Venedik Bienali’ne bu sene Güney Afrika’dan Arjantin’e uzanan ‘ütopyalar yarışıyor.’ Lübnan pavyonunda çakılıp kalıyorum. Belki de eserin siyasal özü beni etkiliyor. Yıl 1982. Güney Lübnan, İsrail işgali altında. İsrail devleti kurulmadan önce kendisinin de gittiği okulu ‘vur’ emrine uymayan İsrailli bir pilotun hikâyesini anlatıyor Lübnanlı sanatçı Akram Zaatiri…
Bienalde girişteki Yüksel Arslan sürprizinden sonra bir sürpriz daha geliyor: Ali Kazma’nın Rezistans’ı... Videolarını Gezi Direnişi’ne ithaf ediyor Ali Kazma. Bu ülkede ‘Gezi Direnişi’ni destekleyen gazetecileri iktidarlara, patronlara gammazlayabilen her devrin adamı köşe yazarları da var, ama Ali Kazma gibi yapıtlarıyla özgürlüklerden yana çıkan sanatçılar da...
VENEDİK
Sabahın erken saatleri. Turistlerden olabilecek en uzak yerlerde, ama yine kanala açılan daracık bir ara sokakta, kiliseye bitişik bir kaldırım kahvesi.
Bilgisayarımı açtım, günün ilk kahvesiyle yazıyı bekliyorum.
Bakalım nasıl gelecek?..
Sabah sabah hüzünlü bir keman sesi...
Kilisenin önünde saçı sakalı birbirine karışmış pejmürde bir adam, başında kasketi, ayakta dikilmiş keman çalıyor, kemanının kutusunu da önüne açmış...
Cıvıl cıvıl iki kız çocuğu, on on iki yaşlarında, şarkı söyleyerek neşe içinde önümden geçerken benimle eğleniyorlar, içimi de ısıtıyorlar.
Sabah kahvemi ararken, Grand Canal’ın üstündeki Monaco Oteli’nin yanından geçtim.
Tam karşısında Harry’s Bar vardır. 1984’te Venedik’e ilk geldiğim zaman bu otelde kalmış, Hemingway’in barına da uğramıştım.
Evet öyle, yıllar ne çabuk geçiyor.
Edebiyat çarı Reich-Ranick’le sözcük yasakları üzerine…
Çoktan bir başka diyara uğurladığımız Peter Galliner’i anımsıyorum. Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) Genel Sekreteri’ydi, ben de Yürütme Kurulu üyesi.
Kültürle, ifade özgürlüğüyle ilgili bir konferans için gelmiştik Venedik’e, 29 yıl öncesi. Ben de bir konuşma yapmıştım. Konusu, 12 Eylül dikta döneminde televizyon ve radyo alanında tek tabanca olan TRT’de yasaklanan sözcüklere dairdi. Sözcüklerin özgürce uçuşamadığı bir dönemi bu yasaklarla anlatmaya çalışmıştım.
Yandaki evin kapısı açıldı, beş altı yaşında bir oğlan çocuğu dışarı fırladı topuyla. Ve kendinden büyük bir futbol topuyla oynamaya başladı. Sürekli duvara vurduruyor topu. Topa, hiç bekletmeden gelişine vuruyor sağ ayağıyla. İyi de vuruyor, top hakimiyeti var bacak kadar oğlanda...
Kendi çocukluğumu anımsıyorum.
Ne kadar düşkündüm futbola...
Daha altı yaşındayken sağ bacağımı iki yerinden kırmıştım, kendimden hayli büyük çocuklarla futbol oynarken. 13 yaşımda da sağ kolumu iki kez...
Sinesinde Varşova Gettosu ve gaz odaları barındıran bir ömür…
Marcel Reich-Ranick, bir Polonya Yahudisi’ydi. Hitler ordularının Polonya işgalini Varşova Gettosu’nda yaşamış, ailesini Treblinka’da, gaz odalarında kaybetmişti. Komünist de olmuş, sonra soğumuştu...
O gece Harry’s Bar’da benimle özgürlük ve insan hakları üzerine konuşmuş, Türkiye’yi, askeri yönetimi merak etmişti.
Sonraki yıllarda kendisini izlemeye çalışmıştım. 1990’lı yıllarda çıkan, Almancası Mein Leben (Hayatım) olan özyaşam öyküsünü bir solukta okumuştum, ne hayatlar var diye...
Ve önceki gün International Herald Tribune’ün birinci sayfasında küçük bir haber gözüme ilişti:
“Marcel Reich-Ranick 93 yaşında Berlin’de öldü.”
İçim burkuldu.
Çok yakınım biri ölmüş gibi. Kızım Defne’ye anlatmaya çalıştım ölenin kim olduğunu... Demek kendisini tanıdığımda, benden beş yaş küçük, 64 yaşındaymış...
Ya hayallerim tükenirse?
İnsanoğlu böyledir, ilgi bekler.
Ayaklarımın arasında güvercinler dolaşıyor. Kahve, kahvaltıya gelenlerle kalabalıklaşmaya başladı.
Kilisenin çanları çalıyor.
Kaç kez geldim, hiç değişmiyor Venedik, hep aynı. Çekiciliğini de kaybetmiyor ama... Yaşayan bir müzenin içinde, tarihle flört edercesine bir duyguyla gezip duruyorum her seferinde.
Venedik Bienali’nin girişinde 136 kattan oluşan hayali müze hoş geldiniz diyor. Sanatçı Marino Auriti’nin 1955’teki bir ütopyası bu yılki bienalin esin kaynağı olmuş...
Venedik’te zaman geçiren herkes, öyle sanıyorum ki, hayaller kurar. Bu şehir insanın hayallerini besler çünkü. Kimi geçmişe, kimi geleceğe doğru yolculuğa çıkar.
Benim hayallerim nedir?
Bir kitap, bir kitap daha...
Ya hayallerim tükenirse?..
Ya geleceğe dair hayaller kuramayacağım günler gelip çatarsa?..
Geleceğim sadece geçmişimden ibaret kalırsa?..
Ya etrafıma, Amin Maalouf’un “Uzak Limanlar” romanındaki kahramanına söylettiği gibi, “Hayır kızım, beklediğim yarınlar hiç gelmedi” demeye başlarsam?..
Bienalde Güney Afrika’dan Arjantin’e ‘ütopyalar’
Kocaman kocaman. Gri, kurşuni. Çamurdan gibi. Yüzler belli belirsiz. İnsanın içini kasvetle daraltıyor, hüzün de veriyor.
Ama düşündürüyor, bu heykeller neden bu kadar kurşuni, neden bu kadar gri, melankolik diye. Kim bilir belki de heykeltıraşın uzun hayatında yaşadığı acılardır bu kurşuni duyguların altında yatan...
Adı, Hans Josephsohn.
Kaliningrad doğumlu.
1920, ölüm 2012.
Doğu Prusya’dayken Hitler’den kaçıyor. Floransa’da okurken yine tası tarağı toplayıp gidiyor, İsviçre’ye kapağı atıp bir daha yerinden ölene kadar hiç kıpırdamıyor.
Bienal haberine başlık atmış:
Venedik’te ütopyalar yarışıyor!
Benim ütopyam var mı?
Ya da hiç oldu mu?
Yoksa hep hiç gerçekleşmeyecek hayallerin peşindeki nafile koşularla nefes nefese geçen bir hayat mı benim ki?..
Hatırlıyorum, Türkbükü’ndeki o lokantadaki adamı. 1990’larda ne zaman karşılaşsak, “Hasan Bey, lütfen biraz demokrasi!” diye tatlı tatlı kafa bulurdu benimle...
Güzel bir sürpriz!
Bienalin girişinde, Arsenale’de Yüksel Arslan’ın eserlerinden bir yumak, Marks’ın koca kafası... Bizi Selçuk Demirel tanıştırmıştı, Paris’te bir akşam yemeği yemiştik büyük bir grupla St.Germain’de...
Arjantin pavyonunda Evita Peron.
12 Eylül günlerinin karanlık Ankara’sında ne çok dinlemiştik, Evita filminin Don’t Cry For Me Argentina’sını...
Soruyor biri:
- Mozambikli misin?
- Hayır.
- Neden?
- Komünist olduğumu söylediler, vatandaşlık vermediler.
- Peki komünist misin?
- Hayır, Hıristiyan’ım.
Okulu vur emrine uymayan İsrailli pilotun hikâyesi
Lübnan pavyonunda gerçekten çakılıp kalıyorum. Öylesine bir film, öylesine bir video enstelasyonu ki. Bilemiyorum, belki de eserin siyasal özü beni etkiliyor.
Yıl 1982.
Güney Lübnan, İsrail işgali altında. Bir İsrail savaş uçağı bombardıman talimatıyla havalanıyor. Pilot, Güney Lübnan’daki hedefin bir okul olduğunu anlayınca, emre uymuyor ve bombasını Akdeniz’e atıyor.
Yıllar geçiyor.
Emre uymayan İsrailli savaş pilotunun hikâyesi Güney Lübnan’da gerçek mi, değil mi bilinmeden kulaktan kulağa bir efsane gibi anlatılıyor.
Güney Lübnan’da bu efsaneyle büyüyenlerden biri de Akram Zaatiri. Babası da bombalanmayan bu okulun 20 yıl önce müdürlüğünü yapmış...
Seneler geçer, bu İsrailli pilot ortaya çıkar. Bombardıman emrine neden uymadığını anlatırken, İsrail devleti kurulmadan önce kendisinin de o okula gittiğini söyler ve bu nedenle hedefin okul olduğunu anlayınca da emre uymayı reddettiğini itiraf eder.
İşte Akram Zaatiri, Lübnanlı film yönetmeni ve sanatçı, kendisinin de bir parçası olduğu bu gerçek hikâyeyi, Emre Uymayan Bir Pilota Mektup adı altında işlemiş, bienalde sergilenen yapıtında...
Venedik’te ‘Türk milliyetçiliği’ ve Gezi’ye ithaf…
Venedik Bienali’nde güzel bir sürpriz daha var:
Çarpıcı, düşündürücü bir video enstelasyonu, Türkçesiyle yerleştirmesi de diyebilirsiniz.
Özellikle Türk bayrağının önünde vücut yarıştırma müsabakası yapanlarla jüri üyelerinin o beşuş ve mesrur yüz ifadeleri, kim bilir belki de, milliyetçiliğin boşluğunu da anlatan muhteşem bir fotoğraf karesi...
Bir başka ilginç noktaya gelince...
Resistance
salutes #occupygezi
başlığı altında Gezi Direnişi’ne ithaf etmiş olması...
‘Gezi Direnişi’ni destekleyen gazetecileri iktidarlara, patronlara gammazlayabilen her devrin adamı köşe yazarları da var bu ülkede, ama Ali Kazma gibi yapıtlarıyla Gezi’den, özgürlüklerden yana çıkan sanatçılar da...
Venedik’ten iyi pazarlar!
Twitter: @HSNCML