Hasan Cemal

08 Eylül 2020

6-7 Eylül ve Türkiye insanını yalanda yaşatmayı görev bilmiş bir devlet anlayışı...

Kürtler'e Kürtlüğünüzü unutun, Aleviler'e Aleviliğinizi unutun, Ermeniler'e acılarınızı unutun diyen ve bu memlekette barış ve demokrasi ortamını zehirleyen bir devlet anlayışı...

Tomris Giritlioğlu'nun Güz Sancısı filmini izlerken
hem içim acıdı, hem de bir iyimserlik dalgası kabardı içimde.
İçim acıdı.
Çünkü, tarihimizin kepaze sayfalarından biri olan 6-7 Eylül'de
gayrimüslim vatanda
şlarımıza, Rumlara, Ermenilere, Yahudilere yönelik
saldırganlı
ğı gördüm, onların yaşadıklarını hissetmeye çalıştım.
İyimserliğe kapıldım.
Çünkü, böyle bir film artık bu ülkede çekilebiliyor,
geni
ş kitlelere ulaşabiliyor ve onları geçmişin acılarıyla
ba
şbaşa bırakıp düşündürebiliyordu.
İçim acıdı.
Çünkü, “Milli menfaatler söz konusu olunca, gerisi teferruattır
diyen devletin, nasıl ‘derin devlet’ eliyle
faili meçhul siyasi cinayetler i
şletebildiğini gördüm.
İyimserliğe kapıldım.
Çünkü, aradan yarım yüzyıl geçse bile
insanlı
ğı hiçe sayan barbarlıkların
artık resmi tarihin derinliklerinde gizlenemeyece
ğini,
er geç sergilenip sorgulanaca
ğını bir kez daha anladım.
İçim acıdı.
Çünkü, 1980’lerin sonunda Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterli
ği yapan
emekli Orgeneral Sabri Yirmibe
şoğlu'nun 6-7 Eylül’le ilgili,
Bir Özel Harp i
şidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi,
amacına da ula
ş” sözlerini anımsadım.
(Tempo dergisinin 9-15 Haziran 1991 tarihli 24. sayısında Fatih Güllapo
ğlu’nun röportajı).
İyimserliğe kapıldım.
Çünkü, ‘derin devlet’ eliyle düzenlenen kırımların,
i
şlenen cinayetlerin yarım yüzyıl sonra olsa bile, bugün bir filmde ele alınabilmesi,
Türkiye’de demokrasi ve hukukun yarınları açısından umut vericiydi.
İçim acıdı.
Çünkü yarım yüzyıl önce, “Milli menfaatler söz konusu olunca,
gerisi teferruattır” diyerek katliam ve faili meçhul cinayetlere
kapıyı açan derin devlet zihniyetinin, “Devlet için kur
şun atan da,
kur
şun yiyen de vatanseverdir” sözüyle Susurluk’tan Ergenekon'a kadar
varlı
ğını devam ettirdiğini bir kez daha gördüm ve yarım yüzyıl önce
6-7 Eylül’de oldu
ğu gibi, yarım yüzyıl sonra da basının,
gazetecilerin bazen derin devlet tarafından nasıl kullanıldı
ğını bir kez daha düşündüm.
İyimserliğe kapıldım.
Çünkü 6-7 Eylül’den günümüze, Susurluk ve Ergenekon’a do
ğru
bir çizgi çekti
ğim zaman, artık bu ülkenin de ufak ufak değiştiği,
demokrasi adına, hukuk adına faili meçhul cinayetlerden,
derin devlet düzenlemelerinden hesap sorulmaya ba
şladığı aklıma geldi.
İçim acıdı.
Çünkü,
İstanbul’da gayrimüslim vatandaşlarımıza,
Rumlara, Ermenilere, Yahudilere yarım yüzyıl önce
milliyetçilik adına ya
şatılan, 400 kadına tecavüz edilen,
o tüyler ürpertici, o korkunç iki günün (Sabancı Üniversitesi ö
ğretim üyesi Dilek Güven’le röportaj, Ecevit Yıldız, Sabah, 2 Şubat 2009)
tarihimizde nasıl bir kapkara leke oldu
ğunu bir kez düşündüm.
İyimserliğe kapıldım.
Çünkü, 6-7 Eylül dahil tarihimizdeki kepaze sayfaların
artık karı
ştırıldığını, sorgulandığını, yeniden yazıldığını,
böylece geçmi
şle yüzleşilerek kendi kendisiyle daha barışık,
daha olgun bir Türkiye’ye kapı aralandı
ğını düşündüm,
Güz Sancısı filmini seyrederken...

* * * 

Yukarıdaki yazım yeni değil.
11 yıl öncesinin bir köşe yazısı.
8 Şubat 2009'da Milliyet'te çıktı.
İyimser çizgileri biraz daha ağır basan bir yazı.
6-7 Eylül'ü 65 yıl sonra bugün yazsam bu iyimser çizgiler de silinip gidebilirdi.
11 yıl öncesine göre bugün daha karanlık bir dönemden geçiyoruz çünkü...
Dün 11 yıl öncesine ait satırları okurken bu memleketin tarih kitapları aklıma takıldı,
bir takım gerçekleri atlayan o resmi tarih kitapları...
Türkiye'nin kapanmayan yarasıdır resmi tarih,
kapanmayan bir yaradır, çünkü bazı gerçeklerin üstünü örten bir tarihtir.

İcat edilmiş bir tarihtir.
Tahrif edilmiş bir tarihtir.
Kürtler’e Kürtlüğünüzü unutun diyen…
Aleviler’e Aleviliğinizi unutun diyen…
Ermeniler’e acılarınızı unutun diyen…
Müslümanlar’a da dininizi, inancınızı kendi vicdanınızda yaşayın, kamuya taşımayın diyen...
Bir "milliyetçiliği"nin ürünüdür bu tarih kitapları... 

Türkiye insanını yalanda yaşatmayı bir devlet görevi olarak bellemiş bu devlet anlayışı,
bu topraklarda toplumsal ve siyasal barışı, demokrasi ve hukuku
dün olduğu gibi bugün de zehirlemeye devam ediyor.
Ne yazık ki öyle.