Hasan Cemal

19 Şubat 2025

Erdoğan "eyy TÜSİAD" diye bağırdı, polis anında başkanları topladı!

Demokrasi ve hukuka darbeler birbiri ardından geliyor, sessiz mi kalacağım? Hayır!

Cumhurbaşkanı Erdoğan,
eyy TÜSİAD diye bağırdı.
Polis hemen TÜSİAD Başkanlarını
evlerinden alıp ifadeye götürdü.
Haberi görünce isyan ettim.
Demokrasi ve hukuka darbeler
birbiri ardından geliyor.
Sessiz mi kalacağım?..
Hayır.
En azından bir yazı daha...
Günlüğümün sayfaları arasından
buluyorum o yazıyı...

TÜSİAD Başkanı Orhan Turan
TÜSİAD YİK Başkanı Ömer Aras

İçimizde kanlı kesikler açıldığını
hissediyor ama bunu
birbirimizden saklıyoruz

Kraków, 2 Mart 2018

Kaç gündür bu topraklardayım, ilk kez güneş yüzü görüyorum. Kar durdu. Masmavi, pırıl pırıl bir gökyüzü. O kasvetli hava dağıldı. Ama internete girinceye kadar... Türkiye haberleri yine iç karartıcı.

Nobel Ödüllü 44 kişi, Nazlı Ilıcak ve Ahmet Altan, Mehmet Altan için Cumhurbaşkanı Erdoğan’a açık bir mektup yayımladı.

"Sayın Cumhurbaşkanı;
Bu mektubun imzacıları olarak biz Nobel Ödülü’ne layık görülmüş yazar ve bilim insanları, Türkiye’de yaşayan çok sayıda kişinin, müttefiki olduğunuz ülkelerin, üyesi olduğunuz uluslararası kuruluşların paylaştığı derin endişeleri dile getiriyoruz. OHAL uygulamasının ivedilikle kaldırılması, hukuk devletine hızlı bir şekilde geri dönülmesi ve ifade özgürlüğünün yeniden tam ve eksiksiz olarak tesis edilmesi için çağrıda bulunuyoruz."

Bu mektubu Türkiye’de medya haberden saymadı, akıl alır gibi değil ama gerçekten öyle. “Bu haber değilse nedir?” diye bir tweet attım, karşılığında sadece küfür yedim.
Elbette şaşırmak gerekmiyor.  Yargı gibi medyayı da birkaç istisna dışında kendine tabi kıldı, “biat kurumu” haline getirdi Erdoğan...
Karanlık koyulaşıyor.
Bir ışık göremiyorum.

Ahmet Altan, New York Times’ta yazdı:

"İki metre yükseklikteki bir kürsüde oturuyorlar. Kırmızı yakalı siyah cübbeleri var üstlerinde. Birkaç saat sonra benim kaderim hakkında karar verecekler.
Elias Canetti’nin, “Kendin güvende, huzur ve görkem içindeyken, bir insanın taleplerini, o taleplere kulak tıkamaya kararlı bir halde dinlemek... Bundan daha aşağılık bir şey olabilir mi?” sözü geliyor aklıma.

Dakikalar, konuşmalarımızın temposuna göre bazen hızlanarak, bazen yavaşlayarak geçiyor. Dakikalar yavaşladıklarında bir jilet gibi keskinleşiyorlar, içimizde kanlı kesikler açıldığını hissediyor ama bunu birbirimizden saklıyoruz. Vulnerant omnes, ultima necat!

Hepsi yaralar, sonuncusu öldürür.
Bu gerçeği eski Latinlerden beri biliyoruz ama bir nezarethanede müebbet hapse mahkûm olup olmayacağını beklerken yavaşlayan dakikalar bütün kardeşlerinden daha yaralayıcı oluyorlar.
“Bunlar hukuk desperadoları, her türlü hukuksuzluğu yaparlar” diyen güçlü sesin altında, “bu kadar da saçmalayamazlar” diyen bir fısıltıyı da duyuyorum.
Ben böyle hayaller kurarken üç adam bir yerlerde benim kaderimi belirliyor. Kılıç Yarası Gibi romanında yazdığım bir bölümü hatırlıyorum.

“Kaderin değiştiği anla, kaderi değişen insanın bunu öğrendiği an arasında geçen zaman dilimi, insan hayatının en trajik ve ürkütücü parçası olarak gözüküyordu ona.

Gelecek belirlenip kesinleşiyor ama insan kendisi için kesinleşen geleceğinin farkına varmadan, başka umutlar ve hayallerle başka bir geleceği bekliyordu. O bekleyişteki bilgisizlik korkunçtu ve ona göre insanoğlunun en büyük zaafını oluşturuyordu.”

Hatırladığım cümlelerle ürperiyorum.
Şu anda yaşadığımı yıllar önce yazmışım.
Şimdi kendi romanımda yazdığımı yaşıyorum.
Romanını yaşayan bir romancı.
Hayatım romanımı taklit ediyor.
İnsanoğlunun en acıklı çaresizliğini yaşıyorum. Cümlelerimle yaşayanları öldürebilir, ölüleri diriltebilirim. Bütün yazarların sahip olduğu bu güce sahip olduğum için mi tanrıların gazabına uğradım, bunun için mi lanetlendim, bunun için mi bana kendi kaderimi yazdırdılar?
Aniden koşuşan jandarmaların postal seslerini duyuyorum, iki sıra halinde diziliyorlar, bir ses “Haydi” diyor, “karar verildi.” Karar verilmiş.
Bizi yukarı çıkarıyorlar, salona girip oturuyoruz.
Yargıçlar geliyorlar, koltuklarına bırakmış oldukları siyah cübbelerini giyiyorlar. Islak ölü gözlü başkanları kararı okuyor:
“Ağırlaştırılmış müebbet.”
Hayatımızın geri kalanını üç metreye üç metre bir hücre- de tek başımıza, günde sadece bir saat güneşe çıkarılarak geçireceğiz. Asla affedilmeyecek ve hapishane hücresinde öleceğiz.
Karar bu.
Ellerimi uzatıyorum.
Kelepçeleri takıyorlar.
Bir daha dünyayı ve avlu duvarlarıyla sınırlanmamış bir gökyüzünü göremeyeceğim."

Ahmet Altan, tuhaf bakışlı adam hapiste, ben ise uzaklardayım.
Kendi başımayım.
Çaresizliğimi içime akıtıyorum.
Ve Ahmet Altan, senin dediğin gibi, başka umutlar ve hayallerle başka bir geleceği bekliyorum.
Gelecek mi?..

Hasan Cemal, Zamane Diktatörleri, SRC kitap, sayfa 120