Hasan Bülent Kahraman

23 Ekim 2024

Açık Radyo’nun kesilen sözü

Devlet her defasında biraz daha güçlü ya da nispi bazı gerilemelerinin ardından bir şekilde kendisini büsbütün sağlamlaştırıp yeniden doğuyor ve eskisinden daha fazla tecebbürle içli dışlı oluyor. Devletin minimal noktaya taşınması ütopyası ise hep parantez içinde kalıyor. O parantezin adlarından biri Açık Radyo’dur

Çok haksız, ondan da acımasız bir şekilde Açık Radyo’nun yayınına son verildi. Böylelikle sadece haber almak bakımından değil, ansiklopedist bir anlayışla gelişen kültürel ve entelektüel merak açısından da çok önemli bir kaynağın, hatta bir vahanın sonuna gelindi. Muhtemelen hatta muhakkak ki, Açık Radyo bir yolunu bulup yeni bir şekilde, yeni mecralar aracılığıyla yayınına devam edecektir, ama bu 30 yıllık serüven şimdilik kesintiye uğradı. Hayatımızda ciddi, önemli, sarsıcı bir boşluk doğmadığını söylemek yalan olur. Nedeni çok açık: Türkiye, basını olmayan bir ülke konumunda. Bu saptama bir benzetme veya bir metafor veya bir ironi ya da sarkazm değil. Ağır bir gerçek. Sabahleyin açıp, bir gazeteyi veya bir mecranın yazılarını okumak çok yakıcı ihtiyaçlardandır. Öteden beri bir noktayı vurgularım: hele bugünkü dünyada basın haber için takip edilmez. Kuşkusuz öyledir fakat, haber artık her yerde mevcut. İnsan basını ‘yazı’ için izler. Görüşlerine katılsın katılmasın aklına, fikrine güvendiği insanların yazısını okumak bir zorunluluktur. Türkiye’de internet mecralarının dışında T24’ün de içinde yer aldığı çok az site bu ihtiyacı gideriyor.

Açık Radyo, o mecralardan biriydi. ‘Söz... uçar’ diyordu. Latinlerin verba volant scripta manent, (söz uçar yazı kalır) diyen sözünü ikinci plana iten cümlesini Açık Radyo özgül bir vurguyla ele alıyor ve ‘evet, söz uçar, önemli olan da onun uçmasıdır, çünkü gider, bir yere konar’ şeklinde anons ediyordu. ‘Söz’ sözcüğünden sonra küçük bir ‘es’ veriliyor ve ‘uçar’ sözcüğüne, ‘doğrudur, öyledir, uçar’ dercesine yükleniliyordu.

O ifade esasen Derrida’nın getirdiği bir yorumla kesişiyordu. Derrida, Batı uygarlığında sözün yazıdan önce geldiğini belirtmişti. Yazı, söyleyen kişi itibariyle bir mevcudiyete işaret ediyordu. Söyleyen de söz de oradaydı. Ayrıca söz bir imlemeydi ve imlenen nesnel gerçeklikti veya bir nesneydi. Masa masaydı, kapı da kapı. Oysa yazı saklıydı ve sözden sonra geliyordu. Bir yokluğu, bir noksanı vurguluyordu. Yazıyı yazan, yazının sahibi hiçbir zaman orada değildir. Ayrıca, ne şekilde kaleme alınırsa alınsın yazı anlamı asla tamamlayamaz. Yazı bir kez donmuştur, orada durmaktadır ve eksiktir. Sözde olduğu gibi konuşanın yani yazarın ‘sözünü’ hemen revize etme olanağı yoktur. Yazıyı okuyan onu yeniden kurgulayacak, anlamlandıracaktır. Bu nedenle yazı anlamı daima öteler.

Açık Radyo’nun sloganını kimin bulduğunu bilmiyorum. O kişinin ne kadar Derrida okuduğundan da haberim yok, yine de bilgisinin olduğunu düşünebilirim. Fakat bir radyo için daha iyi bir slogan bulunamazdı. Sözü uçuran bir araçtan söz ediyoruz, radyodan. Yayınladığı söz uçacak, gidecek, bir yere konacak, evet ve bir tohum gibi çoğalacaktı. Açık Radyo, Derrida’yı doğrularken, onun öne sürdüğü sözün uçuculuğu gerçeğini kendisine meşrulaştırıcı bir kaynak olarak alıyor ve oradan devam ediyordu. Maksadı da oydu: Sözü uçurmak. Burada bir başka ‘doğru’ daha vardı, hemen dikkati çeken, o da sözü edenin mevcudiyetiydi. Birisi konuşuyor, radyo o konuşmayı veya sesi yayınlıyor, sözü uçuruyordu. Tıpkı Türkçede ‘türküyü havalanadırmak’ dendiği gibi. Aynı şeydir sözün uçmasıyla türkünün havalanması.

Buradaki ‘uçan söz’ün bir başka gerçeğine daha değinelim. Açık Radyo’nun sözü, daha ilk günden itibaren, muhalif oldu. Muhalefet en geniş ama en somut anlamıyla iktidar dışı olmaktır. İktidar ise içinde bulunduğu kabın şeklini alır. Mutlaka siyasal iktidar olmak zorunda değildir iktidar. Koselleck gibi muhafazakâr, daha doğrusu ‘reaksiyoner’ tarihçiler bile toplumların son kertede, apolitik yollardan dahi olsa devleti ve sistemi ‘eleştireceğinden’ söz ediyordu. Yani, eleştirinin her defasında politik olması gerekmez ki, bu benim katıldığım bir görüş değildir, hiç değildir. Hele ‘kişisel olan politiktir’ dendikten sonra her eleştiri, özünde, kökeninde politiktir. Sadece politikanın neye tekabül ettiği konusunda görüşler farklılaşır. Çevre hareketi önce çevre hareketi olarak başlamıştır ama tetiklediği zincir, mesela tarım toprağının işlenmemesi, göç, kentleşme, göçmen sorunlarının hangisini bugün apolitik bir kavram olarak tanımlayabiliriz? Açık Radyo bu türden bir muhalefetin odağıydı. Yeni ve yenilikçi olmak ise en önemli muhalefet odaklarındandır.

Açık Radyo bu zemine oturuyordu ve uçurduğu sözün politik bir duruşu, tutumu, konumu harekete geçireceğine inanıyordu, yoksa neden sözü uçuracaktı? Otuz yıllık bir tarih bu kabullerle biçimlendirildi. Politikanın elbette tutuculuk bağlamında yapılması da meşrudur. Karşımızda Burke ya da Churchill gibi imgeler duruyor. Ama politikanın, yine ürettiğim ve benimsediğim anlamıyla, ana maksadı özgürleşmedir. Sonunda iktidara dış ve ters bir pozisyonla cephe alan politika, ama şöyle ama böyle, özgürlük için bir arayıştır. Her politik önerme sınırlı ve verili olanın dışında bir noktayı belirler. İktidara dönük politika o özgürleşmeyi getiremez. Çünkü, bizatihi iktidarın kendisi bağlayıcı, hapsedici ve özgürlük dışıdır. Oysa muhalefet doğası gereği iktidar dışı bir edim olarak özgürleşmeyi gerçekler, özgürlükle politikayı, özgürlükçü politikayı öngörür. Öngörmek yetmez, onu ifade eder, onu çağırır.

Özgürleşme, politika üstünden özgürleşme, istesek de istemesek de matematiği gereği etik bir önermedir. Başka türlü düşünmek abes olur. Ahlaksızlığı öngörerek politika yapmanın savunulduğu bir düzlem olamaz. ‘Ebedi’ Marquis de Sade’ın, Hegelci tutumu içinde ve onca ‘karmaşaya’ karşın temel pozisyonundan söz ediyoruz. Varoluşsal tercihleri aşan bir olgudur muhalif politikanın etik çağrısı. Daha ötesini değil, Açık Radyo’nun neredeyse nötr denecek, kendiliğinden denecek bir şekilde benimsediği doğrultuyu söz konusu ediyorum. Zannediyorum Türkiye’nin şu hengâme içinde hatırlaması gereken ve üstünde hizaya girmesi gereken hiza budur.

Açık Radyo böylesi bir anlayışı yedeğine almıştı ve özgürleşmenin bir yolunu da çok dikkat çekici şekilde ama üstünde az durulmuş bir unsurla, müzikle kurduğu ilişki üstünden geliştiriyordu. Asla unutulmaması gereken bir yanıdır bu Açık Radyo’nun. O mecrada klasik Türk müziği gibi müzikler de söz konusu edildi ama ondan söz etmiyorum, o programlar bir tartışma ve ansiklopedizm alanlarıydı. Programlara yedirilmiş, adeta Açık Radyo’nun doğası olan, onun organik dokusunu oluşturan müzikti öne çıkan. Neredeyse ‘o’ müziğin olmadığı bir Açık radyo tasavvur edilemezdi. Aykırı, isyankâr bir müzik. Kökleri 1968’de idi o müziğin.

Sonunda Açık Radyo kapatıldı. Tercihleri ve öncelikleri, arayışları ve önermeleriyle dayanmasına mevcut koşullarda bu kadar tahammül edildi. Tepki ilk değil. Daha 2000 yılında RTÜK kendisine bir kapatma cezası vermiş, daha o tarihte yazdığım yazıyla kararı eleştirmiştimAradan 24 yıl yani bir çeyrek asır geçtikten sonra söz konusu ceza bu defa çok daha ağırlaştırılmış bir şekilde tekrar ediyor. İlki daha sınırlı bir kapatmaydı. Bu defa radyonun yeryüzündeki varlığı hedef alındı. Belki bir yerlerde, Anka Kuşu yeniden doğacaktır ama bir yayın iznin iptal edilmesi bir devrin kapanmasına denk gelir.

O zaman galiba şöyle düşünmek de bir zorunluluğa dönüşüyor. Açık Radyo, bir dönemin, 1990’ların (ikinci yarısı da diyebiliriz) öne çıkardığı ve muhtemelen Türkiye’de bu ölçüde, bu derecede sistemli şekilde ilk kez denenen liberalleşme eğilimlerinin bir parçasıydı, kurucu ve tayin edici parçalarından biriydi. Yeni Yüzyıl, Yeni Binyıl ve Radikal gazeteleri, Sabancı ve Bilgi Üniversitesi, Açık Radyo, bir dostumun anımsatmasıyla Tarih Vakfı, o liberalleşmenin gelişmesine, büyümesine olanak sağlıyordu. Ama iki gazete de kapandı. Üniversiteler kendi kabuklarına çekildi. Bilgi Üniversitesi el değiştirdi. Tarih Vakfı etkinliğini yitirdi. Son derecede güçlü çabaları olmasına rağmen sivil toplum kuruluşları varlıklarını sürdürmekte ve seslerini duyurmakta zorlanıyor. Devlet alanı toplum alanını örtüyor.

Şimdi Açık Radyo da yok. Dönemin liberalleşmesi neye tekabül ediyordu sorusunun kapsamlı yanıtını burada veremem. Ama yukarıda Açık Radyo’yu tanımlarken getirdiğim yorumlar (politika özgüllükler bir yana) genel çerçeveyi çizer. Liberal doktrinin temellendirilmesi kaygısından asla söz etmiyorum. Neo-liberalizmin ‘tutkuları’ da bu bahiste mevzu değil. En kapsamlı şekilde dile getirecek olursam bu oluşumun belkemiğini devlet ve sistem dışı, toplum ve insan öncelikli bir tasavvur meydana getiriyordu... Her türlü bileşeniyle sistemin ve devletin yoğun şekilde eleştirilmesi ve dönüştürülmesi ana kaygı ve çabaydı. Belki sorun toplumu bireyden önce savunmaktı ama o başka bir konu

Türkiye’nin garip bir kaderi var: liberalizm arayışları devletin olabilecek en güçlü ve muktedir olduğu noktaya taşınmasını doğurdu her defasında. 1908 ve 1933’ten bu yana böyle. Özal döneminden beri de bu kader garip dalgalanmalarla devam ediyor. Devlet her defasında biraz daha güçlü ya da nispi bazı gerilemelerinin ardından bir şekilde kendisini büsbütün sağlamlaştırıp yeniden doğuyor ve eskisinden daha fazla tecebbürle içli dışlı oluyor. Devletin minimal noktaya taşınması ütopyası ise hep parantez içinde kalıyor.

O parantezin adlarından biri Açık Radyo’dur.

Hasan Bülent Kahraman kimdir?

Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman, Kars'ta başladığı ilköğrenimini Ankara'da tamamladı. Ankara Koleji'nin orta ve lise bölümlerini bitirdi. Lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimlerini inşaat mühendisliği, ekonomi, sanat kuramları ve siyaset bilimi alanlarında tamamladı.

Bilkent Üniversitesi, Sabancı Üniversitesi, Kadir Has Üniversitesi, Netkent Üniversitesi, Işık Üniversitesi, Michigan, Columbia ve Princeton Üniversitesi'nde araştırmacı, öğretim üyesi, bölüm başkanı, dekan, rektör yardımcısı ve rektör olarak çalıştı.

1977 yılından itibaren bağımsız yazar, edebiyat, sanat eleştirmeni ve küratör olarak çalışmalarını sürdürmektedir.

Kültür Bakanlığı, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı Danışmanlığı görevlerinde bulunduğu 1992 ve 1993 yılları arasında Kültür Bakanlığı Yayınlar Dairesi Başkanı olarak görev yaptı.

Uzun yıllar Radikal ve Sabah Gazetesi'nde yazdı. İstanbul Bienali Danışma Kurulu üyeliğinde bulundu. Akbank Sanat Danışma Kurulu, Contemporary Istanbul Genel Koordinatörü ve İcra Kurulu, Sakıp Sabancı Müzesi Yönetim Kurulu Üyesidir.

Siyasal, toplumsal, sanatsal ve yazınsal kuram alanlarında çok sayıda yapıtı yayınlandı. TÜSES, SODEV, Tarih Vakfı, Yazarlar Sendikası, Edebiyatçılar Derneği ve Middle East Studies Association of North America, American Political Science Association, College Art Association üyesidir.