Öyle sandığım gibi kuytuda, bilinmezlerde değildi. Apaçık bir yerde, önünde birkaç koruma. Girişteki merdivenlerden hoplaya zıplaya indim. Laf olsun diye dızt bıztlı ışıkların arasından geçtik. Erkekler tuvaletinin kapısı aralık. Arkası dönük, yüzü klozette, o adamı görerek içeri süzüldüm.
Delikli bir bluz. Siyah. Biraz teni, biraz siyah kumaşı görünüyor. Ayakkabıları çivili, topuklu, parlak. Eteği minicik, fırfırlı. Renkleri karışık. Teni bebişko. Saçları sarı, boya. Ruhu kıpırtılı, muazzez, demir yürek. Duydum ki unutmuşsun gözlerimin rengini söylüyor. Yanarım söylüyor. Seni ben ellerin olsun diye mi sevdim söylüyor.
Viski. Hemen bitiyor. Sanki biri masanın altına gizli şırınga saklamış da, ben bakmıyorken füp füp çekiyorlar. Kadınlar bar-vari yerin arkasında. 10-12 kişi. Kimi bezgin, telefonuyla oynuyor. Kimisi poposunu sallıyor, dans ediyor. “Hoş geldiniz” deyip yumuşacık ellerini usulca uzatıp gözümün ta içine dokunuyorlar. Aynalardan kendime bakıyorum, duvarda büyük aynalar var. Yarım kollu bir elbise giymişim. Tek kolunu iyice kıvırıp bir hâllere giriyorum.
Babam geliyor aklıma. Ona teşekkür edebilmek için deliller arayıp durduğum şu günlerde, bu gibi mekânlardan korkmamayı öğrettiği için onu içimden seviyorum. Şarkıya eşlik edip kafamı sallıyorum ufaktan. Biri, çiçek veriyor bizim masadan, ama öyle düşünülmüş, üstüne nice hayaller kurulmuş çiçek değil. Eğlenceli bir şeyler olurken masamıza tesadüfen konmuş bir gül. Alıp onu, orada çalışan, daha az gülümseyen bir kadına veriyorum. Ellerimi sımsıkı sıkıyor. Ben de öyle. Orada hikâyemiz durdu. Kare dondu.
Kırıtıyorum. Kırmızı ışık var. Yurt dışında gittiğim striptiz kulüpleri hatırlıyorum. Hiç böyle değildi. Türkiye, yurt dışı karşılaştırması yapıyorum ister istemez. Kültürümüz bu mu şimdi bizim? Feminizmi hiç karıştırmayayım, diyorum. Olmuyor. Sıkışık kafesli barda sanki kadınlar ve bir tatlı huzur almaya gelmiş diye varsaydığım erkekler... Ahmet Kaya çalıyor. Siz benim niye içtiğimi nerden bileceksiniz diyor. Masayı silen kadın gülümsüyor. Boynundaki nazar boncuğuna kilitleniyorum. “Türkü barın kırmızılı, janjanlısı mı burası” diyorum. Neresiyse neresi işte. İllaki, başka bir yeri referans alıp anlama, anlamlandırma çabamı oracıkta buruşturup çöpe atıyorum.
Tanıdık bir can, yanımda. Ona soruyorum “Racon ne” diye. “Sohbet etmek, içki ısmarlamak, belki sonra sevgili olmak...” Bilge abi “Bu pavyonun bir yukarısı” diyor. “Masalara gelmiyorlar çünkü.” Peçete attılar kafamızdan aşağı. Şampanya patlattılar bir kasa. Özellikle söylediler, şu abimiz gönderdi, vıcı vıcı diye; ama patlayanlardan içecek çıkmadı. Sadece sesmiş o. Dışarıdan gelen başka mıdır? Dans etmeye başlıyorum. Sanki bildiğimiz bir Türkiyeli pop mekânda eğleniyoruz.
“Tanıdığım geyler sever miydi?” diye geçiyor içimden, dudaklarımı ısırıp etrafı süzerken. Tuvalete gidiyorum. Sabun nasıl, koku nasıl, seramik nasıl, tuvalet kağıdının dokusu nasıl? Beynim susmuyor; ve bu defolarım uzay hızıyla belki üç saniyede yok oluyor. Koşarak çıkıyorum oradan. A-a! Tuvaletçi kadını geçtim.
Mikrofon geldi. Şarkı söyledim. Yaramaz bir dostumuz (kocaman yürek, büyük sanatçı) var; güveniyorum ona. “Masaları dolaş söylerken” diyor. Dolaşıyorum. Bir adamın sırtı dönük, şarkılarıma bakmıyor. Dönmüyor hiç. Onunla gülücüklü olamıyoruz. Diğer masalardan eşlik eden oluyor, elimi tutan; sevinçli bir an. Oraya birlikte geldiğimiz kadın arkadaşım endişeleniyor, canım. Ben ona elimle, gitmesini, iyi olduğumu söylüyorum, şarkı söylerken. Zaten iki adım ötedeyim. Şampanya kadehi geldi. Mutlu oluyorum. İçiyorum. Gözlerim çalışan kadınlardan birine takılı.
-İçmeeee!
-Niye?
-Onun içinde uyduruk bir şey var.
Bırakıyorum. Sahiden ağzıma aspirin gibi tat geldi. Türkçe şarkılar söylerken arada “la la pam pim pom” yaparsan sözleri unuttun zannediyorlar! Vay canına! Bütün dünyalarım karıştı. Soliste “helal olsun” diye bağırılıyor. Cazdaki “yeah baby” gibi.
Nedense Aksaray’a gideceğiz sanmıştım. “Pavyonlar oradadır” bilgisi nereden gelmiş? Bir şahane kadın var, yine çalışanlardan. (Zaten orada olup da çalışmayan bir ben, bir de arkadaşım var.) Bana numarasını verdi. Not alıp durduğumu görünce, “Ne yazıyorsun” dedi. Dedim “Tuvaletteki kadına para vermedim, onu yazdım”, gülümsedi, “Ben anlatırım sana, burada çok hikâye var” dedi. Beni terk edip de gittiğin hâlde sana intizara kıyamıyorum* ne kadar da güzel çalıyor. Ateşli meyve geliyor. Masanın tepesinde dans eden bir kadın daha.
Işıltılı bir gece. Arkadaşlarımın yaptıklarını saygımdan anlatmıyorum. Kendi bölümümü paylaştım ama benimkini onla çarpıp beşe katlayınca onlarınkini bulabiliriz; çok şanslıyım. Tuhaftır, Safa Önal’ı dinlediğim gün geldi gözümün önüne. “Her yere girin, bakın, izleyin, yaşayın çocuklar!”
İlk kez pavyona gittim. Minnettarım.
Orada kadınlar ve erkekler muhabbet ediyorlardı. Gün içinde neden edemesinler? Gün içinde edemedikleri için mi orada ediyorlar?
Sihirli küre bulmuş gibi davranmanın neresinden tutacağımı bilemiyorum, başım önümde.
Erkekler ödüyor. Raconu bilmiyordum. Meğer içtiğimiz içkilerin kaç katı kadar hesap geliyormuş. Bunu da, “Ya ne kadar az kazanıyorlardır, az kişi vardı” deyince duydum, üstüne okuyup ancak ikna oldum.
Türk filmleri, pavyona düşmek meselesini itinayla inşa etmiş, kafama katmer katmer kazıyıp korkutmuş.
Soğuk çay dolu viski ya da rakı yerine süt içiyormuş çalışanlar ki neonlu mekân kazansın.
Tuvaletçilik işini eski konslar yapıyormuş. **
Başlık önerisinde bulunan sosyolog arkadaşıma öpücük gönderirken beni yepyeni dostlarla ve hikâyelerle tanıştıran biricik kahramanımıza hürmetlerimi sunmayı bir borç bilirim.
Bana telefonunu veren kudretli kadın, seni arayacağım. Canımsın.
Bizi yalıtıp bu karşılaşmaları engelleyen sistem, seni, hiç olmazsa kendi hikâyemde, alaşağı edip duracağım.
** Kons