Hasan Cemal

10 Mart 2014

Bu memlekette yaşamak, hayata tutunmak için acı çekmek mi lazım?..

Bir pazar sabahı… Gri, kurşuni, soğuk bir hava. Yağmur çiseliyor. Boğaz'a sis inmiş. İnternetten haberleri okuyorum. Adaletsizliğe karşı içimde isyan duyguları tomurcuklanıyor. Memleketten devlet manzaraları var bu yazıda, insanlara büyük acılar çektiren...

Bir pazar sabahı… Gri, kurşuni, soğuk bir hava. Yağmur çiseliyor.  Boğaz'a sis inmiş. İnternetten haberleri okuyorum. Adaletsizliğe karşı içimde isyan duyguları tomurcuklanıyor. Memleketten devlet manzaraları var bu yazıda, insanlara büyük acılar çektiren...

Adaletsizliğe isyan etmek!

Ve bir yazı yazmak…

Hepsi bundan mı ibaret?..

Bi tür vicdan temizliği yani…

O kadar mı?..

Bilemiyorum.

Ama elimden başka ne gelebilir ki?..

Yazıyla isyan etmek!

Bir pazar sabahı…

Gri, kurşuni, soğuk bir hava.

Yağmur çiseliyor.

Boğaz’a sis inmiş.

İnternetten Malatya’daki Zirve Yayınevi Katliamı sanıklarının hapisten salındıklarına dair haberleri okuyorum.

Bu adaletsizliğe karşı içimde isyan duyguları tomurcuklanıyor.

 

'Yalnızca Hıristiyan oldukları için katledildiler'

Protestan Kiliseler Derneği bildiri yayınlamış:

“2007 yılı 18 Nisan'ı Türkiye 'de yaşayan Protestan Hıristiyanlar için çok zor bir gün olmuştur. O gün Zirve Yayınevi çalışanlarından Necati Aydın ve Uğur Yüksel ile birlikte Alman uyruklu Tilman Geske yalnızca Hıristiyan oldukları için, beş genç tarafından ağır işkenceler uygulanarak ve sonunda boğazları kesilerek vahşice katledilmişlerdir.

Serbest bırakılan katil zanlıları duruşmalar boyunca ölenlerin ailelerini, sivil toplum kuruluşlarının aktivistlerini, basın mensuplarını ve avukatları defalarca ağır bir şekilde tehdit etmişlerdir.

Bu durumda tehdit edilenler de büyük bir tedirginlik yaşamaya başlamışlardır.

Bu tahliye, Hıristiyanlar arasında büyük bir üzüntü ve adalete inancın yitirilmesi etkisi yaratmıştır.”

 

Böyle adalet mi olur?

Bir pazar sabahı…

Erhan Tuncel’in tahliyesi ile, cezaevinden çıktıktan sonra yaptığı açıklamaları okuyorum.

Sevgili Hrant uzaklardan el sallıyor.

Herhalde o da adaletsizliğe isyan ediyor.

Rakel’in acılı yüzü gözümün önünde…

Böyle adalet mi olur?..

Adaletsizliğin bu kadar insafsızca kol gezdiği bir diyarda barış ve huzur nasıl  kapımızı çalabilir ki?..

Katillerin kahramanlaştırıldığı bu topraklarda, bu karanlık zihniyet dünyasında demokrasi ve hukukun üstünlüğü nasıl yerleşebilir ki?..

İsyan ediyorum.

İçime kasvet basıyor.

Hiç mi rahat nefes alamayacağız bu memlekette?..

 

Günaydın Sevan kardeşim

Sevan Nişanyan haberlerine göz atıyorum. Aydın Engin’in T24’deki yazısını okuyorum.

 

“Çünkü Sevan Ermeni’dir ha?..

Torbalı açık cezaevinde gardiyanın biri Sevan Nişanyan’ın kredi kartını çaldı.

Hırsızlık kamuoyunda duyuldu.

Fatura hırsıza değil Sevan Nişanyan’a kesildi ve apar topar Torbalı açık cezaevinden Buca kapalı cezaevine postalandı.

Sevan Nişanyan’ın yeni cezaevindeki koşullarını kadim dostu, Şirince Matematik köyü gibi anıtsal bir işi birlikte kotardığı arkadaşı Ali Nesin aktarıyor:

'Matematik Köyü'nün mimarı Sevan Nişanyan'ın içinde bulunduğu koşullar:

Eski tip tavuk nakil kasalarını andıran 60 kişilik bir koğuşta 103 kişi kalıyorlar, ki bu tenha zamanlarmış, sayı bazen 130'u bulurmuş.

İki kişilik yer yatağını ve tarif edilmeyecek kadar pis bir şilteyi üç kişi paylaşıyorlar.

Sevan'a ranza verilmesi mahkûmlar arasında isyan çıkartırmış. Ama o, başkalarının daha kötü durumda olduğuna işaret ederek ‘şükür iyiyim’ diyor!

Gece koğuş ısıtılmamakta, ayrıca havasızlıktan dolayı pencereler açılmaktadır, dolayısıyla mahkûmlar gripten kırılmaktadır.

İdarenin verdiği yemekler yenmeyecek kadar kötüdür.

Yüksek gazlı kömür dumanı çıkaran iki baca yüzünden 100 metrekarelik avlu kullanılamamaktadır.

Koğuşta masa ve iskemle yoktur. Dolayısıyla Sevan gibi ranzası olmayanlar gün boyunca oturacak yer bulamamaktadır.

Ama Sevan koşullara kahramanca direniyor.

Gençliğinde de böyleydi, biliyorum.”

 

 

Bir pazar sabahı, yağmur çiseleyen kurşuni bir havada:

- Günaydın Sevan kardeşim, diye bağırıyorum uzaklara doğru…

Sesimi duyabiliyor mu?..

 

Hatice Can'ın onuru

Taraf’ın manşetinde yer alan, Dilek Gedik’in “Bu bir suç duyurusudur!” başlıklı haberiyle, Radikal İki’de İrfan Aktan’ın “Hatice Can’ın Onur’u” başlıklı yazısını okuyorum.

İçim fena oluyor.

Yine lanet okuyorum adaletsizliğe…

Can ailesinin derin acısını -aynı zamanda bir baba olarak- yüreğimde hissetmeye çalışıyorum.

 

ODTÜ'lü Onur'un çiğnenen onuru

Onur Yaser Can.

28 yaşında, ODTÜ mezunu mimar.

Tarih, 2 Haziran 2010.

11 gram esrar satın aldığı suçlamasıyla polis tarafından gözaltına alınır.

Ailesine haber veremez, avukat  çağıramaz, polis ikisine de izin vermez. 

Onur’un gözaltı işlemi de, ifadesi de kayıt dışıdır. Savcıdan gözaltı kararı da yoktur.

Onur, gözaltında çırılçıplak soyulur.

Vücut boşlukları’ elle aranır.

Onur, küçük düşürülür.

Onur, korkutulur.

Polise muhbir olması istenir.

Onur, işkence görür.

Çıkış için alınan doktor raporuna ilişkin muayene polislerin önünde yapılır. Sonuç, basit bir darp ve cebir raporudur.

İki gün sonra,  4 Haziran 2010’da, savcının talimatına karşın tekrar emniyete götürülür, bir süre daha tutulur.

Yine işkence görür.

Serbest bırakılır, ama polis tacizi devam eder.

Onur, çok tedirgindir.

Avukata vekâlet verir.

Avukatının polisten soruşturma belgelerinin verilmesine dönük talebi reddedilir.

Gerekçe ‘gizlilik’tir.

Onur, üçüncü defa ifade için Emniyet’e çağrılır.

Korkar.

Emniyette bir daha o insan onuruyla bağdaşmayan muamelerle karşı karşıya kalma ihtimalinden ürker.

İstanbul’dan telefon açar Ankara’daki ailesine. Annesi Hatice’yle babası Mevlüt’e anlatır başından geçenleri.

Ve akşam vakti üçüncü kattaki evinin penceresini açar, boşluğa bırakır kendisini…

Tarih, 23 Haziran 2010’dur.

Doğum gününden bir gün önce gözaltındayken yaşadığı insanlık dışı muamelenin ağırlığı karşısında ancak yirmi gün direnebilmiştir.

 

Onur'u için intihar eden Hatice Can

Onur’un ailesi mücadeleye devam eder.

Altı polis hakkında, “ağırlaşmış işkence, görevi kötüye kullanma ve cinsel saldırı” suçlarından dolayı suç duyurusu yaparlar.

Suç duyurusundan sonraki soruşturmada bir yılda üç savcı değişir. Sonuncu savcı Muammer Akkaş, cinsel saldırı ve işkence suçlarından takipsizlik kararı verir.

Resmi evrakta sahtecilik suçundan yargılanan polis Salih Bahar ile Soner Gündoğdu iki buçuk yıl hapis cezası alırlar.

Takipsizlik kararı, aile tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürülür.


Cinsel saldırı ve diğer iddialarle ilgili suç duyurusu üzerine Emniyet’te başlatılan disiplin soruşturmasında polis memurlarına bir günlük maaş kesme cezası verilir.

Aile soruşturmanın iptali için dava açar.

İstanbul 8. İdare Mahkemesi, cinsel saldırı iddiasına yönelik nezarethanedeki kamera kayıtlarını ister. Ama kayıt olmadığı belirtilir.

Mahkeme, emniyetin “yetersiz, etkisiz ve eksik” disiplin soruşturmasının ve bir günlük maaş cezasının iptaline karar verir.



Bu kararı temyiz eden emniyet, mahkeme kararının gereğini yerine getirmek adına iki polisin cezasını 300 gün kıdem durdurma cezasına çevirir.

Komiser Hakan Aydın ile Yunus Başay, Muhammet Ongun ve Onur Ülker isimli polislere “kötü muamele ve cinsel istismar” suçlarından somut delil olmadığı gerekçesi ile ceza vermez. Bu karara karşı açılan dava da reddedilir.

Aile, Danıştay’a gider.

Aile, Anayasa Mahkemesi’ne başvurur.


Ama üç buçuk yıl boyunca hukuk kapıyı çalmaz, adalet uzak kalır Can ailesinden…

Ve mart ayının başında bu kez Hatice Can, Onur’un annesi, evinde pencereyi açar ve kendisini boşluğa bırakır.

 

'Kızımızın Anne diye haykırışını duydum...'

Mevlüt Can, Onur’un babası, şöyle anlatır:

“Hatice yeni kalkmış, kahvaltıyı hazırlamıştı. Kahvaltıyı beraber yaptık. Kızımız klarnet çaldığı için, o zarar görmesin diye balkonda sigara içmeye karar vermiştik. Çaylarımızı aldık, gazetelerimizi okuduk. Ben duştan çıkarken, Ezgi’nin anne diye haykırışını duydum. Yatak odasına girdiğimizde, camın kenarında bir tabure ve terliğini gördük.”

 

'Biz aslında tutunmuştuk hayata…'

ODTÜ Sosyoloji bölümünden birincilikle mezun Ezgi Can şöyle anlatır:

“Annem üç buçuk yıl boyunca hayatta kalmak için son güne kadar çabaladı. Son güne kadar her şeyi denedi. Fransa’ya yanıma gelip gittiği için Fransızca kursuna dahi gitti. O kadar çabaladı ki, her şeyi denedi. Ama öldürdüler onu…”

Ve son olarak şöyle der Ezgi Can:

“Biz aslında tutunmuştuk hayata…”

Bu memlekette yaşamak için, hayata tutunmak için ille de acı çekmek mi lazım?..

 

Twitter: @HSNCML