Çölün orta yerinde terk edilmiş bir ortaçağ kalesine benzeyen otelimizden günün ilk ışıklarıyla yola koyuluyoruz. Safari jipimizin sevimli şoförü gaza basınca yüzüme çarpan buz gibi rüzgârla kendime geliyorum. Antiloplarla ceylan gibi yavrularını seyre dalarken, devekuşları ağır adımlarla, etrafa aldırış etmeden sabah yürüyüşlerini yapıyorlar.
Çölde güneş doğuyor! Harikulade bir duygu bunu yaşamak. Güneşin çölde doğuşu da, batışı da öyle. İnsanı öyle bir yakalıyor, insanı öylesine olmadık dünyalara taşıyor ki... Bir gün önce havadan seyretmiştik Kızıl Çöl’ü. Kızıl kum tepeciklerini kuş bakışı seyretmek bende tuhaf bir boşluk duygusu, yalnızlık yaratıyor. Ruh üşümesi diye bir şey olabilir mi, bilemiyorum.
GELUK
Kafatasları...
İnsanlara mı, hayvanlara mı ait olduğu bilinmeyen irili ufaklı kemikler...
Çok eskilerden kalma bir elmas madeninin hazin görüntüleri...
Kızıl Çöl’de Ölüm Vadisi’ni duyunca gözümün önüne ilk bunlar geliyor.
Çölün orta yerindeki, terk edilmiş bir ortaçağ kalesine benzeyen yüksek duvarlı otelimizden günün ilk ışıklarıyla yola koyuluyoruz.
Ortalık daha yeni aydınlanıyor.
Bafana, safari jipimizin sevimli şoförü, gaza basınca yüzüme çarpan buz gibi rüzgârla kendime geliyorum.
Çok erken kalktık.
Güneş yükseldikçe ısınıyorum.
Yol dümdüz gidiyor.
İsmi Oriks olan at gibi çöl antilopları ve antiloplarla ceylan gibi yavrularını seyre dalarken, devekuşları ağır adımlarla etrafa aldırış etmeden sabah yürüyüşlerini yapıyorlar.
'Biz siyah Afrikalılar her şeyi yeriz'
Afrikalı genç adamın, “Biz siyah Afrikalılar her şeyi yeriz” derkenki o muzip ifadesi gözümün önüne geliyor.
Bu arada menüde devekuşu etini görünce yıllar öncesini anımsıyorum. 1994’tü. Uluslararası Basın Enstitüsü IPI’ın kongresi için Güney Afrika’ya gelmiştim.
Rahmetli Metin Toker’le Necati Zincirkıran’ı hatırlıyorum. Beyaz şarapla devekuşu patesi yemiştik birlikte. Duayen meslektaşlarımızla geçirdiğimiz çok keyifli bir akşamdı.
'Saten bir tuvaletin etekleri gibi'
Harikulade bir duygu bunu yaşamak. Güneşin çölde doğuşu da, batışı da öyle. İnsanı öyle bir yakalıyor, öylesine olmadık dünyalara taşıyor ki...
Çöl, içine doğru girdikçe daha çok kızıllaşıyor. İki yanımızda cetvelle çizilmiş gibi, ipincecik sırtlarıyla kızıl kumdan tepeler...
Biri, saten kumaşa benzetiyor:
“Çok şık bir saten tuvaletin etekleri gibi kıvrım kıvrım uzanıyor.”
Diğeri, “Bir film seti, bir tiyatro sahnesi gibi” demekle yetiniyor. “Acaip soyut bir şey” diyen de var.
Tek pervaneli uçağımızla hoplaya zıplaya uçuyoruz
Dörder kişilik tek pervaneli uçaklar.
1978 yapımı.
Sigara tablaları bile var.
Su kutularının üstüne basarak uçağa biniyoruz. Ben önde, pilotun yanında oturuyorum.
Uyarılarına kulak kesiliyorum:
“Ayaklarını fazla uzatma, pedallara değmesin. Dizlerini biraz geriye çek, yoksa direksiyonu engeller.”
Uçsuz bucaksız dümdüz çorak toprakların üstünde uçarken, uzaktan puslu bir deniz gibi beliriyor çöl.
Önce dalgalı bir deniz gibi sapsarı uzanıyor altımızda. Bir süre sonra kızıllaşıyor, kızıl kum tepeleriyle sonsuzluğa doğru uzanıyor.
Tek pervaneli küçücük uçağımızla hoplaya zıplaya uçuyoruz. Arada bir güm diye dipten gelen dalga gibi vurup, tedirgin edici kısa bir düşüş yaptıktan sonra hemen toparlıyor.
Kum fırtınası galiba.
Uzaklardan bir toz, daha doğrusu bir kum bulutu kalkıp kayboluyor.
Çölü, bu kızıl kum tepeciklerini kuş bakışı seyretmek bende tuhaf bir boşluk duygusu, yalnızlık yaratıyor.
Ruh üşümesi diye bir şey olabilir mi, bilemiyorum.
Kuşlar da sustu, sessizlik insanı içine çekiyor
Otelimizin adı Mirage.
Çölün ortasında, yıkık dökük surların içinde bir vaha gibi düşünülmüş...
Odamızın balkonundan Ayşe’yle güneşin uzaktan, çölün üstünden batışını izliyoruz. Güneş kaybolurken kuş sesleri yükseliyor. Antiloplar, ceylanlar su içmek için kurumuş ağaç gövdesinin dibindeki su birikintisine geliyorlar, son derece ağır yürüyüşleriyle.
Kuşlar da sustu.
Artık çıt çıkmıyor.
Antilopların, ceylanların biri gidiyor, biri geliyor suyun başına...
Sessizlik, insanı içine çektikçe çekiyor.
Gökyüzü koyu lacivert.
Yıldızlar teker teker gelip bir yerlere takılıyorlar gökyüzünde.
Ay ışığının altında antilopların hareketlerini izliyorum.
Gerçekten bir film seti, bir tiyatro sahnesi...
Güneybatı Afrika'da, Namibia'dayız
Önce İstanbul’dan Güney Afrika’nın Johannesburg şehrine dokuz saatlik bir uçuş...
Hiç beklemeden iki saatlik uçuşla Güneybatı Afrika diye bilinen, bağımsızlığına en geç kavuşan eski Alman sömürgesi Namibia’nın başkenti Windhoek’a...
Ertesi sabah da dört kişilik tek pervaneli uçakla bir küsur saatlik bir uçuşla Kızıl Çöl’deki Geluk’a...
Ölüm Vadisi’ne gelince...
Maalesef gidemedik!
Bafana da çok istedi ama olmadı.
Geç kalmıştık.
Tek pervaneli uçaklarımız bizi bekliyordu toprak pistin başında, bizi başka diyarlara uçurmak üzere...
İnternet bağlantıları izin verdikçe bu diyarlardan -inşallah siyaset dışı- yazılara her gün olmasa da devam edeceğim.
Twitter: @HSNCML