
İkinci Dünya Savaşı sırasında, merkezi siyasi elit ile iktisadi elit
arasında olduğu varsayılan Cumhuriyet'in kuruluşundaki
zımni anlaşma da çıkmaza girdi. *
ABD Başkanı Roosevelt, Türkiye Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve
Britanya Başbakanı Churchill Kahire’de (7 Aralık 1943).
"Yeter! Söz milletindir!"
diyen DP iktidarda
Cumhuriyet'in kuruluşundan itibaren yaygınlaşan tepkiler bir yanda...
Savaş döneminde iyice ağırlaşan
yaşam koşulları ve Tek Parti
yönetimine dönük gittikçe kabaran hoşnutsuzluk
dalgası diğer yanda...
1946'da kurulan Demokrat Parti(DP)'nin
yelkenlerini şişiriyordu, Türkiye
14 Mayıs 1950 genel seçimlerine doğru
yol alırken...
DP, CHP'ye karşı "Yeter! Söz Milletindir!" sloganıyla girdiği
14 Mayıs seçimlerini büyük bir çoğunlukla
("seçim sistemi"nin de büyük katkısıyla) kazandı.
DP, yüzde 55.2 oranında oyla meclisteki sandalyelerin 352'sini elde edecek,
CHP ise yüzde 39.6 oyla 69 sandalyede kalarak büyük bir hezimete uğrayacaktı.
DP'nin aldığı oy 4 milyon 391 bin 694'dü.
CHP'nin oyları ise
3 milyon148 bin 626'da kalmıştı.
DP'nin 1950 seçim kampanyası sürecinde kullandığı ünlü sloganı taşıyan seçim afişleri
Özden Toker, o gece Çankaya Köşkü'nün
sandık sonuçları alındıktan sonraki havasını şöyle anlatır:
Babam hemen annemin yanına geldi oturdu,
"Ne kadar zamanda taşınırız?" diye sordu.
Annem de "Hemen, çabuk taşınmaya başlarız" diye cevap verdi.
Arkasından babam merak ettiklerini sordu.
"Otobüse bineceksin değil mi?"
"Tabii Paşam."
"İğnemi de sen yapacaksın."
Annem gülümseyerek:
"Yaparım Paşam."
Bir hafta kadar sonra Pembe Köşk'e
taşındık. ********
Menderes ve Bayar
Yıllar yılı elinden
DP kakmalı bastonu bırakmayacak
Celal Bayar Cumhurbaşkanı olarak
Çankaya Köşkü'ne çıkarken,
Adnan Menderes Başbakanlık koltuğuna oturuyordu.
27 yıllık tek parti iktidarı, milletin oylarıyla olaysız kavgasız el değiştiriyor
ve Beyaz İhtilal, Beyaz Devrim Demokrasi Bayramı
manşetleriyle noktalanmış oluyordu.
"O hengamede komutanların bir kısmının darbe yapıp İnönü'yü
cumhurbaşkanı yapma tekliflerini
geri çeviren de İnönü'dür." *********
İsmet İnönü, Çankaya'dan Pembe Köşk'e taşınırken,
"En büyük hezimetim,
en büyük zaferimdir" diyecekti.
14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra gazete manşetleri
YARIN: İnönü'den Menderes'e: "Bu yolda devam ederseniz, sizi ben de kurtaramam."
* Hasan Cemal, Demokrasi Korkusu, 12 Eylül Günlüğü-2, 1986'daki birinci baskı Bilgi Yayınevi; son baskı, Aralık 2012'de Everest Yayınları, s. 328
** Hasan Cemal, Demokrasi Korkusu, 12 Eylül Günlüğü-2,
1986'daki birinci baskı Bilgi Yayınevi; son baskı, Aralık 2012'de Everest Yayınları, s. 329
*** Özden Toker-Mehmet Ö. Alkan; İsmet İnönü'nün kızı anlatıyor; Yapı Kredi Yayınları, Şubat 2023, s. 128,129
**** Türkiye'de "asker sopası"yla ilgili olarak 2010 yılında Everest Yayınları'ndan çıkan, "Ey Asker Siyasete Karışma, Türkiye'nin Asker Sorunu" isimli kitabıma bakılabilir
***** (dip not: Özden Toker-Mehmet Ö. Alkan; İsmet İnönü'nün kızı anlatıyor; Yapı Kredi Yayınları, Şubat 2023, s. 149)
****** Altan Öymen, Öfkeli Yıllar, Doğan Egmont Yayıncılık, 2008, s. 109, 110,111
*******Mehmet Ö Alkan, Cumhuriyet: Asırlık Bir Muhasebe, Derleyen: Mehmet Ö. Alkan, İletişim Yayınları, 2023, s.28,29
******** Özden Toker-Mehmet Ö. Alkan; İsmet İnönü'nün kızı anlatıyor; Yapı Kredi Yayınları, Şubat 2023, s.152
********* Mehmet Ö Alkan, Cumhuriyet: Asırlık Bir Muhasebe, Derleyen: Mehmet Ö. Alkan, İletişim Yayınları, 2023, s. 32
Hasan Cemal kimdir? Hasan Cemal 1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1969 yılında Ankara'da haftalık Devrim dergisinde başladı. Yeni Ortam dergisi, Anka Ajansı ve Günaydın gazetesinde çalıştıktan sonra 1973 yılında Cumhuriyet gazetesine girdi. 1979 - 1981 yılları arasında Ankara Temsilciliği yaptı. 1981-1992 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesini Genel Yayın Yönetmeni olarak yönetti. Cumhuriyet gazetesi Cemal'in yönetimindeyken 1986'da Sedat Simavi Ödülü'nü kazanarak "yılın gazetesi" seçildi. 1992-1998 yılları arasında Sabah gazetesinin birinci sayfa yazarlığını yaptı. 1998'den 2013'e kadar yaklaşık 15 yıl boyunca Milliyet gazetesinde yazdı. Nokta dergisi 1989 Doruktakiler ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti köşe yazısı ödüllerini kazandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2004 yılında da "Araştırma" ödülünü Hasan Cemal'in çalışmalarına verdi. 28 Şubat 2013'te Milliyet'in manşetinde yayımlanan "İmralı Zabıtları"nın yayınını savunduğu için dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan'ın tepkisine hedef oldu. Milliyet yönetimi, "Başbakan'ı ve medya sermayesini sorgulamaktaki ısrarını" gerekçe göstererek yaklaşık 15 yıldır yazdığı gazetedeki köşesini kapattı. Milliyet ile yolları ayrıldıktan sonra yaptığı röportajlar ve kaleme aldığı yazılar, bağımsız internet gazetesi T24'te yayımlandı. Türkiye medyasının en etkili ve kıdemli isimlerinden olan Hasan Cemal, Mart 2013'ten beri T24'te yazıyor. Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü'nü "hayatı boyunca basın özgürlüğünü savunmak için gösterdiği çaba nedeniyle" 2015 yılında Hasan Cemal'e verdi. Cemal, Türkiye'de bu ödülü alan ilk gazeteci oldu. Bir dönem Bilgi Üniversitesi'nde "Medya ve Politika" dersleri veren Hasan Cemal'in yayımlanmış 13 kitabı, tarih sırasıyla şöyle: - Tank Sesiyle Uyanmak (1986) - Demokrasi Korkusu (1986) - Tarihi Yaşarken Yakalamak (1987) - Özal Hikâyesi (1989) - Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım (1999) - Kürtler (2003) - Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim (2005) - Türkiye'nin Asker Sorunu (2010) - Barışa Emanet Olun (2011) - 1915: Ermeni Soykırımı (2012) - Delila - Bir Genç Kadın Gerilla'nın Dağ Günlükleri (2014) - Çözüm sürecinde Kürdistan Günlükleri (2014) - Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor (2018) - Hasan Cemal'in "Zamane Diktatörleri" adını taşıyan basılmamış bir kitabı daha var |