Hasan Cemal

09 Şubat 2015

Dün gece rüyamda barışı gördüm!

Ho Amca'nın şehrinde dolaşıyoruz… Yaşamak için ille de acı çekmek mi gerekiyor?

 

HANOİ

“Sevgili dedem, ‘Gece yarıları hâlâ o korkunç helikopter seslerinin kâbusuyla kan ter içinde uyanıyorum’ derdi. Geçen yıl kaybettik onu, 93 yaşındaydı...”

Hatıralar hayattır,
Hatıralar hayattır.*

Bu cümle kafamın içinde, Ho Amca’nın şehrinde dolaşıyoruz Ayşe’yle.

Ne kadar çok motosiklet var, insanın üstüne üstüne akın akın geliyorlar, yüzlerinde maskeleriyle, üstelik yeşil ışıktı, kırmızı ışıktı, trafik kurallarına hiç aldırdıkları yok.
Bu memlekette bana her şey ‘savaş’ı çağrıştırıyor.
Dipsiz kuyudan çıkıp gelen anılar hep Vietnam Savaşı’yla ilgili.
Vietnam halkının ‘Amerikan emperyalizmi’ne karşı bağımsızlık savaşı, yaşanan korkunç acılar.
İki fotoğraf alt alta.
İlkinde, B-52 bombardımanları için düğmeye basarken ABD Başkanı Nixon’ın sözü:
“Bu şehir, Hanoi, yakında taş devrine geri dönecek!”
İkinci fotoğraf, Vietnam komünistlerinin gece vakti Hanoi sokaklarına astıkları bir pankart:
Ya bağımsızlık ya ölüm!
Sanki zaman tünelindeyim.


1960’lı yılların İstanbul’unda, Ankara’sında devrimci gençlerin sloganı...         

'Hatıralar hayattır' cümlesi kafamın içinde, Ho Amca’nın şehrinde dolaşıyoruz Ayşe’yle

         Ho Ho Ho Şi Minh
         Daha fazla Vietnam
         Ernesto’ya bin selam.

Ve benim okulum Mülkiye’nin koridorlarında sosyalizm umudunu seslendiren o slogan...

         Bugün Mülkiye’de,
         yarın Türkiye’de!

68 gençliği’nin, Deniz Gezmiş’lerin, o genç insanların haksızlığa, adaletsizliğe, kurulu düzene karşı isyan günlerini bir daha içimde hissediyorum, Eluard’ın dizeleriyle:

           Günleri ve mevsimleri
           düşlerimize göre
           yeniden yaratacağız!

Ne yazık ki yeniden yaratamadık.
Ayrıca o genç insanlara karşı devletin, bir ‘siyaset sınıfı’nın sergilemiş olduğu hoyratlığı, onlar için darağaçları kurmaya kadar giden acımasızlıklarını bir kez daha protesto etmek geliyor içimden...  



'Vietnam Savaşı korkunç bir hataydı'

Saygon’daki savaş müzesinin insanlığa karşı suçlar bölümünde savaşın korkunçluğunu simgeleyen o fotoğraflar.
Daha dün gibi.
1968’in My Lai katliamı...
Çırılçıplak, sıskacık küçük kızın Amerikalı askerlerin önünden dehşet ve çaresizlik içindeki kaçışı...
Şakağına dayanmış bir tabancayla, gözlerini kapatmış Vietnamlı bir sivilin ölümünü beklerkenki korku dolu yüz ifadesi...

Sanki zaman tünelindeyim… ‘68 gençliği’nin, kurulu düzene karşı isyanı günlerini bir daha içimde hissediyorum

1975’in 30 Nisan günü sabaha karşı, Saygon’da Amerikan büyükelçisiyle birlikte son Amerikan askerlerini de alarak Vietnam’dan kaçan ABD helikopteri...
“İşte bak” diyor, “Şu binanın çatı katına inmişti o son helikopter. Orası CIA’nın merkeziydi. Bahçe, Amerikalılarla birlikte kaçmak isteyen işbirlikçilerle ana baba gününe dönmüştü. Bu cadde bütünüyle silahlar, askeri giysiler, postallarla kaplıydı. Güney Vietnam’ın işbirlikçi askerleri her şeylerini üstlerinden atıp kaçmışlardı, Saygon’a girmek üzere olan devrimci gerillalara yakalanmamak için. ”
 

 

Saygon’daki savaş müzesinin insanlığa karşı suçlar bölümünde savaşın korkunçluğunu simgeleyen fotoğraflar...

Son Amerikan askeri helikopteri...
Vietnam savaşının sonunu ilan eden o fotoğrafı çok iyi anımsıyorum.
Çünkü, 1975’in nisan ayında o gece Cumhuriyet yazı işlerinde nöbetçiydim. Amerikan AP haber ajansından düşen fotoğrafı kendi elimle alıp getirmiştim gazetenin mutfağına.
Ertesi gün ‘Amerikan emperyalizmi’nin Vietnam halkının karşısındaki yenilgisini Cumhuriyet’in manşetinde bu fotoğrafla vermiştik.
Savaş müzesinden bir başka görüntü:
Robert McNamara, ABD Savunma Bakanı ve Vietnam Savaşı’nın mimarı, aradan yıllar geçtikten sonra hatıralarında itiraf ediyor:
“Vietnam Savaşı hataydı, korkunç bir hata... Ve bu hatayı neden yaptığımızı gelecek nesillere izah etmek zorundayız.”
Vietnam Savaşı’nın Amerika açısından büyük bir çıkmaz olduğunu 1960’larda yazan, bu nedenle de Amerikan yönetimleri tarafından hain ilan edilen gazeteciler -biri de sanıyorum New York Times’tan David Halberstam’dı- aklıma takılıyor.

Savaş tünelinde aynı sorular

Savaş tünelleri...
Hanoi yakınlarındaki Cu Chi bölgesinde, balta girmemiş gibi sık ormanların ortasında.
1940’larda Fransız sömürgeciliğine direniş döneminde kazılmaya başlamış, Amerika’ya karşı savaşla birlikte 200 kilometreyi bulmuş...
Uzun yılar direnişin altyapısını oluşturan bu tünellerde, yerin altında doğan çocuklara tünel çocukları adı verilmiş. Her yıl doğum günlerini gelip bu tünellerde kutlamak bir gelenek haline gelmiş.
B-52 bombardıman uçaklarının açtığı kocaman derin çukurlar...
Ve yaprakların, dalların altında gizlenmiş delikler, tünel girişleri.
Birine girmeye çalışıyorum.
Turistik amaçla biraz genişletilmiş olmasına rağmen içim fena halde daralıyor. Ayşe hızla havlu atıyor.
Üç beş dakika yürümeye çalışırken daralıyorum, nefessiz kalır gibi oluyorum.
Topraktan bir masa, çaydanlık ve fincan, bir de yatak... Vietnam Komünist Partisi’nin bölge sekreterinin masasına kendi başıma oturup soluklanıyorum.
İki milyonu sivil üç milyon Vietnamlının öldüğü korkunç bir savaşın turistik meta haline gelmesi... 
Savaşlardan niçin ders çıkaramıyor insanlık, sorusu...
İnsanlık, kanla yazılmayan tarihleri hiç yaşamayacak mı?..
Ve benim böyle durumlara ilişkin klasik sorum:

Vietnam'ın büyük bir çıkmaz olduğunu yazdığı için Amerikan yönetimlerince hain ilan edilen gazeteciler aklıma takılıyor

Yaşamak için ille de acı çekmek mi gerekiyor?..
Ya da yaşanan acılar bizi ne zaman tam anlamıyla olgunlaştıracak?
Değişen bir şey yok!
Bir daha asla diye haykırdığımız zamanlar oluyor, ama kan ve gözyaşı da yer yuvarlağının orasında burasında oluk gibi akmaya devam ediyor.
Avrupa’nın göbeğinde, Bosna’da soykırım...
Afrika’da soykırım...
Gazze’de zulüm...
Afganistan, Irak, Suriye...
Savaş ve acılar bitmek bilmiyor.

İnsanlığın derinliklerinde
uğursuz bir canavar mı var?

Sabah vakti Mekong Deltası’na doğru yol alıyoruz.
İki yanımızdan sisler içinde pirinç tarlaları akıp gidiyor.
Uzun kırmızı gagalarıyla bembeyaz leylekler... Pirinç tarlalarının kenarlarında içinde tek tük gösterişli aile mezarları... Başlarında sarı hasırdan şapkalarıyla suların içinde iki büklüm çeltik eken kadınlar...
Büyük bir mezarlığın önünde duruyoruz.
Gerilla lideri, Tran Van Xieu.
Benimle aynı yıl doğmuş, 1944. Ve 7 Mart 1965’te, ben Mülkiye son sınıftayken 21 yaşında hayata veda etmiş...
Nehirde, Mekong Deltası’nın içlerine doğru yol alıyoruz, uzun bir kayık motorla.

Savaş tünellerinde içim daralıyor. İnsanlık, kanla yazılmayan tarihleri hiç yaşamayacak mı?

Etraf renk çümbüşü.
Çiçekler, kocaman yemyeşil yapraklar, muz ve hindistan cevizi ağaçları, meyveler...
Her şey o kadar güzel ki.
Bu güzellikler, bu muhteşem bitki örtüsü 1960’larda, 1970’lerde napalmlarla, cluster bombalarıyla, kimyasallarla yakılmış, gökyüzünden durmaksızın ölüm yağdıran B-52 bombardımanlarıyla karartılmış...
Kim bilir kaç kez aynı soruları yazdım.
İnsanlık nasıl oluyor da cennette cehennemler yaratmayı başarabiliyor?
Acaba insanlığın içinde, derinliklerinde, karanlıklarında bir canavar mı gizleniyor, ara sıra meydana çıkıp, kötülüklerini yapıp boşalttıktan sonra tekrar gizlenen uğursuz bir canavar...
Çan sesleri kulağımıza geliyor.
1929’da, sömürge döneminde Fransızların yaptığı bir Katolik kilisesiymiş.

Anlaşılan günlerden pazar...
Hoi An’daki Çin tapınağı, biblo gibi.
Ve Japon köprüsü.
Üç kültürün, Çin, Vietnam ve Japon kültürlerinin harmanlandığı bir nokta...
Bu Çin tapınağı, şirin pagado beni yıllar öncesine, 1979’da rahmetli meslektaşım Örsan Öymen’le yaptığımız uzun Çin yolculuğuna götürüyor.
Hafızanın insanı hüzünlendiren hiç beklenmedik sürprizlerinden biri olmalı...

Günlükleri Delila'yı andıran kadın doktor

Elimde, Vietnamlı genç kadın doktorun günlüğü.
O da bir gerilla.
1970 yılında, daha 28 yaşındayken ormanda bir Amerikan pususuna düşüp hayata veda ediyor.
Günlüğü 30 yıl sonra bulunuyor.
Delila’yla benzeşen yanları o kadar çok ki. Günlüğüyle konuşması, eleştiri ve özeleştirileri, bir gerilla olarak davaya bağlılığının yanı sıra hayata dair özlemleri...
Dikkatimi çekiyor.
Günlüğünün girişine, Sovyet yazarı Ostrovsky’nin Ve Çeliğe Su Verildi isimli kitabından bir alıntı koymuş.
Benden iki yaş büyük Thuy Tram.
Benim gençliğimin devrimci kuşağının komünistlik yollarında yürürken okumuş olduğu kitaplardan birini -diğerleri Gladkov’un Çimento’su, İlya Ehrenburg’un Paris Düşerken ve Fırtına isimli romanlarıydı- okumuş. (Aynı kitapları, Che Guevara’nın da 20'li yaşlarında okuduğunu 1990’larda elime geçen bir biyografisinde öğrenmiştim.)

Thuy Tram'ın kitaba adını veren cümlesinin altını çiziyorum:
Dün gece rüyamda barışı gördüm!**
“Vietnam’dan, Kamboçya’dan: Hatıralar hayattır”ın ikinci yazısı yarına...

 


* 27 Ocak 2015 günü CNN International kanalında Auschwitz’in 70. yıl anma törenlerini izliyordum. Amerikalı film yönetmeni Steven Spielberg, yanına yaklaşan bir televizyon muhabirine, iki kez “Memories are life, memories are life” dedi ve yürüyüp gitti.

** Dang Thuy Tram, Last Night I Dreamed of Peace, s. 27, Rider Books, 2008.