Hande Çayır

02 Eylül 2020

Doggy Cin Blues'un yazarı Burcu Eken: Gündelik yaşam, sabrımızı ve gerçeklik algımızı sınayan, ucuz bir simülasyondan ibaret

Eken'le ocak ayında raflarda yerini alan üçüncü kitabı Doggy Cin Blues üzerine konuştuk

Burcu Eken'in üçüncü kitabı Doggy Cin Blues, hakiki, oyunlu, hemen her yere girmiş çıkmış bir kadının, Duygu'nun hikâyesini anlatıyor.

Duygu yazar, oyuncu, falcı, nü model, anketör, garson, satış danışmanı, bayan sohbet operatörü, ilişki koçu, astrolog ve şeker bebek.

Kendisini yaratan Eken'in ise enstrümanı bateri; rengi (bence) hem cayır cayır yanan kırmızı hem de girdaplı siyah.

En son Men Dakka Dukka (Gülsüm Güler Özen, 2019) adlı kısa filmde yer almış ve film şimdilerde yurt dışındaki festivalleri dolaşıyor. Uçan Süpürge'deki gösterimi de belki hatırlarsınız.

Burcu Eken, Pera Güzel Sanatlar'daki tiyatro eğitimini aralayıp Şahika Tekand ve Esat Tekand'la oyunculuk çalışmalarına devam eder. Emre Koyuncuoğlu ve Mehmet Atakn projelerinde yer alır.

Ve bu güne dek yazmayı hiç bırakmaz. Okurken bazı yerlerin altını çizmişim. Şöyle ki:

nsanların ayak tırnaklarını kesmemek için bile türlü bahaneler uydurduğu fazlasıyla uyuşuk ve betonsu bir çağda birisinin kalkıp sizin için ta Ankara'dan İstanbul'a gelmiş olması hoş bir şey.

"Kendimi tekrar ön koltukta buluyorum. Bu kez taksiciyi değil taksiyi sürmek için.

"Bana bazen olur öyle. Bir an gelir hayatımdaki herkesi ve her şeyi çok saçma bulurum. En başta kendimi." 

Kitabın lansmanı 25 Eylül 2020 Cuma, Kadıköy Bahane Kültür'de 19:30'da ve biz de davetliyiz. Eken'e bu yeni kitabıyla ilgili sorularımızı yönelttik:

Burcu Eken: Yazmayı öğrendiğim günden beri şiddetli bir dürtü, dindiremediğim bir susamışlık, derin bir nefes alma ihtiyacı, kantarın topuzunu kaçırma suretiyle kendimi tekrar hizaya getirme şeklinde tutkulu bir iletişimim var yazma eylemiyle. Hayatımı yaşama ve yaşadığım hayata tepki verme biçimim. Yazmadan düşünemeyenlerdenim. Gündelik yaşamın akıl dışılığına,  dayatılan gerçekliğin irrasyonelliğine ve ölümlülüğe ancak yazarak tahammül edebilmekte ve bir anlam verebilmekteyim. İçeride, en derinde, sürekli kaşınan ve ilgi talep eden bir yara var. Her şey o 'yara' yüzünden.

Evet, fazlasıyla. Her gece uykuya dalmadan önce "Acaba yarın nasıl bir güne uyanacağız?" sorusu geçiyor aklımdan. "Acaba biz uyurken yine ne değişecek?", "Yine hangi yeni yasaklar gündemimizi meşgul edecek?", "Yine neye isyan edip ertesi sabah bambaşka bir şeye hayıflanıyor olacağız?" vesaire. Yığınla görüntü, sahte bilgi, felaket senaryoları, hâlihazırda gerçekleşen 'olağan' felaketler, gürültü ve mantık kirliliği çemberinin içinde hareket etmeye çalışıyoruz. Sabrımızı ve gerçeklik algımızı sınayan, ucuz bir simülasyondan ibaret gündelik yaşam. Tamamıyla akıl dışı.

Kitabı Kadıköy-Taksim kafelerinde, barlarında yazdım. Tek başıma, herkesi gördüğüm ve herkesin beni

görebildiği bir köşeye çekilerek, saatlerce içtiğim sert gündüz kahveleri ya da şişelerce cin kadehleri eşliğinde. Kadıköy'de Arkaoda, Taksim'de Türk Alman Kitabevi Cafe ve yıllar sonra kapısından içeri girdiğim Peyote yazma üslerimdi. Günün ilk ışıklarından, gecenin sonuna doğru Kahkahası, kederi, öfkesi ve ince alayı yoğun bir halet-i ruhiyede yazdım kitabı. Yeniden doğumumu arzulayarak, aylaklığın ve efkârın dibine vurmuş, fazla sahici ve biraz kumarbaz bir hâldeydim.

On beş yaşımdan beri düzenli olarak tükettiğim alkolün hayatımda ve yazılarımda önemli bir yeri var. İlk şiirlerimi "Sarhoş olun!" diyen Charles Baudelaire'in, Ömer Hayyamn ve Diyonisos'un ruhuna birkaç şişe ucuz şarap içerek yazardım. Cep viskisi, deri ceketimin iç cebinden eksik olmadığı sürece kendimi huzurlu hissederdim. Alkolü ilhamımın yakıtı olarak görüyorum. Gecenin sonuna doğru yolculuklarımın yakıtı. Tuhaf bir birlik duygusu hissediyorum bir barda tek başıma saatlerce içerken ve yazarken, benden yıllar önce yaşamış, içmiş ve yazmış, şimdi hayatta olmayan diğer yazarlar, şairler, müzisyenler ve sanatçılarla, her şeyin boşuna ve ölümlü oluşunun ortak kaderini. Söyledikleri her şeyi apaçık duyabiliyorum. Ne diyorlar? "Hey genç, şimdi hayattasın; ama bu da sadece bir diğer illüzyon. Yaz, dans et. Yarat; çünkü sen 'burada' olmayansın." 

Evet, bol travmalı çocukluk hikâyesine sahip sanatçılar yazdıklarıyla daha derin iz bırakır; çünkü gerçek yazının çıkış noktası entellektüel, steril, riskleri ve yönelimleri önceden planlanmış bir yolu izlemek değil aksine en derine/karanlığın kalbine dalmaya cüret ederek, en başta kendine tahammül etmeni, yaşadığın hayatı açlığın son kertesinde sorgulamanı ve içeride ham olarak bulduğunu emek vererek işlemeyi, ortaya çıkarmanı gerektirir. Fazla aklıselim bir hâl yazıyı dışlar, travmaya aşırı bir anlam yükleme ise histeriye dönüşerek edebiyatı bulandırabilir. Her şeyde olduğu gibi bunun da dengesi, kıvamı, samimiyeti, işçiliği önemli. Her travma bir başyapıt yaratmaz ama her başyapıt sarsıcı bir travmanın eseridir diyebilirim.

Patti Smith - Çoluk Çocuk

Charles Bukowski - Ekmek Arası

Richard Brautigan - Yani Rüzgar Her Şeyi Alıp Götürmeyecek

Şahika Tekand ile yollarımız ben henüz yirmi yaşında, yılgınlıkla Pera Güzel Sanatlar, Tiyatro Bölümü'nü terk etmiş, klasik oyunculuk yöntemlerinden daha etkili bir sahne dili yaratmanın arzusuyla yanan genç bir ögrenciyken, gazete ilanından tesadüf eseri gördüğüm Studio Oyuncuları* seçmelerine başvurmamla kesişti. Sonrasında iki yıl süresince öğrencisi olarak çok değerli şeyler öğrendim kendisinden ve sevgili Esat Tekand'dan.

Emre Koyuncuoğlu ile yollarımızın kesişmesi ise 2014'te Salt Beyoğlu'nda sahnelenen Sevim Burakn kitabından uyarlanan disiplinlerarası sahne performansı "Afrika Dansı"** vesilesiyle oldu. Emre o dönem projesinde yer alacak genç ve bedenini iyi kullanan bir kadın oyuncu arıyordu, ortak bir arkadaşımızın tavsiyesiyle beni buldu. 


Afrika Dansı, 2014, Salt Beyoğlu, Yönetmen: Emre Koyuncuoğlu

Çalkantılı ve buhranlı bir dönemimdi. Doğru yerde olmadığımı hissettim. Başka ve daha güçlü bir şeye ihtiyacım vardı. Üç yıllık tiyatro eğitiminin ardından dördüncü yılıma geldiğimde birkaç öğrencinin ödemeleri aksatması sebebiyle (biri bendim) beklenen tarihte derslerin başlatılmayacağını duyurduklarında yaşadığım hayal kırıklığı büyüktü. Para-sanat ilişkisi "Neden tiyatro eğitimi alıyorum", "Derdim ne", "Neyi/nasıl ifade etmek istiyorum", "Bu bağlamda bugüne kadar aldığım oyunculuk eğitimi yeterli mi" gibi derin bir sorgulama sürecine girdim ve akademiyi bıraktıktan sonraki bir yıl boyunca favori barımda tek başıma gecelerce içmek, yazmak ve arada günlük işlerde zaman öldürmek dışında bir şey yapmadım. Ta ki fazlasıyla geceden kalma bir sabah Studio Oyuncuları'nın öğrenci seçmeleri ilanını görünceye kadar.

En önemli hayat derslerimi kendi kendimi sistematik bir şekilde sabote ederek aldım. Yüksek eğitimimi kendimi düzenli sabote etmelerime borçluyum. Bile bile lades dediğim ve bundan büyük keyif aldığım, yolun kestirmesi dururken tersinden gittiğim, yararıma olmadığını iyi bilmeme rağmen 'bir şeyi' çok fazla istediğim, sabrımı ve sınırlarımı sınarcasına kendimi tuhaf sahnelerin ortasına sürüklediğim çok zaman oldu.

Kelimede sesi yükseltme isteği ve yazma sürecindeki ritmi dışavurma ihtiyacından doğdu büyük harf kullanımları. Kitap basıldıktan sonra biraz ölçüyü kaçırmış olabileceğimi, aslında küçük harfle yazabileceğim bazı kelimelere de gereği olmayan bir 'bağırma' hâli yüklediğimi fark ettim.

İşte bir öz eleştiri! (Gülümsüyor)


Merheba, 2014, Şermola Performans, Yönetmen: Mehmet Atak, Fotoğraf: Bülent Yazıcıoğlu

2020 yılının insanlık tarihinin yeni miladı olduğunu düşünüyorum. Hayatlarımız artık reddedilemez bir şekilde Covid-19 öncesi ve sonrası olarak ikiye ayrılıyor ve olumlu-olumsuz etkileri yıllarca katlanarak sürecek. Hayatımızın her alanında -spiritüel ya da dünyevi- işlevsiz olan her ne varsa yol verme, kangren ilişkileri kesme suretiyle kurtulma, tıkanıklığı giderme, hasar tespiti yapma, kolları sıvayarak yaşamımızı temizleme/iyileştirme, hayatta kalma anlayışımızı ve pratiklerimizi gözden geçirme ve yeni taktikler geliştirmenin tam zamanı. Kendime "Mizahı karart ama enseyi asla!" diyorum. Yüzüne karşı dik bir kahkaha atamadığım bir hayat yaşamaya değmez. Gülmek önemli.

Ciddi düşüncelere dalıp etrafıma kasvet ve soğukluk yaydığım, dengemin sallantıda olduğu nadir zamanlar haricinde, kendi hâlime bırakıldığımda genellikle sık gülen ve etrafımdakileri de güldüren birisiyimdir. Hatta yakın arkadaşlarım 'komik' olduğumu bile söylerler. (Gülümsüyor)

Doggy Cin Blues'da yer alan ngiliz Krallığı'nda Ters Giden Bir Şeyler Var!" hikâyesindeki Umut karakterinin favori yazarı Oğuz Atay. Yazarken Türkiye'den sadece ona yer verdiğimi fark etmemişim. Yani biraz tesadüf eseri gelişmiş. Saydığınız diğer isimlere gelince, evet, her biri kahramanım Duygu'nun hayatında olduğu gibi yazar Burcu Eken olarak benim hayatımda da yadsınamaz bir etkisi olan isimler. Müzik, özellikle rock kültürü ve punk tavrı benim için çok şey ifade ediyor ve en önemli beslenme kaynaklarımdan.

Bence Nietzsche ve Dostoyevski tüm çağlara meydan okuyan esaslı asi çocuklar. Punklar yani. Dostoyevski'nin eski Petersberg zamanlarında "Kumarbaz" kitabını kumar borçlarını ödeyebilmek için yazmış olması beni her zaman güldürmüş ve düşündürmüştür. 

Ya da günümüzde 70'ini aşmış yaşıyla hâlâ sahneleri ateşe veren, yaşayan efsaneler Patti Smith, Iggy Pop, Nick Cave. Lisedeyken hayallerimden bahsettiğimde alaycılıkla "Büyü, seni de görürüz!" diyenlerden tüm varlığımla tiksinirdim. Şu an "Alın işte büyüdüm, hâlâ aynı tutkuyu hissediyorum, sizin gibi çürümedim!" diyebilmek çok keyifli, yolumda karşılaştığım zorluklar ne olursa olsun; çünkü benim yolum. Benim yürüme tarzım. Ve o iz tamamen bana ait. Zamanın ötesinde.

Kesinlikle! Biçilmiş toplumsal cinsiyet rollerinin dışında ve ötesinde hareket eden, sahici insan hikâyelerine hepimizin ihtiyacı var ve çeşitlenmeleri harika olur. Ezber bozan, cesur karakterlerin hikâyelerini okumayı, izlemeyi çok seviyorum ve önemsiyorum; çünkü onlarda hayat var. Ve hayat hiç bir zaman bildiğimiz gibi değildir. Biz üzerinde ne kadar baskı kurmaya, onu kendimizce şekillendirmeye çalışsak da bize meydan okur, betondan fırlayıveren ince yeşil dallar gibi fışkırır. Asidir.

Birce özgür ruhlu ve çok yetenekli bir illüstratör. Bizi buluşturan ortak arkadaşımız Fırat Uran oldu. Kitabın basılma süreci belirsizken Fırat, Birce'ye kitaptan bahseder, Birce kitabı okur ve bayılır. "Burcu isterse kitabın kapağı için bir şeyler çizebilirim," der. Ben "İşte bu harika olur!" derim. Sonuç: Birce bana çok kısa bir sürede kitabın yüzü olacak, ilk gördüğüm anda "Tamam, budur!" dediğim çizimi gönderir. 

Benim için her şey bir dans. Yazmak, yürümek, düşünmek, konuşmak, sessizlik, sevişmek... Uyku dışında her şey. Yataktan kalktığım andan, başımı tekrar yastığa koyacağım zaman dilimine dek dans hiç bitmiyor. Kafamda beni sürekli tahrik eden "Tempo! Tempo! Tempo!" diyen bir ses var. "Tempo!" aynı zamanda İtalyanca'da zaman demek. İronik, değil mi?

Vazgeçmemek, bırakmamak en önemli sınav. Kendini güçlü ve zayıf yönlerinle iyi tanımak ve yapmakta olduğun şeyi neden yapmakta ısrar ettiğini iyi bilmek. Gerçekten, geceni gündüzüne katarak uğraştığın bu şeyi yapmak zorunda mısın yoksa geçici hoş bir heves, bir sanatçı olayım hayali mi? Bu ayrımın farkında olmak hayati. Yarattığın şeye herkes sırt çevirse de, sana faydadan çok zarar getirse de, maddi ve manevi belirsizliklerin yıpratıcılığına rağmen... Gerçekten bu şeyi mi yapmak istiyorsun? "Evet!" diyorsan, tamam. Sakın vazgeçme! Sürekli kendini gözlemle ve geliştir. Bir yol olmadığında diğerini dene. Düştüğünde kalk ve üzerini silkele. Serinkanlılığını koru, derin bir nefes al ve devam et.

Şeker babacıklar sanıldığının aksine seks düşkünü, viagra kullanan, yaşlı zenginlerden, şeker bebekler 1.80 boyunda, para avcısı, 20'lik sarışınlardan ibaret değil. Öncelikle bunu söyleyebilirim. Ortada daha derin ve karmaşık, sosyoloji tezi konusu niteliğinde bir durum var.

İçinde yılan balığı, çilek, patlıcan, çikolata, viski, çiğ ahtapot, greyfurt, sarımsak ve gül yaprakları bulunan, üzeri vanilyalı krema ve nar ekşisi kaplı bir pasta gibi karmaşık. Mesela.

Yaratılan her kurmaca eser yazarın gizli bir yönünü ifşa eder, içtenlikle kaleme alınmış bile olsa her otobiyografik eser mutlaka sahibinin en derindeki sırrını saklar. Bir yazarın eteğindeki tüm taşları bir kitapta ortaya dökmesi, eser kurmaca olsun ya da olmasın pek mümkün değildir. Bu bağlamda kitabın ne kadarı kurmaca? Belki tamamı, belki de pek azı. Okuyucunun hayal gücüne bırakıyorum.

Destek göreceğimi düşündüğüm hiçbir yayınevinden beklediğim yanıtı alamadım. Birkaç yayınevi "Tebrik ederiz. Fazla cesur bir eser; ama üzülerek biz basamayız," minvalinde geri döndü. Aylar geçtikçe diğer yayınevlerinden de yüzeysel ret cevapları gelmeye devam etti. Bu süreçte bana uygun paketi seçip İkinci Adam Yayınları ile sözleşme imzalamaya karar verdim. Böylelikle bir yılı aşan yorucu bir bekleyişin ve gecikmenin ardından Şubat 2020'de kitap nihayet okuyucuyla buluştu.

Evet, kitabın basılma masraflarını üstlenmem gerekti tek seferliğine. İmzaladığınız sözleşmenin paketine/ücretine göre daha yüksek ya da daha düşük bir telif hakkı elde ediyorsunuz. Benimki %8 yani en düşük olanı. Kitabı bitirmemin ardından bir yılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen hiçbir yayınevinden olumlu geri dönüş alamayınca böyle bir alternatife yöneldim.

Editörlerle çalışma tecrübem henüz olmadı. Sıradaki kitapların yayımlanma sürecinde bu fikre sıcak bakıyorum. İlerleyen zamanda dilimi ve düşünce dünyamı anlayan, çeşni katabilecek, en az benim kadar çılgın ve risk almaktan çekinmeyen bir editörle güçleri birleştirme fikri cazip görünüyor. Olayların nasıl gelişeceğini hep birlikte göreceğiz.