Perşembe günü depremle birlikte televizyonun karşısına çakıldım ve saatler boyu deprem haberlerini, programlarını izledim.
Çok sıkıldım.
Çok üzüldüm.
Çünkü, yirmi yıldır bir arpa boyu yol alamadığımızı gördüm.
Yirmi yıl öncesi yaşanan korkunç acıları bu kez İstanbul'da yaşar mıyız sorusu, içime büyük bir acı olarak çöktü.
1999'un Ağustos depreminde Milliyet'teydim. O korkunç felakete tanıklık eden yazılar yazmıştım.
KIYAMET VE AHİRET...
Çınarcık, Yalova,
21 Ağustos 1999
Omuzuma yaslandı, hıçkıra hıçkıra ağlıyor. "Daha yeni çıkardık" diyor, toprağın üstünde yatan battaniyeye sarılı cesedi göstererek...
Veli Göçer'in Çınarcık'taki Çamlık Sitesi. Cehennem gibi bir hava. Ağır bir koku yükseliyor.
6 blok, 300 daire...
Hepsi, tepelerine dev birer balyoz yemiş gibi yerle bir olmuş.
"Neyin oluyor?"
"Kızım!"
Yüzünde tarifsiz bir keder. Acının en katmerlisi gelip gözlerine oturmuş...
"Daha beş buçuk yaşındaydı, Özgecik."
Özge Türkcan'ın yanına, toprağın üstüne, battaniyeye sarılı bir ceset daha uzatıyorlar.
"Bu da kayınçom, Murat Aykut. Onu da yeni çıkardık. İngiltere'den tatil için gelmişti. Ben de kızımı daha yeni onun yanına göndermiştim. Kayınbiraderimi kızıma sarılı halde çıkardık enkazın altından... Ölümden korumak istemiş Özgeciğimi..."
"Şu üç tekerlekli, sarı kırmızı bisikleti görüyor musun?" diye devam ediyor, "Özgeciğin bisikleti o. Bu bisiklet sayesinde bulduk onları."
Kayınvalidesiyle kayınpederi Gülin ve Mahir Aykut ise hâlâ enkaz altında...
Devlete kızıyor!
Enkaz kaldırma çalışmalarında kendi başlarının çaresine baktıklarını anlatıyor.
Eşiyle birlikte 20 saat enkaz altında kaldıktan sonra kurtarılmışlar. Silahlı Kuvvetler'de 21 yıl çalışmış, yeni emekli olmuş.
Kocası da SSK emeklisi.
O geceyi anlatıyor:
"Dairemiz dördüncü kattaydı. Uyuyorduk. Birden sallanmaya başladık. Korkunçtu. Karyolanın iki yanına tutundum. Çıyak çıyak, tangur tungur, oraya buraya savrulup çarparak bir yerlere indik. Zifiri karanlıkta, havasız bekleşmeye başladık. Allah inandırsın, çişimi yapıp yapıp içtim. Dördüncü kattadaki evimiz, zemin kat olmuştu. İki gariban çocuk bizi 20 saat sonra kurtardı."
Dertleniyor:
"Kışlığımız zaten yoktu. Yazlık da gitti. Bu arada hanımın emeklilik parasıyla yeni araba almıştık. Kaskosu daha yoktu. O da gitti."
Kokunun geldiği tarafa doğru yürüyoruz.
Betonların arasından yarı beline kadar sarkmış... Yalnız sarı saçları ve morarmış elleri gözüküyor. Koku, çok fena!
Yerlere kitaplar saçılmış. Bazılarını toplayıp bir kenara koymuşlar.
En üstteki ilginç:
Kıyamet ve Ahiret...
Acımehmet Ovası Mahallesi'nde Yalova Mesa Blokları... Altı katlı bloklar, iki kata, tek kata inmiş...
Emekli polis, 41 sicilli, Hasan İşçan'ın yüreği yanık, duvarın üstüne çıkmış haykırıyor çığlık çığlığa: "Nerede belediyenin mühendisleri, kavatları neredeler?.. Acımızı neden görmüyorlar?"
Biri kolumdan tutup bahçeye götürüyor. Çuvalı açıp bir kesik ayak gösteriyor.
Bakamıyorum, morarmış.
"Belki biri tanır diye saklıyoruz abi..."
Ana baba günleri!
HAYATLA CEHENNEM ARASINDAKİ İPİNCE BİR ÇİZGİ...
Adapazarı,
22 Ağustos 2019
Hayatla cehennem arasında eğer ipince bir çizgi varsa, işte o çizgi Adapazarı'nda şaşmış.
Yaşanan acıları gördükçe, dinledikçe allak bullak oldum.
Yüreğim defalarca acıdı.
Duygu fırtınasına tutuldum.
Gecenin zifiri karanlığında yerin yüz kat dibinden uğultularla gelen o dalga insanlarımıza öylesine vurmuş ki sözcüklerle anlatmak olanaksız.
Bir depremzedenin deyişiyle:
"Tarif edilir acılar değil bunlar! İçimiz tükendi. Nasıl unuturuz bir daha bütün bu yaşadıklarımızı?.." Hele o ak saçlı teyzenin görüntüsü...
Bir enkazın karşısına oturmuş.
Hiç kıpırdamıyor.
Gelen geçenle ilgilenmiyor.
Acısını içine gömmüş.
"Biz şanslıyız oğlum" diyor mavi gözlerini dikerek, "Allah'ın sevgili kullarıymışız ki kocamla birlikte kurtulduk bu enkazın altından... Eşim emekli polis memuru. 37 yıl çalış, elde ne var ne yok bir ev satın al. O da gitsin!"
Bosna Caddesi.
En yeni bulvarıymış şehrin.
Yok olmuş, yerle bir...
Duvarın üstünde oturmuş, ağlıyor.
İki yana sallanarak, kollarını açarak ağlıyor. Arada bir "Evladım" diye inliyor. Bir oğlunu, bir gelinini, bir de daha dokuz günlük torununu kaybetmiş. İkiz oğlu Ferruh Erzen yanında. İngiltere'den yetişememiş, yeni doğan kızını görememiş...
Duvarın üstünde, kollarını bir açarak, bir göğsünün üstüne kavuşturarak ağlıyor. Kocasının ismi Muzaffer Erzen. 71 yaşında, ak saçlı, emekli bir öğretmen:
"Oğlum 39 yaşındaki Ferruh Erzen'i çıkaramadık. Düzce Toprakbank'ın Müdürüydü. Devlet yok!"
Bir diğeri yakınıyor:
"Habire ekmekle su dağıtılıyor. Bir fener, bir mum, bir pil dağıtan yok."
Yenidoğan Mahallesi, Fabrika Sokak...
Ercan Akkoç.
Kendisi demiryollarında işçi, eşi de tuhafiyeci.
Adapazarı 1943 depremini görmüş. Sonra 1967 depremini.
Şimdi de 1999 depremi vurdu.
Niye bunca yıldır tedbir almamış devlet?
"Hayat devam edecek!"
Bu cümle, Ercan Akkoç'un.
Diyor ki:
"Hayat devam edecek abi. Evet, Adapazarı haritadan silindi. Ama hayat devam edecek. Allah razı olsun, yardım yağıyor. Bizim insanlarımız ölmemiş daha. Özel sektör her şeyi getirdi. Devletimiz ise yine devletimiz. İsyana hakkımız yok. Ama abi, organize değil devlet! Türkiye kalacak, inşallah yaralarımızı saracağız. On gün sonra bu heyecan bitince, yağmur gelince ne yapacağız? Nasıl barınacağız?.."
Adapazarı 1943 depremini görmüş. Sonra 1967 depremini. Şimdi de 1999 depremi vurdu.
Niye bunca yıldır tedbir almamış devlet?
Hamza Tavşan, tüccar.
Bacanağı, baldızı, yeğeni enkaz altında. İstanbul'dan, Kadıköy'den gelmiş:
"Ölülerimizi çıkaramıyoruz. Yıkayamıyoruz. Ne imam var, ne tahta... Bu kadar acizliği görmedim."
Dükkanın adı, Bilgisayar Dünyası.
Yan yatmış.
İnternet Cafe.
O da göçmüş olduğu yerde.
Ahmet Şişik, konfeksiyoncu.
"Altı cenaze aldık enkazdan... Annem babam ve yeğenlerim hâlâ şunun altında."
Kardeşi Ali Şişik.
İlk cümlesi:
"Göç düşünüyoruz artık!"
Devlete öfke.
Politikacıya öfke.
Yerel yöneticilere öfke.
"İnsan neye isyan edeceğini şaşırıyor" derken gözleri doluyor.
Sonra da ekliyor:
"Bunlar tarif edilir acılar değil!"
ACILI İNSANLARIN DİLİ HER ŞEYİ SÖYLÜYOR!
Avcılar, İstanbul,
23 Ağustos 1999
Avcılar'da dolaşıyorum pazar sabahı.
"Panik içindeyiz, korkuyoruz" diyor biri, "Eve girip bir şey almaya kalksak, çocuklar ciyak ciyak bağırıyor, içeri girmeyin diye... Akşam olunca parklara gidiyoruz, bir köşe bulup kıvrılıyoruz."
Bir depremzede:
"İçeride nasıl yatacağız bir daha?"
Okulun bahçesinde uzun kuyruk.
Sessizce bekleşiyorlar. Asker gözetiminde yardım dağıtımı.
Çocuk bezi.
Fanila, don.
Su, süt.
Çay, pirinç...
"Allah razı olsun özel kuruluşlara" diyor biri, "Yaz gazeteci abi, en çok çadıra ihtiyacımız var."
Beyaz yemenili genç kadın yanıma yaklaşıyor. Bir deri bir kemik. İsmi, Şenay Aygün. Eşi, Ayhan Aygün, kamyon şoförü.
Sesi ağlamaklı:
"Ne olur bir şeyler yapın. Bir göz evimiz vardı, göçtü. Böyle kaldık ortalıkta. İki kızım bir oğlum... Bir branda bulduk, onun altına sığındık. Sokak köşesinde yatıyoruz."
Ömer Seyfettin İlköğretim Okulu.
Bahçedeki inşaat tahtalarının üstüne yerleşmiş insanlar. Yaşlı bir teyze, "Şaşkınız oğul şaşkınız" diye dertleniyor, "Aklımıza bir şey gelmiyor. Dün gece bir rüzgar çıktı, öyle bir üfürdük ki, toz toprak içinde kaldık."
Ekliyor:
"Yazın, çadır göndersinler!"
Lokum ikram ediyor biri...
Genç bir kadın bağırıyor:
"Salgın hastalık diyorlar. Ödümüz kopuyor. Ne aşı var ne ilaçlama... Ne olur sonra yavrularımıza?"
Avcılar'da 5 büyük bina çökmüş.
Beşinin de müteahhidi aynı.
"En büyüğü 45 daireliydi" diyor biri, "Diğeri 13 katlıydı, olduğu gibi çöktü. Sonuncusunu bir yıl önce yapmıştı. O da gitti.
Avcılar, Görümce Sokak'ta sohbet.
Bir Alamancı öfkeli:
"Belediye para yemeyi, rüşvet yemeyi bıraksın. Artık Avrupalı olalım. Buralarda en çok üç katlı olması lazım evlerin. Belediyeye para veren alıyor ruhsatı beş, altı, yedi katı... Sonra da böyle oluyor."
Devletin gecikmesi...
Devletin aczi...
Belediyelerde rüşvet, yolsuzluk...
En çok kulağa çalınan yakınmalar...
Düğün salonu...
Yerle bir, sanki kartondan.
İki yanındaki binalar ise sapasağlam!
Enkaz kalkıyor.
Koku fena!
Genç bir doktor:
"Hâlâ bir iki ceset olduğu söyleniyor."
Saçı sakalına karışmış biri:
"Sivil savunma olsaydı, sağlık ekipleri olsaydı, uzman kurtarma ekipleri olsaydı, zamanında yetişebilselerdi, yani organize olsaydı, emin olun ölü sayısı yarıya inerdi. İnsanlar bağıra bağıra, inleye inleye öldüler."
Altı katlı bir binanın yanına götürüyorlar. Bütün kolonları çatlamış, hafif yana yatmış koca apartman...
"Abi biliyor musun, çöken, çatlayan, oturulmaz hale gelen binaların neredeyse tamamının altında dükkanlar, oyun salonları var. Çünkü daha geniş alana sahip olabilmek için kolonları yok etmişler. İşte, birinin altında düğün salonu... Burada dükkanlar... Ana caddedeki büyük binanın altında da mobilyacı dükkanıyla, bilardo salonu..."
Biri lafa karışıyor:
"Dikkat ettim, en çok da yeni binalar yıkılmış..."
Alper Erdoğan, 6 yaşında.
Apartmanın kapısına oturmuş ağlıyor. Gözlerinden sicim gibi yaş akıyor.
Yanında babaannesi.
Susturmaya çalışıyor ama nafile.
"Bakkaldan dondurma al diyor. Ben de yukarı çıkıp para alamıyorum. Korkuyorum eve girmeye, çatlak var. Yasak dediler. Akşam olunca, üniversitenin bahçesine gidip halıların üstünde yatıyoruz."
Alper ağlıyor!
Yalova...
Çınarcık...
Adapazarı...
Avcılar...
Üç gündür depremzedeleri dinliyor, uğradıkları felaketi, yaşadıkları ana baba günlerini görmeye, hissetmeye, yazmaya çalışıyorum.
Acılı insanların dili çözülmüş!
Acılı insanların dili her şeyi söylüyor.
Bütün gerçekleri...
Yardım geç kaldı, kaderimizle baş başa kaldık diyor.
Sivil savunma örgütümüz, uzman kurtarma ekiplerimiz olsaydı, kepçeler, greyderler gecikmeseydi, yeterli sayıda olsaydı, sağlık ekipleri zamanında yetişseydi, çok daha fazla insanımız kurtulurdu diyor depremzedelerin sesi...
Sonra bu ses, devleti suçluyor.
Yerel yönetimleri, belediyeleri suçluyor.
Devlete, politikacıya bu kadar öfkeye bunca yıllık meslek hayatımda tanık olmamıştım.
Acılı insanların sesi, soyguncu müteahhide beddua ediyor, konut yerine mezar pazarladıkları için...
Belediyelere, yerel yönetimlere şimşekler yağdırıyor, avanta yiyip çürük yapılanmaya izin verdikleri için...
Devlete ağzına geleni söylüyor, gereken denetimi, cezayı kesmediği, hesap sormadığı için...
Devlete, siyasal iktidarlara sesini yükseltiyor, depremin gerektirdiği plan programı hazırlayıp uygulamadığı için...
1943, 1967 depremlerini yaşayıp, arkasından bir de 1999 depreminin sillesini yiyen acılı Adapazarlılar, devlet ve hükümetlere ateş püskürüyor, bunca musibete rağmen gereken önlemi almadığı için, şehri bir başka yere kaydırmadığı için...
Ders alacak mıyız?
Yoksa, bizden sonrakiler de bizim yazılardan yapacakları alıntılarla aynı minval üzere yakınmaya devam mı edecekler?
Yaşanan kıyametten ders çıkarmak demek...
Yaşanan kıyametten gerekli dersleri çıkarmak ne mi demek?
Devletin kendini yeni baştan örgütlemesi demek...
Bir devlet reformunun hayata geçirilmesi demek...
Bu kıyametten ders çıkarmak demek, insanların kendi kendilerine sahip çıkmaları demek...
Her şeyi devlet babadan beklemenin ne kadar yanlış olduğunu artık fark etmek demek...
Devletten ayrı olarak, gönüllü olarak, sivil toplum kuruluşlarının örgütlenmesi demek...
Bu kıyametten ders almak demek, konutunu doğru yerde yapmak, doğru yerde yapılması için örgütlenmek, müteahhidi ve belediyeleri kontrol etmek demek...
Doğal afetlere karşı kendi sivil savunma örgütlenmesini bir yandan oluşturmak, ama aynı zamanda yerel yönetimleri bu açıdan yola getirmek demek...
Yaşanan kıyametten ders çıkarmak demek, devlet-belediye-müteahhit üçgenindeki avanta ilişkilerini, adam sendeciliği ortadan kaldırmak için örgütlenmek ve seçim zamanı oyunu ona göre kullanmak demek...
Evet öyle.
Her şeyi devletten bekleme alışkanlığından kurtulursak, yaşadığımız evden, mahalleden başlayarak kendi aramızda örgütlenebilirsek ve oylarımızla siyasi tercihlerimizi her seferinde bilinçli kullanırsak, acılarımız ve düş kırıklıklarımız zamanla daha uygar, daha gelişmiş ülkeler düzeyine iner.
***
Yukarıdaki satırlar 20 yıl öncesini, o korkunç 1999 Ağustos depreminin acılarını anlatıyor.
20 yıl içinde ne değişti?
Ne yapabildik?
Yoksa tam bir kadercilikle televizyon ekranlarında yine boş laf mı öğütüyoruz?
Ya da tam bir lafazanlıkla, elimiz kolumuz bağlı, 'büyük deprem'in dipten gelen irkiltici uğultusuyla İstanbul'a da vuracağı o uğursuz günü mü bekliyoruz?
Cumhuriyet gazetesindeki patron-başyazarım Nadir Nadi'nin sözü yine aklıma geliyor:
Yoksa boşuna mı geldik bu dünyaya?..
Hiçbir şey değişmeyecek mi?..