Hasan Cemal

07 Ağustos 2013

Demokrasinin önünde artık ‘asker sorunu’ yok, ‘sivil sorunu’ var!

Yakın tarihimizde Erdoğan kadar ‘vesayet sistemi’ne karşı somut adımlar atabilmiş ikinci bir başbakan olmadı. Ancak “Erdoğan demokrasi yolunda duracak mı, yürüyecek mi” sorusu geçerliğini koruyor.

İktidarın serbest seçimle ilk kez el değiştirdiği 1950'den itibaren TSK bünyesinde birçok tasfiye gerçekleştirildi. Bir kısmı sivil hükümetler, bir kısmı darbe dönemlerinde yapılan bu tasfiyeler daha çok bir ‘güç mücadelesi’nin aracıydılar, Türkiye'nin daha demokratik bir raya oturmasına yol açmadılar.

 

Yakın tarihimizde Erdoğan kadar ‘vesayet sistemi’ne karşı somut adımlar atabilmiş ikinci bir başbakan olmadı. Ancak “Erdoğan demokrasi yolunda duracak mı, yürüyecek mi” sorusu geçerliğini koruyor. Çünkü, demokrasiye asker freni çekilirken, yerine sivil freni, yani Erdoğan freni giriyor. 

Türkiye'nin siyaset meydanında, serbest seçimlerle iktidarın CHP ile DP arasında ilk kez el değiştirdiği 1950 yılından itibaren Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde birçok tasfiye gerçekleştirildi.

Bunların bir kısmı sivil hükümetler eliyle, bir kısmı askerin doğrudan iktidar olduğu darbe dönemlerinde yapıldı.

Ancak bu tasfiyeler daha çok bir ‘güç mücadelesi’nin aracıydılar. Bir başka deyişle, asker içindeki bu tasfiyeler, Türkiye'nin daha demokratik bir raya oturmasına yol açmadı.

Ordu yine hiçbir gerçek demokraside rastlanmayan biçimde devlet içinde devlete benzer konumunu korudu, bir siyasal parti gibi hareket etmeye devam etti.

Türkiye'nin yakın siyasal tarihini bir darbeler ve muhtıralar tarihine dönüştüren bu hastalıklı yapı yıllar yılı bir türlü iyileştirilmedi, darbecilik ve cuntacılık virüsü bünyeden atılamadı.

Bu açıdan, 2000'li yıllarda yaşananlar Türkiye'yi hiç kuşkusuz gerçek bir ‘dönüm noktası’na, bir kavşağa getirdi.

2002 yılı sonunda AK Parti'nin tek başına iktidara gelmesinden sonra siyaset meydanı bir altüst oluşa girdi. Bu durum, 2007 yılı sonrasında ana baba günlerine dönüştü. 2009 yılı ve 2010'un başındaki büyük Balyoz dalgasıyla artık bu ülkenin de yalanda yaşatılamayacağı gerçeği iyice ortaya çıktı.

Bütün bu gelişmeler, en nihayet Türkiye'nin de gerçek demokrasi rayında ağır ağır yol almaya başladığını gösterdi.

Ancak soru işaretleri de sürüyordu. Örneğin Ahmet İnsel şöyle der:

“Ordu içinde bugün yaşanan büyük temizlik operasyonunun, 1950 ve 1960'ların başındakilerle benzerlik gösterdiği bir nokta var. AKP bu mücadeleyi, kendine esas rakip olarak gördüğü Türk Silahlı Kuvvetleri'ni etkisiz hale getirmek amacıyla sürdürüyor.

Bu tartışmasız meşru bir amaç ve mücadeledir. Çünkü normal bir demokratik parlamenter rejimde, ordunun kurumsal olarak sadece iktidar partisinin değil, herhangi bir siyasal partinin rakibi olmasını hayal bile etmenin mümkün olmaması gerekir. AKP rejimi normalleştirme hamlelerine devam ederken, aynı zamanda bir güç mücadelesi yürütüyor.

Ergenekon, Balyoz vs. soruşturma ve davaları, TSK'nın 1960'tan sonra kendine kurumsal olarak atfettiği, iktidara doğrudan el koyma yetkisinin, hükümete karşı aktif muhalefet yürütme yetkisinin, kısacası aktif bir siyasal aktör olma yetkisinin elinden alınması sonucunu içinde taşıyor.

Bu açıdan bugünkü tasfiye süreci geçmiştekilerden farklı bir yöne, Türkiye demokrasisinin evrilmesini mümkün kılıyor. Ama sadece mümkün kılıyor. Türk Silahlı Kuvvetleri'ni aktif siyasal güç olarak etkisiz kılma uğraşını başarıyla vermiş olan AKP'yi şimdi demokrasi sınavı bekliyor.”

Ahmet İnsel böyle der.

Evet, demokrasi sadece sözle olmuyor!

Türkiye'yi bekleyen ‘demokrasi sınavı’nı Tayyip Erdoğan'la AK Parti verebilecek mi?

Çünkü daha yapılacak çok iş var.

Asker, 1971’de 12 Mart Muhtırası'yla Başbakan Demirel'i iktidar koltuğundan devirmişti. Sonra Demirel ne yaptı? Önce, askeri yönetimin hükümetine parlamentoda güvenoyu verdi. Sonra, kendini deviren askeri yönetimin anayasa değişikliklerini canı gönülden destekledi. Bu arada, kendini devirmiş olan askeri yönetimin Deniz Gezmiş’lerle ilgili idam kararlarını parlamentoda onayladı. Demirel'in kendisine neden böyle yaptınız diye çok soruldu, hep aynı yanıt alındı:

“Parlamentoyu açık tutmak için...”

Demirel'i asker bir kez daha devirdi, 1980 yılı 12 Eylül’ünde. Bu kez parlamentoyu da açık tutamadı Demirel. Ama 12 Mart sonrasında olduğu gibi, yine seçim sandığından çıkıp iktidara gelmeyi başardı.

Yani “Altı kere gittim, yedi kere geldim!” efsanesi...

Peki, Demirel o kadar gidip geldi de ne değişti? Askeri, Avrupa demokrasilerindeki gibi siyasetin dışına çıkartan, askeri sivil otoriteye bağlı kılan demokratik reformlar mı yapıldı? Hayır.

Her seferinde gidip gelen Demirel, siyaseten yasaklı olduğu 1980'lerde “Bu asker sorunu çözülmeden demokrasi olmaz!” diye sık sık Hasan Cemal’e gaz verebilen Demirel, askerin 12 Mart'ta, 12 Eylül'de koymuş olduğu kırmızı çizgiler içinde oynamaya devam etti. Bunu da maalesef demokrasi sandı.

Demirel gitti, geldi ama kökleri tarihimize uzanan vesayet sistemi ya da Erdoğan'ın deyişiyle bürokratik oligarşi yerini korumaya devam etti.

 

Turgut Özal ne kadar farklıydı?

Devleti bilerek, devletin içinden gelerek siyasette tırmanan, 12 Eylül askeri dönemini de ustalıkla kullanarak başbakanlık koltuğuna 1983'te oturan Özal, Türkiye'de asker sorunu nedir sorusunun yanıtını iyi biliyordu. Asker sorunu çözüm rayına oturmadan, örneğin bir Kürt sorununun, bir Kıbrıs sorununun çözülemeyeceğini, böylece bu ülkenin önünün de açılamayacağını görmüştü.

Özal, böyle bir ‘vizyon’a sahip olduğu içindir ki, cumhurbaşkanı olmak istedi. Çankaya'yı almadan askeri ‘demokratik boyutu’na indirmenin neredeyse imkânsız olduğunun farkındaydı. Çankaya Köşkü'ne çıktıktan sonra meşhur “İki Necdet'ler operasyonu”nu da gerçekleştirdi, kendi istemediği komutanı genelkurmay başkanı yaptırmadı.

Önemliydi bu da. Ama orada kaldı Özal. ‘Vesayet sistemi’ne, ‘bürokratik oligarşi’ye dokunamadı. Tayyip Erdoğan'ın özellikle asker meselesine bakış konusunda belki de en çok etkilendiği, kendine örnek aldığı bir lider olan Özal, sistemin kendisine dokunamadığı ve meselenin özüne el atamadığı için de Türkiye'nin rejiminde değişen fazla bir şey olmadı.

Bu nedenle yerindedir, Erdoğan ne yapacak, ‘demokrasi sınavı’ndan geçebilecek mi diye sormak...

Yakın siyasal tarihimizde Erdoğan kadar ‘vesayet sistemi’ne ya da ‘bürokratik oligarşi’ye kafa tutmuş, onunla hesaplaşmaya çalışmış ve bu açılardan somut adımlar atabilmiş ikinci bir başbakan olmadı.

Eğer Erdoğan'ın bir başbakan olarak siyasal iradesi ile kararlılığı olmasaydı, -ve tabii Çankaya'da da Cumhurbaşkanı Gül oturmasaydı- Balyoz, Sarıkız, Ergenekon'un ülkede yargı sahnesine getirildiğini, darbecilerin de yargı karşısına çıkarılabildiğini görmezdik.

Ancak akla takılan sorular da devam ediyor. Erdoğan duracak mı, yürüyecek mi demokrasi yolunda?

Askeri, Avrupa demokrasilerindeki gibi, Amerika'daki gibi sivil otoriteye gerçekten tabi kılacak kurumsal değişiklikler yapacak mı? Yoksa Demirel'in bir zamanlar yaptığı gibi, ‘kendi genelkurmay başkanı’nı bulunca, bu kadarı yeter deyip uzlaşacak mı Tayyip Erdoğan da?

Türkiye siyasetinde Demirel'lerin, ‘eskiler’in çektiği çizgi, bu ülkede asker sorununun aynı zamanda bir ‘sivil sorunu’ olduğunu da ortaya koyar.

Ben de 2008 yılı Mayıs ayında bir gece vakti Tayyip Erdoğan'a, “Teslim olacak mısınız Sayın Başbakan?..” sorusunu, Demirel örneğini kendisine anımsatarak sormuştum. Benim bu soruma Erdoğan'ın yanıtı hayır olmuştu.

Gereğini yapabilecek mi Erdoğan?..

Demokrasi sadece sözle olmuyor!

 

                                                   * * *

 

Bu satırlar üç küsur yıl önce, 2010 yılı Mart ayında yazıldı. Türkiye’nin Asker Sorunu isimli kitabımın sonunda 535-538. sayfaları arasında yer alıyor.

Tayyip Erdoğan’a  yönelik 2010 başındaki bu sorularım bugün de geçerliğini koruyor. Çünkü, demokrasiye asker freni çekilirken, yerine sivil freni, yani Tayyip Erdoğan freni giriyor. 

Kısacası:

Türkiye’nin asker sorunu yerine şimdi de sivil sorunu var demokrasi adına çözülmesi gereken…

Ergenekon kararları sonrasında ikinci yazım da böyle…

 

Twitter: @HSNCML