Bi tarafta Erdoğan...
Bi tarafta pandemi, korona...
Bi tarafta iklim krizi...
Bi tarafta boğulan özgürlükler...
Bi tarafta yok edilen hukuk...
Bi tarafta hapis yatan dostlar...
Bi tarafta sürgün acısını yaşayanlar...
Bi tarafta hayat pahalılığı, işsizlik...
Ve az daha unutuyordum:
Bi tarafta da Galatasaray'ın perişan halleri...
Berbat bir yıldı.
Unutmak istiyorum.
2022'ye dönük umut beslemek
ne yazık ki içimden gelmiyor.
Yeni yılınızı kutluyorum
ama ayrıca bir yeni yıl yazısı
yazmak istemiyorum.
Bunun yerine T24 Yıllığı'nda çıkan
Turgut Özal yazımı köşeme alıyorum.
* * *
ÖZAL'LI YILLARDA GAZETECİLİK
Özal'ın sesi çınlıyor salonda:
"Hasan Cemal, sen ya hesap bilmiyorsun,
ya da dayak yemedin!"
1980 yılı Ocak ayı sonları.
İstanbul'da, Divan Oteli'nde bir toplantı.
Başbakan Demirel'in ekonomik çarı Turgut Özal,
'24 OCAK Kararları'nı anlatıyor. İş insanları,
köşe yazarları, gazeteciler...
Ben o tarihte Cumhuriyet gazetesinin Ankara temsilcisiyim.
Eleştirel bir soru sorunca Özal'ın sesi yükseliyor:
"Hasan Cemal, sen ya hesap bilmiyorsun,
ya da dayak yemedin!"
Toplantı biterken tipik bir Özal davranışı yaşıyorum.
Özal yanıma geliyor, sağ eliyle sol kolumun dirseğinden
tutup gönlümü alıyor. Özal'ı ilk kez 1970'li yıllarda,
Sabancı Holding'in tepesinde çalışırken tanıdım.
1974 yılı olabilir. Cumhuriyet gazetesi için bir konuşma yapmak
üzere Fındıklı'daki holding binasına çekine çekine gitmiştim.
Çünkü Devrim dergisindeyken,
'Devlet Planlama Teşkilatı'nın takunyalı biraderleri'
diye Turgut ve Korkut Özal'ı epeyce bombardıman etmiştik.
Konuşmaya başlarken kızı odaya girmişti.
Sevimli bir kızdı. Babasıyla fazla şakalaştı.
Yanımızdan ayrılırken, Özal'ın ağzından muhafazakârlığını
ele verircesine, "Ne yaparsın, zamane kızları..."
sözü çıktığını anımsıyorum.
Cumhurbaşkanlığı resepsiyonunda 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve eşi Semra Özal,
yanlarında Ertuğrul Özkök; karşılarında dönemin Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni
Hasan Cemal ile (sağda) Cumhuriyet Ankara Temsilcisi Yalçın Doğan
Özal, 1980'de Demirel'in Devlet Planlama Teşkilatı
Müsteşarlığı'ndan 12 Eylül askerî yönetiminin
başbakan yardımcılığına yükseldi.
Ve Başbakan Demirel'in gözetiminde,1980'de başlayan
'24 Ocak piyasa ekonomisi' programını
darbeyle birlikte uygulamaya başladı.
Önümde böylece Özal'a çok kızdığım bir dönem açıldı.
Bu kızgınlık özellikle Cumhuriyet'in genel yayın
yönetmenliğini yaptığım 1980'li yıllarda daha da arttı.
Özal, 12 Eylül askerî yönetiminin koymuş olduğu
siyaset yasaklarını savunduğu için benim gözümde
'demokrasi düşmanı'ydı. Askerî darbenin bu yasağını
1987'deki halkoylamasında meydan meydan dolaşıp
savunmuş olması benim gözümde affedilir bir
'siyasal suç' değildi. Ama akıp giden zaman insanda
bazı köşeleri törpülüyor, yumuşatıyor,
insana şöyle ya da böyle bir değişimi yaşatıyor.
Zaman tünelinde kendini gözlüyorsun.
Yaptıklarını, yazdıklarını eleştirel bir
süzgeçten geçiriyorsun. Bu belki de bir
olgunlaşma süreci.
Özal Hikâyesi adını taşıyan kitabımı 1989'da yazmıştım
ve Özal daha Cumhurbaşkanı olmamıştı.
Bu satırları yazarken kitabımın sayfaları arasında
şöyle bir dolaştım, Özal'ı bir kez daha düşündüm.
Kitabı bugün yazsaydım, nereleri daha farklı olurdu
sorusu elbette aklımdan geçti. Ona haksızlık ettiğim yerler,
eksik bıraktıklarım, hiç değinmediklerim,
yanlış değerlendirmeler ve bugün de doğru dediklerim...
Sıradan bir devlet adamı değildi Özal. Statükocu hiç değildi.
Risk almayı severdi. Tabu kırıcılığı vardı.
Güç kullanmaya bayılırdı, tek adamlığı severdi.
Tek boyutlu, öyle tek kalem darbesiyle anlatılacak
bir insan da değildi. Çok yönlüydü. Doğu ile Batı arasına
sıkışıp kalmış ve bu sıkışıklıktan yepyeni bir sentez
çıkarmaya çalışan bir insandı. Anadolu toprağı,
nasıl kendi bağrında bir sürü çelişki barındırıyorsa,
Özal da öyleydi.
Kendisi hakkında kitap yazmış bir
gazeteci olarak bunu belirtebiliyorum.
Bir bakarsınız acımasız bir hesap adamı,
bir bakarsınız iflah olmaz bir his adamı,
bir bakarsınız serinkanlı bir taktisyen,
bazen de kendini akıl almaz aculluklara
kaptıran bir amatör... Bir bakarsınız,
Kürt sorunuyla ilgili gayet esnek,
akılcı kararlar alabilen bir Özal,
bir bakarsınız, Terörle Mücadele Yasası'ndan
köy boşaltmalarına kadar yeşil ışık yakabilen
bir Özal...
Bir bakarsınız, orduyu demokrasilerdeki
olağan yerine oturtmaya niyetli bir Özal,
bir bakarsınız bunun tam tersi
pragmatik adımları atabilen bir Özal...
Bir bakarsınız, İslamcıları dışlamayıp
sistemin içine çekmeye, sisteme entegre
etmeye çalışan bir Özal...
Bir bakarsınız, 1987'deki gibi,
bir askerî yönetimin siyaset yasaklarını
savunabilecek kadar kendini dar politik
hesaplara kaptırmış bir Özal...
Ya da eşi Semra Hanım'ı partisinin il başkanı
yaptıracak kadar olmadık yerlere
savrulabilen bir Özal...
1989'da, Özal daha cumhurbaşkanı
olmadan önce çıkan Özal Hikâyesi kitabımda da
bazı hatalı değerlendirmelerim vardır.
Bu konulardan biri 'pazar ekonomisi'ydi.
Reformlarıyla Türk ekonomisinin dışa
açılması konusunda Özal'a hak ettiği
yeri kitabımda teslim ettiğimi bugün
söyleyemiyorum. Özal'ın ekonomide
yapısal değişimler konusunda,
Demirel'le siyasal mücadele uğruna
frene bastığını, özelleştirmeler dahil
birçok alanda gerekenleri yapmadığını
yazmışım ki, bugün de farklı düşünmüyorum.
Özal'ın ekonomideki bu yanlışı, ekonominin
kamburlarını 1990'lı yıllara da ağırlaştırarak taşıdı.
Kitapta, Özal'ın önce ekonomi inadının
bazı haklı yanlarını gözardı etmişim.
Fakat Özal'ın önce ekonomi derken,
demokratikleşme konusunda ipe un serdiğini,
basınla nasıl kapıştığını, basını nasıl abluka
altına almaya çalıştığını da gayet iyi anlatmışım.
Demokrasi ve asker çerçevesinde demokrasiyle
uyumlu düşünceleri vardı Özal'ın.
Askerin seçilmiş sivil otoriteye tabi olması
gerektiğine inanırdı. Bu açıdan önemli duruşlar da
sergilemişti ama bir yere kadar. Şurası bir gerçek:
Demokrasi açısından Özal da çok fazla
bir şey yapamadı, asker-sivil bürokrasinin
egemenliği konusunda.
Bu arada hukuk, anayasa gibi konuları
Özal'ın pek öyle fazla sallamadığını
kitabımda yazarken kendisine haksızlık
ettiğimi sanmıyorum. Ama bir noktayı belirtmek isterim.
Özal'ın, anayasanın arkasından dolanarak da olsa,
Türkiye'de çok gecikmiş olan 'özel televizyon çağı'nı
açmasını onun artı hanesine kaydetmişim.
Sene 1985; Hasan Cemal Başbakan Turgut Özal ile 'Uzakdoğu' gezisi yolunda...
Özal'ın arkasında Ertuğrul Akbay, solda Yavuz Donat, arkasında Canan Barlas,
Barlas'ın yanında dönemin Milli Savunma Bakanı Ercan Vuralhan, Hasan Cemal'in arkasında
eski Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı emekli büyükelçi Özdem Sanberk
Özal Hikâyesi kitabımın bir eksiği de,
Özal ve Kürt sorunu boyutudur,
(Bu eksiği, 2003'te çıkan Kürtler kitabımla
telafi ettiğimi sanıyorum). Ancak bu bilinçli
bir tercihti. Çünkü Özal'ın Kürt sorunuyla
gerçekten haşır neşir olmaya başlaması,
1989 yılı sonuna doğru, Cumhurbaşkanı
olup Çankaya'ya çıkmasıyla birlikte başladı.
Güneydoğu ve Kürt sorununa bakış açısını
zamanla iyiye doğru geliştirdi.
Sorunu ve çözüm yollarını öğrenmeye
başladı. Çözüm konusunda doğru işler
yapabileceğini gösterdi, bunu birçok yolla
Kürtlere de hissettirdi.
(Özal'daki bu değişimde Cengiz Çandar'ın
rolünü teslim eden Mesut Yılmaz,
Başbakanlığı döneminden bana,
"Bu şeyleri Özal'ın kafasına sokan Cengiz oldu"
demişti. Bu nedenle de, öteki Türk siyasetçilerine
göre Kürtlerin kalbinde çok daha özel bir
yer açtı kendine. Ancak Kürt meselesiyle
ilgili yaptıklarına gelince, çok sınırlı kaldı Özal'ın.
Ayrıca, Sansür ve Sürgün Kararnamesi gibi
Kürtlere hayatı zehir eden adımların önünü de
açtı 1990'ların hemen başında.
Özgürlükler ve demokrasi konusunu kendisiyle
tartıştığımız zamanlarda ağzından sık sık
"Ama ülkenin gerçekleri...
Ama ülkenin gerçekleri..."
sözü çıkar, ben de kendisini Cumhuriyet'te
sık sık eleştirirdim.
Hukuk genellikle Özal'ın arka planındaki bir konuydu.
"Anayasa bir kerecik ihlal edilse ne olur ki?"
sözü hafızalarda yer etmişti. 1990 yılı Nisan ayındaki
bir iftarda şöyle demişti:
"İş hızlı yapılır. Millet yetki vermişse,
fazla sağa sola bakmadan yürüyüp gidersin."
Özal buydu hukuk konusunda. Özal vizyon sahibi idi.
Gerek siyaset ve ekonominin temel konularında,
gerekse Türkiye'nin önünü tıkayan
Kıbrıs ve Kürt sorunu gibi alanlarda,
dış politikanın ana doğrultusunda
neyin nasıl yapılacağına ilişkin bir fikri vardı.
1987'deki AB'ye tam üyelik başvurusu
bu çerçeve içinde sayılabilirdi.
Ancak, Özal fikirlerinin büyük kısmını uygulamaya
sokamadı. Buna karşılık fikirlerini,
bir kısmı kapalı kapılar arkasında olmak üzere
her zaman heyecanla savundu ve
çevresini de heyecanlandırmayı bildi.
Bir 'lider'di Özal. Eksileri, eleştirilecek birçok yanı
elbette vardı ama 'çağın ruhu'nu kavramıştı.
Yıllar geçtikten sonra Özal'ı bir kez daha düşünürken,
siyaseti bir kan davası haline getirmekten,
bir futbol maçına çevirmekten kaçınmak lazım diyorum.
Ve içinden geçtiğimiz demokrasi ve özgürlük
fukarası zamanlara bakınca da,
Özal'a ne kadar haksızlık ettiğimi de belirtmek istiyorum.