Hasan Cemal

26 Mart 2018

Bremen'den: Elimden gelse geçmişi öldürebilirim!

O "kazandığımız son"u hiç görmedik ki...

Son kitabım, Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor çıkarken yazılarıma ara verdim.
Bir süre kendi içime dönmenin ve memleketin hâllerini uzaktan seyretmenin bana iyi geleceğini düşündüm. Daha çok trenle yaptığım seyahatlerimde Bremen'e, Hamburg'a, Kopenhag'a, Berlin'e, Kaliningrad'a (eski Königsberg), Gdansk'a, Varşova'ya, Krakow'a, Katowiçe'ye, Brno'ya, Prag'a, Ostand'a gittim. Ve günlük tutmaya başladım. Şimdi bu günlükleri, yazı dizisi olarak yayınlıyorum. 
Dizi bittiğinde, yeniden T24'te buluşmak üzere, Hasan Cemal.


Bremen, 20 Ocak 2018

Weser Nehri çamur gibi akıyor.
Gri, kasvetli bir hava.
Kahve köşesinde kendi başıma yalnız oturuyorum, dışarıyı seyrediyorum.
Yağmur yağdı yağacak.
Birkaç gün önce mahkemede yaptığım savunmanın son cümlesi nedense aklıma takılıyor.

Elimden gelse geçmişi öldürebilirim… Geçmiş nerede başlar bilmem ama bu memlekette geçmiş bir türlü geçmiş olamıyor... 

Yalanda değil, gerçekte yaşamak isteyenler,
özgürlüğü savunanlar kazanacak sonunda.

Klasik, belki de bayat sözler.
Çünkü 'o kazandığımız son'u ömür boyu görmedik ki.
Bazen görür gibi olduk ama kayıp gitti parmaklarımızın arasından...
Galiba gelecekle ilgili umutlar söndükçe -ya da geleceğin ipi kısaldıkça- geçmiş fena hâlde ağır basmaya başlıyor.
Geçmiş nerede başlar?
Bugün bir kitapçı vitrininde dikkatimi çekti. Anılarına bu adı vermiş.
Ben de nasıl sözcüğünü ekledim:
Geçmiş nerede, nasıl başlar?
Ben geçmişten kurtulmak, geçmişin defterlerini kapatmak istiyorum.
Elimden gelse geçmişi öldürebilirim.
Ama olmuyor.
Bu memlekette geçmişten kurtulmak da güç.
Çünkü hep aynı sorunlar.
Geçmiş nerede başlar bilmem ama bu memlekette geçmiş bir türlü geçmiş olamıyor.
Tarih bir türlü tarih olamıyor.
İkisi de paçalarımızdan çekmeye devam ediyor.
Kurtul geçmişten!
Değiş!
Hayata yeni bir başlangıç yap!
Benim yaşım yok, de ve yola devam et.
74 yaşında?
Şaka gibi...

Frau Jansen'li Bremen yılları

Geçmişten kurtulmak dedim ve kendimi 53 yıl önceye ışınladım.
Bremen'e geldim.
Bu şehir hep böyleydi.
Rutubetli soğuğu insanın iliklerine işlerdi. Kış günleri sabahın köründe evden çıkarken, Frau Jansen bazen elime bir küçük kadeh buz gibi korn tutuştururdu, içim ısınsın diye...
Bunca yıl geçti, sokağın adı ve evin numarası hâlâ aklımda: Schwachhaussen, Saarbrückenerstr 46

Taksi şoförü İranlı. Türk olduğumu öğrenince, "Bu gidişle sizinki bizim mollalardan daha kötü olacak" diyor gülerek.
Bahçe içindeki kırmızı tuğlalı, üçgen çatılı ev yarım yüzyıla iyi dayanmış, hiç değişmemiş ama biraz bakımsız duruyor.
Tek odalı pansiyon sahibi Frau Jansen, cumartesi günleri bana evin önünü süpürtür, çimleri kestirir, meyve ağaçlarını budatırdı.
Sonra şömineyi yaktırır, mahzenden bir şişe beyaz Ren şarabı çıkartır, pikaba bir plak koyup, bana -bazen de zorla- Chopin dinlettikten sonra harçlığımı verir, ancak bundan sonra cumartesi akşamı eğlencesine çıkmama 'ok' derdi.
Şehir merkezine doğru yürüyorum.
Bir sinagog, Yahudi cemaati merkezi olarak 1876'da inşa edilmiş. 1938 yılı Kasım ayı pogromunda Naziler tarafından yakılmış...
Bir kahvede soluklanıyorum.

Bizim topraklardan güleryüzlü iki genç adam. Biri, Mardinli Süryani, öteki Arap.
İkisi de Suriye göçmeni, bu yakınlarda kapağı Almanya'ya atmışlar.
Yürüyorum.
Rathaus Meydanı ıslak, tenha.Bremen Mızıkacıları'nın heykeli yerli yerinde.
Öğlenleri sosis ekmek ve kahveyle karnımı doyurduğum küçük kulübe de açık, tombul sarışın teyzelerle. Ekmek arası hardallı bradwurst lezzetini onca yıldır korumuş...
Akerdeon sesine doğru yürüyorum. Böttcher sokağının köşesinde çalıyor, hüzünlü çağrışımlarla...
Böttcher Strasse.
Anılar dipsiz bir kuyu...
Yarım yüzyıl önce kargacık burgacık bir sokaktı. Daha çok sanatçılar yaşardı. Tesadüfen tanıştığım bir ressamın evindeki partilere giderdim.

Belki de gençliğimi aradığım için…

Hayatta hep kaybolup giden zamanın peşinden koşturmadım mı? İç dünyamda o maziye dönük hüzünlü yolculuklara, ruhumu hafifletir diye çıkmadım mı?

Böttcher Strasse o eski sokak değil, turistik olmuş. Belki de kendi gençliğimi aradığım için bana öyle geliyor.
Şimdi yeniden başlamak!
Neye?
Borges'in deyişiyle kendimi yazıya dökmeye...
Hayatta kaç kere yaptım bunu.
Bugüne kadar çıkan on üç kitabım da, kendimi yazıya dökmek değilse nedir?
Hayatta ben hep kaybolup giden zamanın peşinden koşturmadım mı?
İç dünyamda o maziye dönük hüzünlü yolculuklara, ruhumu hafifletir diye çıkmadım mı?     
Hem yeni başlangıç...
Hem geçmiş...
Bu yaşta ikisi bir arada nasıl olabilir ki?
Masamdaki bira kupasının üstünde Pilsner Urquell yazıyor. Bu kadarı olmaz, her şey geçmişi çağrıştırıyor.
1965 yılı Eylül ayında, Bremen'deki ilk akşam yemeğimde, babamın arkadaşı bana Pilsner Urquell birası ikram etmişti. Kaliteli ve pahalı bir Çek birasıydı. Garson kıza sordum, artık satmıyoruz, sadece Kölch var dedi.
Duvarlar, Almanya'nın büyük acılarını anlatan fotoğraflarla kaplı. İkinci Dünya Savaşı'nda yerle bir olmuş Bremen görüntüleri.
En çok da Willy Brant fotoğrafları var duvarlarda.
Onun gibi bir sosyal demokrat çıkaramadı Türkiye. Portekiz çıkardı, İspanya çıkardı, Yunanistan çıkardı ama bizde olmadı.
Bu ülkelerin sosyal demokrat liderleri Soares, Gonzales, Papandreu ve Simitis, dikta rejimleri ve askeri darbelerden sonra ülkelerini demokrasiye ve Avrupa Birliği'ne doğru açarken, yanlarında Alman sosyal demokratlarının lideri Willy Brant var.
Brant 1975'te, 12 Mart askeri darbesinden sonra Ecevit'e de elini uzatmış, CHP'ye Sosyalist Enternasyonal'in kapısını açmıştı.
Ecevit'in Brandt'la 1975'deki o Bonn buluşmasını genç bir Cumhuriyet muhabiri olarak izlemiştim.
Ne yazık ki CHP lideri Ecevit sonrasını getiremedi. Ne sosyal demokrat olabildi, ne de Türkiye'ye AB yolunu açabildi.
'Zamanın ruhu'nu yakalayamadı.
Milliyetçi Kemalistliği hep ağır bastı.
12 Mart sonrası, demokrasiye değil bir başka askeri darbeye, 1980'de 12 Eylül'e gittik, büyük liderlerimiz sayesinde...
Bugün ise Türkiye'de bir 'sivil darbe'yi, Erdoğan'ın devletleştiği ve tüm iktidar dizginlerini kendi elinde topladığı tek adamlığı yaşamaktayız.

En çok Willy Brant fotoğrafları var duvarlarda. Onun gibi bir sosyal demokrat çıkaramadı Türkiye. Portekiz, İspanya, Yunanistan çıkardı, ama bizde olmadı.
 

Duvardaki Willy Brandt fotoğraflarına bakıyorum.
Alman Sosyal Demokratlarını yenileyen... Amerika'yı dinlemeden Sovyetler'le ostpolitik'i, detant ya da yumuşama dönemini açan... Böylece Berlin Duvarı'nın 1989'daki yıkılmasını hızlandıran...
Ve 1971'de, Batı Almanya Başbakanı olarak kendi ülkesinde her türlü tepkiyi göğüsleyerek, Varşova'daki Yahudi Soykırımı Anıtı'nın önünde diz çöküp Almanların Nazi geçmişiyle hesaplaşmasında kritik eşiği atlatan...
Bütün bunları yapabilen Willy Brandt bir devlet adamı olarak beni hep heyecanlandırmıştır.
Bizim siyasetin ise bir Willy Brant çıkaramamış olması, beni hem hüzünlendirmiş, hem düşündürmüştür.
Türkiye Cumhuriyeti belki de Almanya gibi büyük kopuşlar, trajediler yaşamadığı için, tarihinde Almanya gibi korkunç acılardan geçmediği için Willy Brandt gibi ülkesini barış ve demokrasiye açan liderler çıkaramadı.
Biz hâlâ 'duvar'ı yıkamadık.
Barış ve demokrasinin, hukukun, özgürlüğün önünde düne göre bugün heyula gibi yükselen bir duvar var.
Bu gidişle inşallah altında kalmayız.
İnternete giriyorum. Türkiye'den savaş haberleri, Afrin harekatı!
Adını da Zeytin Dalı Harekâtı koymuşlar. Barışın sembolü zeytin dalıyla savaş yapıyor Erdoğan, 2019 seçimlerini de kurtarmak için...
CHP lideri Ecevit de barış diye savaş yapmıştı. 1974'te Kıbrıs'a çıkarken, savaşın adını Barış Harekâtı koymuştu.
Yıllar sonra CHP'nin bir başka lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan'ın savaşına tam destek veriyor.
Hazin!


Böttcher Strasse'den çıktım, lapa lapa kar yağıyor.
Frauen Kirchhof'un çan sesleriyle karlı, sisli hava beni bir melonkoli bulutunun üstünde bambaşka bir yolculuğa çıkarıyor.

YARIN: Hamburg'tan, Kopenhag'tan...