Gazeteciliğe bu ülkenin ‘asker sorunu’na tanık olarak adım attım. Başlangıçta askeri siyasete, darbe yapmaya teşvik etmiştim. Sonra tam tersini yapmaya çalıştım. Asker-siyaset bağının demokrasi adına koparılması için Ergenekon’u, Balyoz’u önemsedim.
Ne yapmalı? Ergenekon davası karara bağlandığında yazdıklarıma bugün ne ekleyebilirim? Üç noktayı vurgulamakta yarar var. Tahliyelere, yargının durumuna ve nihayet ne yapılması gerektiğine ilişkin benim düşünceme ilişkin üç nokta aşağıda...
Gazeteciliğe ilk adımlarımı 1969 yılında asker-siyaset-demokrasi üçgeninde atmaya başladım. Gazeteciden çok, askeri darbeyi kışkırtan gizli bir hareketin fedaisi gibiydim.
Ya da ‘cuntacı’ydım.
Hedefimize gelince şöyle özetlenebilirdi:
Yeraltında bunun için ‘asker-sivil işbirliği’yle her türlü darbe tezgâhı kurulmuş, asker müdahalesine zemin hazırlanmış, bunun için hem sağda solda bombalar patlatılmış, hem de darbeci asker için anayasa taslakları yazılmıştı.
Ama olmadı, yapamadık.
12 Mart’ta (1971) asker, bir ‘muhtıra’yla daha iki yıl önce yüzde 50’nin üzerinde oyla seçilmiş Adalet Partisi lideri Başbakan Demirel’i iktidardan devirdi, ama bizim ‘9 Mart Cuntası’nı da hapse attı.
Bizim cunta Madanoğlu Davası'nda yargılandı, sonunda da beraat etti. Darbe tezgâhlarında şu ya da bu şekilde rolü olanların birçoğu da, ne ilginçtir, demokrasi kahramanı olarak hayata, basındaki yerlerine geri döndüler.
Askeri vesayetin geriletilmesi kolay olmadı
Mesleğim asker sorunuyla iç içe geçti.
Uzun lafın kısası, ben gazeteciliğe bu ülkenin ‘asker sorunu’na tanık olarak adım attım. Ve diyebilirim ki, 45 yıllık mesleğim ‘asker sorunu’yla iç içe geçti.
Başlangıçta askeri siyasete sokmaya, darbe yapmaya teşvik etmiştim.
Sonra tam tersini yapmaya çalıştım. Bu amaçla iki de kitap yazdım.
1999’da çıkan ilki cuntacılık yıllarımı anlatan Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım adını taşır. Türkiye’nin Asker Sorunu isimli ikinci kitabım da 2010’da yayımlandı.
Kısacası:
Bu ülkede asker-siyaset ilişkisini hep yakın markajda tutmaya çalışan bir gazeteci oldum. Türkiye'de birinci sınıf demokrasi ve hukuk devletinin yerli yerine oturması için de, gerçek istikrarın kapımızı çalması için de askerin siyaset dışı tutulması gerektiğine inandım.
‘Askeri vesayet’in geriletilmesi hiç de kolay olmadı.
Temel ilke çok açıktır:
Demokrasilerde asker, seçilmiş siyasal otoriteye tabidir.
Bu açıdan, 2003’ten itibaren AK Parti hükümetiyle birlikte önemli adımlar atıldı. Askeri vesayet geriletildi, yer yer çözüldü. Batı demokrasilerindeki olağan yerine oturmaya başladı asker...
Hiç de kolay olmadı bu süreç.
28 Şubat post-modern darbesinden sonra askerin içinde cuntalaşmalar hız kesmedi.
Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek Günlükleri ile Cumhuriyet’teyken yıllarca birlikte çalıştığım Mustafa Balbay’ın günlüklerini okumak, perde arkasında nelerin olup bittiği konusunda kolayca fikir verebilir.
Türkiye’nin asker sorunu, 2007 yılında 27 Nisan Muhtırası’yla, 2008’de AK Parti’yi kapatma davası ile devam etti.
Hukuki yanlışlar 'davayı itibarsızlaştırma' dişlilerini yağladı
Bütün bu nedenlerle, yani asker-siyaset bağının demokrasi adına koparılması için Ergenekon’u, Balyoz’u önemsedim, önemsemeye de devam ediyorum.
Bu arada bazı uyarılarımı eksik etmedim.
Bir seferinde, “Eğer dikkat edilmezse, 12 Mart döneminin 9 Mart'çıları gibi, Ergenekon ve Balyoz’dan da demokrasi kahramanları çıkabilir” diye yazdım.
Çünkü yargı sürecinde hata üstüne hata yapılmaya başlanmıştı.
Ergenekon ve Balyoz’da meselenin özünü perdeleyen bu hukuki yanlışlar, bir yandan adalet duygusunu zedeleyip kamu vicdanını fena halde rahatsız ederken, aynı zamanda davayla ilgili ‘itibarsızlaştırma mekanizması’nın dişlilerini her geçen gün yağlamıştı.
Uzayıp giden, kendi başına cezaya dönüşen tutukluluk süreleri ve iddianamelerde dikkati çeken aşırılıklar, bir yandan haklı ve meşru tepkiler doğururken, aynı zamanda bir sivil toplum hareketinin ya da hareketlerinin de oluşumuna yol açtı.
Hukukçu değilim.
Ayrıntıya giremem.
Ama bu uzun girişten sonra acaba Ergenekon davası kararları hakkında ne düşünüyorsun, diye sorarsanız kısa yanıtım şudur:
Türkiye’de hukuk devletine giden yol daha çok uzun...
Şunu da ekleyebilirim:
Adalet duygusu yara almıştır.
Bu kararlarla adaletin yerini bulduğunu sanmıyorum. Toplum vicdanı bu kararlardan dolayı rahatsızdır, daha da rahatsız olacaktır.
Şu da söylenebilir:
Tüm çabaları yıllar yılı askeri siyasetin içine çekmek ve içinde tutmak olan bazı sanık kişileri zamanla demokrasi kahramanı haline getirebilecek bir tabloyla karşı karşıyayız.
Ne yapmalı?
Evet, ne yapmalı?..
Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde asker olsun, sivil olsun aklı başında herkesin özellikle hapishane yıllarında bir vicdan muhasebesi yaptıklarına inanmak istiyorum.
Demokrasilerde askerin siyaset dışı tutulmasından başka çare olmadığının, ‘kışlaya dönüp bakma alışkanlığı’nın demokrasi adına çok kötü bir alışkanlık olduğunun, demokrasilerde hesaplaşmanın ‘seçim sandığı’ndan geçtiğinin artık anlaşıldığını düşünmek istiyorum.
Ben kendim böylesine ‘iç hesaplaşmalar’dan, ‘maziyle yüzleşmeler’den geçmiş eski bir cuntacı olduğum için böyle düşünüyorum belki de...
Sorumu yineliyorum:
Ne yapmalı?..
Kısaca:
Bundan sonra doğru olan, Ergenekon ve Balyoz davalarında ‘af yolu’nu aramak ve açmaktır.
Ve yazımı, Radikal gazetesinde çıkan Orhan Kemal Cengiz’in güzel yazısını köşeme alarak noktalıyorum.
“Keşke, ‘mahkeme basmaya’ gitmenin de, mahkemeye sanık yakınlarının girişini bile engelleyecek kadar anormal tedbirler almanın da, demokrasilerde yeri olamayacağı konusunda bütün toplum olarak bir mutabakata varabilseydik.
Keşke, Ergenekon davasında yargılanan darbe girişimlerini lanetlemek ama aynı zamanda bu davalarda sanık haklarına tam riayet edilmesini talep etmekte birleşebilseydik.
Keşke, bu davalarda yargılanan darbe ve suikast planlarının ciddiyetini de, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nden burs alanların terör örgütleriyle bağlantısının araştırılması gibi saçmalıkları da aynı anda görebilseydik.
Keşke, bu davalardaki çelişkilere dikkat çektiğimiz kadar, bazı sanıkların bu davadakinden çok daha büyük olan Susurluk, faili meçhuller, JİTEM vb. gibi suç ve bağlantılarının da araştırılması için aynı iştah ve şevkle yazıp çizebilseydik.
Keşke, Ergenekon davasından sonra derin devlet kaynaklı cinayet ve tehditlerin bıçakla kesilir gibi sona erdiğini de, Hanefi Avcı’nın aldığı cezanın vicdanları kanattığını da görebilseydik.
Keşke, bu davada bazı sanıkların, onlara ait olduğunu askeri mahkemelerin teyit ettiği delilleri bile inkâr ettiğini de, ‘gizli tanık’ uygulamasının bazı örneklerinin ciddi suiistimal niteliğinde olduğunu da kabul edebilseydik.
Keşke, askerlerin seçilmiş hükümetin altını oymaya çalışmasının çok ciddi bir suç olduğunu da, sanıkların mahkemeye kadar getirdikleri tanıklarının dinlenmemesinin çok ağır bir hak ihlali olduğunu da kabul edebilseydik.
Keşke, bu davaların askeri vesayetin sona ermesindeki rolünü alkışlamayı da (Balyoz davasındaki gibi), adları sadece bazı görev emirlerinde geçen bazı sanıkların çok ağır cezalar almalarını kınamayı da başarabilseydik.
Keşke, davayı sadece kusurlarından ibaretmiş gibi göstererek değersizleştirmeye çalışanları da, önüne gelene ‘Ergenekoncu’ yaftası vurarak davayı sulandıranları da aynı anda görmeyi başarabilseydik.
Keşke, askerlerin isteği üzerine ‘genç subaylar rahatsız’ diye manşet atılmasındaki çirkinliği görebilmemiz, bugün iktidarın medya üzerindeki anti-demokratik kontrolüne karşı çıkmamıza da yol açabilseydi.
Keşke, Ergenekon davası öyle bir zihin dönüşümü yaratsaydı ki artık hiç kimse iktidarı eleştiriyor diye karakter suikastına uğramasaydı.
Keşke, Ergenekon davalarından, devletin şeffaf olmasının, iktidar kullananların hesap vermesinin ne kadar önemli olduğuna dair dersler çıkarabilseydik.
Keşke...”
Bu yazım yeni değil.
Ergenekon davasında kararlar açıklandıktan sonra, 6 Ağustos 2013 tarihinde şu başlıklarla çıkmıştı bu köşede:
Ergenekon kararları:
Hukuk devletine daha çok var!
Af yolunu çmaktır, bundan sonra doğru olan...
Yukarıdaki satırlarıma bugün ne ekleyebilirim?
Tarafsız-bağımsız bir yargı ve siyasal af
Üç noktayı yine vurgulamakta yarar var.
Birincisi:
Zaten kendi başına cezaya dönüşmüş olan uzun tutukluluk sürelerine nokta koyup cezaevi kapılarının açılması doğru oldu. Ama bu yapılırken, toplumda adalet duygusunu fena halde yaralayan örnekler de yaşandı.
İkincisi:
Türkiye’nin gerçek bir demokratik hukuk devletinden, ‘hukukun üstünlüğü’nden ne kadar uzak olduğu, yargının hiç güven vermediği, mahkemelerin bu ülkede adalet dağıtamadığı bir kez daha gözler önüne serildi.
Üçüncüsü:
Türkiye’nin tarafsız ve bağımsız bir yargı düzeni ile birlikte ‘genel bir siyasal af’fa olan ihtiyacı bir kez daha daha gün gibi ortayı çıktı.
Twitter: @HSNCML