Sen gideli 6,5 yıl olmuş...
Yakında doğum günün var.
59’lu olduğuna göre 59 yaşında olurdun...
Yaşasaydın...
Keşke yaşasaydın be Meral!..
Ne olurdu koca dünya senin için tek kişilik ufak bir yer daha açsaydı hayatta!
Ne çok iyi insan göçtü...
Ve biz hep sonuna kadar dürüst olamadığımızı hissederek “Unutmayacağız!” dedik ardınızdan...
Unutmamak mümkün mü?
Biz yaşamak için unutmak zorundayız.
En başta da kendi ölümümüzü unutarak yaşıyoruz; başka türlü olmuyor.
Siz sevgili ölüleri ise çok daha kısa sürede unutuyoruz.
Ben mesela, seni çok severdim...
Geçen 6,5 yıl içinde kaç kez hatırladım?
Utanıyorum.
Herkes ölüyor ve ben yaşıyorum, gülüyorum, eğleniyorum, unutuyorum...
Yalnızca bazen...
Bir şeyler hatırlatıyor eski dostlukları, arkadaşları, sevgi ve saygı duyduğun insanları...
Bir söz, bir şiir, bir şarkı, bir film, bir kitap, bir renk, bir koku...
* * *
Buradaki insanların çoğu seni Muhteşem Yüzyıl, Asmalı Konak, Bir Bulut Olsam gibi senaryolarınla hatırlıyor...
Halbuki daha nelerin vardı...
Tiyatroların, filmlerin, dizilerin, sözlerin, gülüşlerin, bakışların, sımsıcak insanlığın...
Ve aşkın...
Dolu dolu yaşadığın sevgin...
Bir keresinde “Hayatta en zor şey bir ölüye aşık olmak” demiştin, Yaman Okay’a için sızlayarak...
Sahi, buluştun mu “lunaparka benzeyen” sevgili eşinle öteki tarafta?
* * *
Mezarın Zincirlikuyu’da. Biliyorum, istememiştin burada yatmak. Hatta hiçbir yerde yatmak istememiştin.
Yatmak değil yanmak, daha doğrusu yanıp kül olmak istemiştin sen!
İzin vermediler.
Yandın ama kül olamadın.
Çünkü yasal değildi küle dönüşme vasiyeti bu topraklarda. (Oysa ne kadar basit bir istekti bu. Ve ne kadar doğal bir haktı.)
Ama yandın tabii; o yasal olmasa da doğaldı. Hele bir aydın olarak yanacaktın elbette mücadelenle, umutlarınla, özlemlerinle... Ve hiçbir zaman güneşi göremeyecektin...
* * *
Öldüğün günü çok iyi hatırlıyorum.
Haber ne çabuk yayılmıştı: Meral Okay öldü!..
Gazetecilikte ölüm haberine başlık atmak zordur, bilir misin? “Öldü” demeye nedense kimsenin dili varmaz. “Vefat etti”, aynı anlama gelse de dinsel bir “ağrı kesici” gibi görülüp daha çok tercih edilir. Kiminin eli ona da varmaz; “hayatını kaybetti”, “yaşamını yitirdi” diye bir şeyler çiziktirir…
O gün saatler ilerledikçe seninle ilgili yazılanlar ve konuşulanlar çoğaldı. Ölüm haberi ansal bir üzüntü değildi artık; giderek daha sahici ve sürekli hissedilen bir acıya dönüşmüştü. Ne yazık ki, sen de ancak öldüğünde ne kadar çok sevdiğimizi anladığımız insanlar arasına katılmıştın.
Ardından üzülen, ağlayan çoktu. Bunların bir kısmı seni tanıyanlardı; ne kadar insancıl, yardımsever ve fedakâr olduğunu yaşayarak görenlerdi. Ötekiler ise seni işinle, sanatınla biliyordu; oyunculuğundan, yönetmenliğinden, yazarlığından, şairliğinden, prodüktörlüğünden hatırlıyordu. Sana haksızlık etmek gibi olmasın, ama gerçeği gizlemeyelim; önemli ölçüde de bizi yıllar sonra tarihimize ilgi duymaya yönelten Muhteşem Yüzyıl’ın senaristi olmandan...
Bu arada herhalde bu film dolayısıyla sana bozulan bazı kindar kalemşorlar “O kadın öldü” manşetiyle tarihimizin ve milliyetçiliğimizin senden kurtuluşuna (!) sevindiler kendi çap(sızlık)larında. Senin, ölümünden sonra “yakılmak ve kül halinde denize atılmak” isteğini öğrenmemizden kısa bir süre sonra da, utanmadan “O kadın camiye mi gidecek, fırına mı?” başlığını atan “meslektaşlarımız” oldu.
Böylece seni uğurlamaya başladık: Bir yanımızda sevgi ve şükranla, öteki yanımızda nefret ve tahammülsüzlükle…
Başka türlü de yapamazdık ki zaten. Çünkü burası Türkiye’ydi!
Ve sen yapmacık birkaç lafla geçiştirilecek kadar önemsiz değildin. Sana karşı hem iyi, hem de kötü hislerimizi olabildiğince okkalı vurgularla haykırmamız şarttı.
* * *
Sen bizim yaralı kuşağımızın tipik ve yetenekli bir temsilcisiydin. Siyasete duyduğun ilgi yüzünden yıllarca türlü sıkıntılara göğüs germiştin.
Gönlündeki işleri yapmak için birçok şeyden vazgeçmen, hayata tekrar tekrar başlayıp zorlu mücadelelere girişmen gerekmişti.
İstediğin yaşama ancak “ileri yaşlarda” yaklaşmıştın.
Yaklaşmıştın ki… Olmadı, olamadı işte…
Hem seninle aynı kuşaktan, benzer sıkıntıları paylaşmış biri olarak içim burkuldu…
Hem de senin gibi, hayata veda yolculuğunda, inanmadığı ve benimsemediği bir tören yerine, son bir ateşle kavrulup soğuk küle dönüştükten sonra denizle kucaklaşmak isteyen biri olarak içim burkuldu…
* * *
İyi ki vardın Meral...
İyi ki bir şekilde dokundun birçok insanın hayatına o yumuk, sıcak ellerinle ve koskoca, derin kalbinle...
Sonra ardında izler bırakarak göçüp gittin işte.
Ve biz seni unuttuk...
“Unutmayacağız” diye diye unuttuk.
Sadece bazen hatırlıyoruz, bir sözle, bir müzikle...
Ve belki de o anlarda, sen biz zavallı yaşayanları uzaklardan bir yerden alaycı bir gülüşle izleyip ara sıra kulağımıza şefkatle fısıldıyorsun:
Yine mi güzeliz, yine mi çiçek? Hamdolsun!
Taze mi bitti topik? Canın sağ olsun.
Amanın, yine mi güzeliz, yine mi çiçek...