Irkçılık hayaleti tepemizden ne yazık ki hiç eksik olmuyor. Şu günlerde de, Almanya’da 8’i Türk 10 kişiyi öldüren Nasyonal Sosyalist Yeraltı isimli Neo-Nazi örgütünün 2000’le 2007 yılları arasındaki cinayetleriyle ilgili dava medyanın manşetlerinde. Münih’te başlayan davanın haberleriyle yıllar öncesine gidiyorum, 1992 ve 1993 Almanya'sının Mölln ve Solingen katliamlarına…
Irkçılıktan, yabancı düşmanlığından ne zaman kurtulacağız? Milliyetçilik virüsünden tam anlamıyla kurtulduğumuz zaman mı? İnsanları biz ve onlar diye bölme hastalığından kurtulduğumuz zaman mı? Nasıl olacak da hoşgörü ve tahammülü, benliklerimizin doğal bir parçası haline getireceğiz?
Şu günlerde de, Almanya’da 8’i Türk 10 kişiyi öldüren Nasyonal Sosyalist Yeraltı isimli Neo-Nazi örgütünün 2000’le 2007 yılları arasındaki cinayetleriyle ilgili dava, medyanın manşetlerinde.
Münih’te başlayan davanın haberleriyle yıllar öncesine gidiyorum.
1992’nin Kasım ayı olmalı.
Kuzey Denizi'nden buz gibi rüzgârların estiği berbat bir geceydi. Irkçı Dazlaklar, ikisi küçük kız çocuğu olan üç Türk’ü kundakladıkları bir evde cayır cayır yakmışlardı.
Üç katlı ahşap evin önünde bir gece önce yaşanan dehşet verici olayı yine yaşıyordum.
Olaydan hemen sonra Mölln polisine gelen telefonda, "Heil Hitler!" diye zafer çığlığı atıldığını yazıyordu yerel Alman gazetesi... Islak gecenin karanlığında ürkek Anadolu insanın anlattıklarını dinliyordum. Beyaz sakallı, takkeli bir ihtiyar yanıma sessizce yanaşmış, sesindeki hüzün verici titreşimlerle demişti ki:
"Bu işin sonu geldi beyim."
"Bizi istemiyorlar beyim!" diye devam etmişti, "Bizi sevmiyorlar. Bize reva görülenleri tasvip etmeseler de öyle bu. Polisin koruduğu falan yok bizleri..."
İhtiyarın gözlerinden tarifsiz bir keder okunuyordu. Karadeniz Çayevi'nde gece boyunca ne kadar acıklı hayat hikâyesi varsa hepsini dinlemiş, içim acımış, defterime büyük harflerle not düşmüştüm:
Türkleri can korkusu sarmış!
Milliyetçilik virüsü…
Sabah’taki köşeme yazmıştım:
"Mölln katliamı, Alman demokrasisiyle siyaset kurumunun aksadığı yanları gözler önüne serdi. Maddi alandaki çarpıcı başarılarına rağmen Almanya'da milliyetçilik hastalığı bünye biraz zayıflayınca yeniden nüksetmeye başladı. Anlaşılan mikrobu ölmüş değil."
1993'ün Haziran ayı.
O günü de unutamam. Aynı aileden beş Türk’ün cayır cayır yanarak öldükleri evin enkazından dumanlar tütüyordu. İnanılmaz bir vahşetti.
Herkes uykudayken gelmişlerdi. Ellerindeki bidondan gaz döküp tutuşturmuşlardı evi. Kaçarlarken, "Heil Hitler!" diye bağırdıklarını duymuştu Alman komşular... Yangın yerinde, kızı ve torunlarını katliamda yitiren Mevlude Genç'i dinlemiştim:
"Bir çiçek diktik, büyütüp altında yaşamak istedik. İzin vermediler. Her gün korku içinde yaşamak istemiyoruz."
Sivaslı Mehmet Karakoç da bir şiir bırakmıştı yangın yerine:
Zaten yanıyorum
Vatandan ayrı
İçimiz kavrulmuş hasretle dolu
İnsanlık bu mu?
Ateşle oynamak!
Solingen katliamından sonra Köln’de, Ren Nehri kıyısında bir Alman entelektüeliyle sohbet ederken şöyle demişti:
“Alman insanı geleceğe dönük güvenini yitiriyor. Eskiden böyle değildi. Okuldan, üniversiteden mezun olunca iş bulacağını adı gibi biliyordu. Şimdi öyle değil. İşsiz kalma korkusu içinde."
İşsizlik korkusu da yabancı düşmanlığını körüklüyor, ırkçılık hayaleti Almanya'da yeniden sahne alıyordu. Sabah'taki köşeme şu satırları yazmıştım:
"Almanya'da yabancı düşmanlığı yalnız Dazlaklara, Neo-Nazilere özgü değil. Alman kamuoyunda yabancıya karşı olumsuz duygular çok yaygın. Yabancı düşmanlığı konusundaki yöntemler herkes tarafından paylaşılmıyor olabilir. Ama bu konuda duygu ve düşünceler paylaşılıyor. Almanya'nın eski Dışişleri Bakanı Hans-Dietrich Genscher de, 'Şiddet yanlılarını harekete geçiren nedenleri anlayışla karşılayıp, yöntemlerini onaylamama'nın ne kadar tehlikeli bir tutum olduğuna değinmiş... Almanya'da siyaset kurumu yabancı düşmanlığının üzerine kararlılıkla yürümüyor. Yürümek bir bakıma işine de gelmiyor, seçim kaygısıyla, oy nedeniyle... Almanya ateşle oynuyor!"
Bunlar, 1993 yılının satırları.
Kaç yıl geçmiş...
Ne yazık ki sonraki yıllarda da Türkleri yakmaya devam ettiler. 1994'te sekiz, 1995'te iki, 1996'da üç Türk yanarak can verdi. 2008 yılı içinde, 17 günde 5 değişik yerde kundaklama olayları yaşandı Almanya'da. En korkuncu Ludwigshafen'deydi, 5'i çocuk 9 Türk öldü.
Biz ve onlar diye bölmek!
İnsanları biz ve onlar diye bölme hastalığından kurtulduğumuz zaman mı? Nasıl olacak da hoşgörü ve tahammülü, benliklerimizin doğal bir parçası haline getireceğiz?
Farklılıkları mahkûm etmekten nasıl kendimizi sıyıracağız? Farklılıkların bir yerde yaşamın rengi, zenginliği ve dinamizmi olduğu acaba ne zaman insanlığın ortak değeri haline gelebilecek?
Farklı kültürlerin, milliyetlerin, inanç ve düşünce ayrılıklarının bir arada, barış içinde yaşayabileceğine, hatta yaşamaya mahkûm olduklarına, çünkü birbirlerini tüketemeyeceklerine nasıl olacak da akıl erdireceğiz?
Solingen'de kızı ve torunları yanarak ölen Mevlude Ana'nın sesi kulağımda çınlıyor:
"Bir çiçek diktik, büyütüp altında yaşamak istedik. İzin vermediler. Her gün korku içinde yaşamak istemiyoruz."
Korku içinde yaşamaktan kurtulmak için kafalarımızın içindeki duvarları da yıkmamız şart. Milliyetçilik virüsünden ya da illetinden kurtulamadığımız sürece ırkçılık hayaleti tepemizde dolaşmaya devam eder.
Irkçılığın, yabancı düşmanlığının, farklılıklara tahammülsüzlüğün yerine hoşgörü çiçeklerinin açacağı ortamlara kavuşmanın bir başka yolu yok.
Duvarları yıkmak!
Mölln'de, Solingen'de, Krefeld'de, Ludwigshafen’da yaşanan insanlık suçlarını tarihe ebediyen gömmenin ya da Nasyonal Sosyalist Yeraltı örgütünün 2000’le 2007 yılları arasında işlediği cinayetlere benzer korkunç filmleri bir daha görmekten kurtulmanın ve elbette Türkiye’de de ırkçılık illetini etkisiz kılmanın bir başka yolu yok.