Tarih, 11 Aralık 2002.
Yer, Kopenhag.
Avrupa Birliği’nin Türkiye zirvesine dönüşmesi beklenen yıl sonu zirvesini izlemek için Danimarka’nın başkentindeyim.
Hapishaneden bozma ilginç bir otel.
Gün yeni doğuyor.
Kurşunî bir hava, kar çiseliyor.
Odam limana bakıyor.
Oslo’ya gidecek koskoca bir feribot, gri sabah sisini ışıl ışıl yararak rıhtıma yanaşıyor.
Bembeyaz bir hayal gemisi gibi...
İpek Yolu’ndan gece vakti sapınca, ışık hüzmesi halinde insanın gözünü alan Mardin’i çağrıştırıyor.
Sabahın köründe Kürtler isimli kitabımı bitirme heyecanı içindeyken, Lübnanlı yazar Amin Maalouf’un o sözleri aklıma takılıyor:
“Ama beklediğim yarınlar dünde kaldı. Hayır kızım, bir daha hiç gelmediler.”
‘Kürtler’ kitabımı bitirme heyecanı içindeyken, Maalouf’un o sözleri aklıma takılıyor: Ama beklediğim yarınlar dünde kaldı. Hayır kızım, bir daha hiç gelmediler
Yıllar sonra kızına kavuşan bir baba, yaşamda uğradığı düş kırıklığını böyle anlatır.
Yüreğimi acıtan hüzünle kim bilir kaç defa okumuştum bu iki cümleyi.
Doğu’nun Limanları adını taşıyan ve Osmanlı İstanbulu’ndan başlayıp Paris ve Beyrut’ta devam eden, Türklerin, Ermenilerin, Yahudilerin, Arapların, Hıristiyan ve Müslüman Lübnanlıların rengârenk yelpazeler çizdikleri romanın sonuna doğru, hayatta umduğunu bulamamış bir baba, kızına itiraf eder:
“Beklediğim yarınlar dünde kaldı, hiç gelmediler !”
İçimde duygu fırtınası estirmişti bu cümle.
Bilinmez bir geleceğin arayışı içinde insanların bazen kendilerini nasıl tükettikleri kafama takılmıştı ilk okuduğumda.
“Kendimizi hayat boyu hep hayallerde gezinerek mi avutacağız?” diye düşünmüştüm.
Hayır, karamsar değilim.
Türkiye’nin, insanlığın önü açık.
Tekerlek iyiye, güzele doğru dönüyor.
Ağır ağır da olsa, arada bir tökezlese de...
Evet, iyimserim.
Kürtler adını taşıyan kitabım, 11 Aralık 2002’de Kopenhag Limanı’na bakan Admiral Oteli’nde karlı bir sabah vakti böyle biter.
Değişen başbakanlar, değişmeyen açıklamalar
Yıl 1988, Başbakan Özal:
“Bu devlet haince kan döken teröriste bedelini ödetecek güçtedir. Artık bıçak kemiğe dayanmıştır”
Yıl 1992, Başbakan Demirel:
“Terör örgütü, şimdi de masum çocukların canını almaya başladı.
Bıçak kemiğe dayanmıştır.”
Yıl 1996, Başbakan Çiller:
“Terör ya bitecek ya bitecek. Kimseye bir çakıl taşımızı vermeyiz.
Bıçak kemiğe dayandı.”
Yıl 1997, Başbakan Yılmaz:
“Avrupa, terör örgütüne daha fazla kucak açmaya devam edemez. Artık bıçak kemiğe dayandı.
Yıl 1999, Başbakan Ecevit:
“Terör örgütüne hizmet eden herkes, hesabını vermeye hazır olsun. Bıçak kemiğe dayanmıştır.”
Barış süreci olmadı mı, boşluğu şiddet ve terör dolduruyor. Yazık değil mi ölen, ölecek olan genç insanlara?
Yıl 2011 Ağustos ayı, Başbakan Erdoğan:
“Artık sabrımız tükeniyor. Bu hain terör çetelerinin bu ülkeyi bölmeye bu ülkenin insanlarını birbirine düşman etmeye gücü asla yetmeyecektir.
Bir öleceğiz ama bin dirileceğiz.
Bıçak kemiğe dayandı.”
Yıl 2011 Temmuz ayı, Öcalan, İmralı’dan:
“Benim durumum Güney Afrika’daki Mandela’ya benziyor.
Desmond Tutu, Mandela’ya, ‘Özgür olmadan bu işe girişmeyin, tehlikelidir’ diyordu.
Doğru söylüyordu.
Ama sonra Mandela’nın önünü açtılar. Türkiye’de De Clerk rolünü oynayacak kimse yok.
Bırakın De Clerk’i, Erdoğan şu anda Çiller rolüne soyunmuş. Bir savaş gümbür gümbür geliyor!
Erdoğan, savaş istiyor, çözüm istemiyor.”
Yıl 2011 Ağustos ayı, Murat Karayılan, Kandil’den:
“AKP, Kürt sorununu şiddetle çözme kararını almıştır, yani savaş kararını almıştır..”
Bu topraklar da doysun trajediye
Eski deyişle manzara-i umumiye 2011 yılı ağustos ayı sonlarına doğru buydu ve iç açıcı olmaktan uzaktı.
Şiddetin şiddeti doğuracağı kanlı bir kısır döngüye kayıyordu Türkiye.
Bunca yıl çekilen acılar sanki yetmemiş, bunca yıldır bu topraklar sanki trajediye doymamış gibi…
Barışa Emanet Olun isimli kitabımın son bölümünü yazıyorum.
Çare silahların susmasıdır.
Parmakların tetikten çekilmesidir.
PKK saldırılarının bitmesidir.
Operasyonların durmasıdır.
Ve dağdan silah seslerinin gelmediği bir ortamda, olabilecek ‘provokasyon’lara ve kurulabilecek ‘tuzak’lara rağmen liderlikle, devlet adamlığının gerektirdiği bir kararlılıkla, ciddi bir ‘barış süreci’nin yeniden başlatılmasıdır tek çare...
Eninde sonunda zaten bu noktaya gelinecek.
Önemli olan bu yolu kısaltmak, kan ve gözyaşını azaltmaktır.
Böyle bir barış süreci olmadı mı, boşluğu şiddet ve terör dolduruyor.
Yazık değil mi ölen, ölecek olan genç insanlara?
Bu topraklar da doysun artık trajediye!
Erdoğan ‘Oslo süreci’yle
siyasal cesaret sergiledi
Barışa Emanet Olun adını taşıyan kitabımı bu satırlarla 27 Ağustos 2011’de bitirmek ve baskıya göndermek üzereydim. Ama 14 Eylül 2011’de devletle PKK arasındaki gizli ‘Oslo süreci’ne ilişkin görüşme zabıtlarının internet ortamına sesli olarak düştü.
Böylece Son Söz’e, bir son dakika eki eklemek zorunda kaldım.
Devletle PKK arasındaki Oslo zabıtları, Barışa Emanet Olun isimli kitabımın çerçevesini değiştirmiyor.
Tersine, kitabın çerçevesine oturuyor.
Çünkü zabıtlarda kendini ele veren gerçek, benim bu kitapla savunduğum çizgiyle örtüşüyor.
2011 Eylül ayında bitirdiğim bu kitabımda diyorum ki:
1. Barışın koşulları olgunlaşmış durumda, iki taraf da bunun çoktandır farkında.
2. Silahlı mücadelenin artık çıkmaz bir yol olduğunu iki taraf da görüyor.
3. ‘Kürt sorunu’yla PKK sorunu bugün iç içedir, birbirinden ayrılamaz. PKK sorununu çözmek, Kürt sorununun silah ve şiddetle bağını koparmak anlamını taşır.
4. Bir başka deyişle, PKK sorunu çözülmeden Kürt sorunu barışçı bir çözüm rayına oturmaz.
5. Devlet, ‘Kürt realitesi’nden sonra ‘PKK realitesi’ni de gör- mek zorunda.
6. Kiminle savaşıyorsan barış da onunla yapılır, yani barış ‘düşman’la yapılır. Bunun ilk adımı da parmakları tetikten çekip karşılıklı olarak masaya oturmak ve konuşmaktır.
Erdoğan ‘Oslo süreci’yle siyasal cesaret sergilemiştir. Ama şimdi ne yazık ki yeniden savaş tamtamları çalıyor
PKK ile devlet arasındaki gizli görüşmelere ilişkin bu zabıt, Barışa Emanet Olun’u özetleyen bu altı noktanın çizdiği çerçeveye oturuyor. Bu buluşma, devletin de ‘PKK realitesi’ni artık göz ardı edemediğinin bir kanıtıdır.
Ben bu durumu barışın olgunlaşması diye tarif ediyordum.
Zabıtlar internet ortamına sesli olarak düşünce, ‘Oslo süreci’yle ilgili olarak şu satırları yazmıştım Milliyet’teki yazımda:
“Söylemek istediğim şudur: Barış ancak ‘düşman’la yapılır; Oslo işin aslıdır, doğru olan yapılmıştır; Öcalan ve PKK görmezlikten gelinerek barış olmaz. Ve Başbakan Erdoğan ‘Oslo süreci’yle doğru olanı yapmış, bunun için siyasal cesaret sergilemiştir.
Ama şimdi ne yazık ki yeniden savaş tamtamları çalıyor.
Oysa yarın yine ‘Oslo süreci’ne gelinecek.
Önemli olan bu yolu kısaltmak, kan ve gözyaşını en aza indirmektir.”
Bu satırlarım 15 Eylül 2011 tarihliydi.
Bölgeden gelen haberler gitgide kötüleşiyordu. Kuzey Irak’a kara operasyonuna ramak kalmıştı. Askerî operasyonlar bir yanda, PKK saldırıları diğer yanda gittikçe yoğunlaşıyordu.
Neden?
Eğer sonunda yine aynı noktaya, ‘Oslo süreci’ndeki gibi masaya oturulacaksa, acıları arttırmanın ne anlamı vardı?
Yoksa devlet, PKK’ye elinin ne kadar ağır olduğunu gösterdikten sonra mı masaya oturmak istiyordu? Ya da PKK, devletin canını fena halde acıtabileceğini gösterdikten sonra mı masaya dönme niyetindeydi? Veyahut iki taraf da birbirinden tümüyle umudunu kesmiş miydi?
Dört oğlunu dağda kaybeden
Hayriye Ana’nın sesi
Dört oğlunu da dağda kaybetmiş Hayriye Ana’nın sesi kulağımda çınlıyor: Barışa emanet olun!
Barışa Emanet Olun isimli kitabımın 27 Ağustos 2011 tarihli son satırları şöyle bitiyordu:
Hayriye Ana’nın sesi bu.
Dört oğlunu da dağda kaybeden Hayriye Ana…
Bu sesi tanıyorum, Hayriye Ana uzaklardan sesleniyor bana.
Hatırlıyorum.
Diyarbakır’da, Kervansaray’ın bahçesinde yaşlı bir kadın, başında beyaz yemenisi, beyaz entarisi, bana sarılırken Kürtçe bir şeyler söylemişti.
“Hayriye Ana” demişlerdi, “Dört oğlunu da dağda kaybetmiş bir ana…”
Kervansaray’ın bahçesindeki o ses, Hayriye Ana’nın sesi kulağımda çınlıyor:
“Barışa emanet olun!”
Suriye kan ve ateşle parçalanırken
Aradan üç yıl daha geçti.
2014 yılı temmuz ayında, Çözüm Sürecinde Kürdistan Günlükleri adını taşıyan kitabımı bitiriyordum, Yunanistan’da Mora Yarımadası’nda deniz kıyısında bir yerlerde…‘Türkiye ile Kürdistan’ ara başlığını taşıyan son bölüm şöyleydi.
Türkiye’nin bir nihai oyunu, ‘end game’i var mı? 1300 kilometrelik güney sınırlarının yeniden çizilmesine ne kadar hazırlıklı?
2014 yazı.
Yer yuvarlağında Türkiye’nin bulunduğu bölge cayır cayır yanıyor, kan gölü her geçen gün büyüyor.
İsrail, Gazze’yi yeniden bombalamaya başladı.
Çoktan beri Kürtler, Şiiler ve Sünniler arasında fiilen bölünmüş olan Irak’ta bu bölünmüşlük derinleşiyor.
Suriye de bölünme yolunda.
2011’den beri yaşanmakta olan iç savaş Suriye’yi kan ve ateşle paramparça ediyor.
Etnik, dinsel, mezhepsel açılardan rengârenk toplumları -ya da 72 milletten oluşan bizim gibi ülkeleri- demokrasi ve hukuktan uzak diktalar eliyle yönetmeye kalkışmanın -veya böyle ülkeleri dıştan müdahaleyle, savaşla Amerika gibi dönüştürmeye kalkışmanın- hazin sonu buydu.
Tıpkı Irak gibi Suriye’yi de bu saatten sonra, örneğin bir federasyon çatısı altında bile, tek parça halinde tutmak çok güçtü.
Suriye bölünme yolundayken bir parçası da, anlaşılan, Kürtlerin çok büyük çoğunluğu oluşturduğu -ve Öcalan’la PKK’nin damgasını taşıyan- Rojava (Batı Kürdistan) olacaktı.
1992’de, 1993’te Kürt liderler Celal Talabani ve Mesut Barzani’yle sohbetlerimde, her ikisi de, bağımsız Kürdistan’ın bir ideal olarak kafalarının arkasında durduğunu saklamamışlardı.
Türkiye ise 1990’lardan itibaren, değil ‘bağımsız Kürt devleti’ne, Irak’ta bir ‘federasyon’a bile karşı olduğunu her fırsatta açıklar, petrol zengini Kerkük’ün de Kürtlerin eline geçmesine taraftar olmadığını vurgulardı.
Kırmızı çizgiler
O tarihlerde bunları Türk devletinin kırmızı çizgileri olarak ilan etmişti Ankara...
Bu ‘kırmızı çizgiler’ 2014 yazında silinip gitmiş durumda.
Irak Anayasası’nda yazılı olan federasyon da fiilen yok.
Irak’ın kuzeyinde, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi adı altında, resmen olmasa da, fiilen bir Kürt devleti, özellikle Saddam Hüseyin’i yıkan 2003 Irak Savaşı’yla kurulmaya başladı.
Türkiye, ‘Kürdistan devleti’nin fiili başkenti sayılan Erbil’de 2010 yılı Ekim ayında başkonsolosluk açtı.
2014 yılı Haziran ayında Kerkük de Kürtlerin eline
geçti.
Oysa 1990’larda, 2000’lerin başlarında Türk devlet büyüklerinin ağzından Irak’ın toprak bütünlüğü hiç düşmezdi.
Irak’ın devlet olarak birliği ve toprak bütünlüğü özellikle 1991 Körfez Savaşı’yla birlikte Washington başta olmak üzere bazı Batı başkentlerinde de tartışılmaya, sorgulanmaya başlamıştı.
Bu konu, 2003’teki Irak Savaşı’ndan itibaren belki en çok Washington’da masaya yatırıldı.
Irak’ın Kürtler, Sünniler ve Şiiler arasında kaçınılmaz olarak üç devlete bölüneceğini söyleyenler, bunun kanlı değil kansız hal yoluna sokulması gerektiğini savunuyorlardı.
1991’de Kuveyt’teki Saddam işgali sona erdirildiği zaman, Bağdat’a da girilip Saddam Hüseyin diktasının da devrilmesi Washington’da ele alınmıştı.
O tarihlerde bu senaryoya iki bölge ülkesi karşı çıkmıştı:
Türkiye’yle Suudi Arabistan.
Türkiye, Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti, Suudiler ise güneyde kendilerine komşu bir Şii devleti istemiyorlardı.
Türkiye, bir Kürt devletinin kendi Kürtleri açısından kötü emsal olacağını düşünüyor, Suudiler de bir Şii devletiyle İran’ın kendilerine komşu olmasını istemiyordu.
Çeyrek yüzyıllık bir süreç içinde, bir zamanlar kâbus olarak görülen senaryolar, 2014 yazında artık hayatın birer gerçeği olarak Türkiye’yle Suudi Arabistan’ın karşısında…
Birinci Dünya Savaşı sonrası ‘Avrupa emperyalizmi’nin bölgeye giydirdiği deli gömleği artık dikiş tutmaz hale geldi.
Türkiye’nin ‘end game’i!
‘Beklediğim yarınlar’ sahi, hiç gelmeyecekler mi? Hep böyle bir cehennemin içinde mi yaşayıp gideceğiz?..
Emperyalizmin yüz yıl önce çizdiği yapay sınırlar yeniden çizilirken, bazı soru işaretleri çengelini zihinlere asmış durumda:
Tüm bu gelişmeler karşısında Türkiye’nin bir nihai oyunu, İngilizce deyişle, bir ‘end game’i var mı?
Türkiye, 1300 kilometrelik güney sınırlarının yeniden çizilmesine ne kadar hazırlıklı?
Irak’la Suriye’nin kuzeyinde, Irak Kürdistanı’yla Rojava’da, Türkiye Kürtlerinin yaşamakta olduğu bölgelere bitişik olarak Kürt devletleri sahneye çıkarken
Ankara ne yapacak?..
Irak Kürdistanı’yla iyi ilişkiler içindeyken, Öcalan’la PKK’nin damgasını vurduğu Rojava’ya dönük olarak, bir zamanların Kuzey Irak’ına yapılan hasmane muamele mi tekrarlanacak?..
Bölünmüşlük ve Kürtler
Bir gerçek apaçık ortaya çıktı:
Türkiye’dekiler dâhil bölgedeki Kürtler artık dört parçaya bölünmüş yaşamak istemiyorlar.
Bu demek değildi ki, bugünden yarına Türkiye, İran, Irak ve Suriye Kürtleri tek bir devlet çatısı altında toplanacak.
Bu elbette kolay değil.
Ama bu bağımsız devlet ideali Kürtlerin kafasının arkasında her zaman vardı, var olmaya da devam edecek.
Ve Kürtler, -tabii Türkiye Kürtleri dâhil- kendi yaşadıkları ülkelerde kendi kendilerini yönetmek isteyecekler.
Bu kendi kendini yönetmenin adı, güçlü yerel yönetim olabilir.
Özerklik olabilir.
Federasyon olabilir.
Nihai olarak Irak’taki yöneliş gibi bağımsız devlet olabilir.
2014 yazında şu nokta vurgulanabilir:
Türkiye Kürtleri dâhil bütün bölge Kürtlerindeki bu ‘kendi kendini yönetme’ isteğini söndürmek olanaksızdır.
Budur zamanın ruhu!
Zamanın ruhu!
Türkiye eğer kendi Kürtleriyle kalıcı ve gerçek barış kurmak istiyorsa, buna göre bir end game yapacaksa, ‘zamanın ruhu’nu yakalamak zorunda.
Bu da sadece kendi Kürtlerini değil, bütün bölge Kürtlerini içine alacak olan demokrasi ve eşitlik üstüne kurulu, zamana yenilmiş ‘üniter-devlet’e veda etmiş kapsamlı bir barış planından geçer.
Kendi evinin içinde birinci sınıf demokrasi ve hukuk devletini hakim kılan...
Merkeziyetçi devlet, üniter devlet anlayışını artık bir kenara bırakarak, demokrasiyi ete kemiğe büründürecek güçlü yerinden yönetimleri oluşturan...
Barış ve demokrasi açısından özerkliği, federasyonu düşünen, o çağını çoktan tamamlamış klasik ulus-devlet takıntılarından ya da klişelerinden arınmış olarak bu yaşamsal konuları tartışabilen...
Kendi Kürtleriyle ilişkilerini vatandaşlık, kimlik, yerel yönetim, anadilde eğitim, özgürlük gibi temel meselelerde eşitlik ve demokrasi üzerine oturtan...
Eşitlik konusunu anayasal çerçeveye sokan...
Bunları yaparken, dağdan inişin, silahlara vedanın yolunu açan, yani Kürt sorunuyla silah ve şiddetin bağını kopartan...
Bu yolda, Öcalan’ın özgürlüğüne giden taşları da döşeyen...
Kendi devlet geçmişi ve ‘günahları’yla yüzleşerek, PKK’nin de kendi geçmişi ve ‘günahları’yla özeleştirel bir yüzleşmeye gitmesini kolaylaştıran...
Aynı zamanda Irak ve Suriye Kürtlerine barış ve işbirliği elini uzatan...
Bütün bunları başarabilen bir Türkiye, güçlü Türkiye olur.
Barış içinde yaşayan büyük Türkiye olur.
Nüfuz alanını kendi sınırlarının dışına taşıyan gerçek bir ‘bölgesel güç’ olur.
Kısacası:
Hem Batı’da hem Doğu’da sesi dinlenen, Batı’nın demokratik değerlerine bağlı, barış ve huzur içinde yaşayan büyük ve güçlü bir ülke konumuna yükselir Türkiye...
(Hasan Cemal, Çözüm Sürecinde Kürdistan Günlükleri, Everest Yayınları, Eylül 2014, s. 279-283)
Son söz, 2002 yılı Aralık ayında, Kürtler kitabımın son bölümünü yazarkenki o Amin Maalouf’un cümlesi:
“Ama beklediğim yarınlar dünde kaldı. Hayır kızım, bir daha hiç gelmediler.”
Sahi, hiç gelmeyecekler mi?
Hep böyle bir cehennemin içinde mi yaşayıp gideceğiz?..
İnanmıyorum.