Hakan Aksay

17 Ağustos 2014

'Yılmaz Özdil operasyonu': Muhalif gazetecilere baskılar ve yozlaşma tehlikesi

Gazetecilik deyince... Gazetecilik, gazetecilerden bağımsız düşünülemez. İktidar yandaşı da olsa, muhalif de olsa

Yılmaz Özdil Türkiye'de hakkında en çok konuşulup yazılan gazetecilerden biri. "Popüler muhalif" yazılarıyla, iktidara yönelik sert ve alaycı üslubuyla sık sık gündeme geliyor. Bazen de kendisine yönelik eleştirilerle (bu konuyu aşağıda ele alacağız). Bu kez Hürriyet Gazetesi ile yollarının ayrılmasıyla başlayan tartışmalar onu ön plana sürdü.

Tayyip Erdoğan, iktidarın ve ülke yaşamının tüm ögelerini eline almak, her bir köşeyi denetlemek istiyor. 12 yıldır medyadaki muhalefeti susturmak için adım üzerine adım attı. Şimdi cumhurbaşkanlığı seçimlerini de kazanıp neredeyse "ölümsüzleşme" sınırına dayandıktan sonra, bu alanda önünde kalan birkaç "çatlak ses"i etkisiz hale getirme, geride kalanları "marjinal" çerçeveler içine hapsetme, zamanla onların içinden önemli gördüklerinin de defterini dürme hesapları yapıyor.

 

İktidarın medya kuşatması

 

Medyadaki muhalefeti boğma senaryosunun bilmem kaçıncı perdesinde bugün sıra - bir kez daha ve ağırlaştırılmış yoğunlukla - Hürriyet'te. Genel Yayın Yönetmeni Enis Berberoğlu'nun "kuşkulu biçimde" koltuğuyla vedalaşması sonrasında, en çok okunan köşe yazarlarından Yılmaz Özdil de önceki gün yazdığı bir yazının ardından kendini gazetenin kapısının önünde buldu.

Bu durumun iktidar ve yandaşları arasında yarattığı coşkuyu, örneğin, dünkü Yeni Akit ("'Bidon kafa' Hürriyet'ten kovuldu") ve Habervaktim ("Aydın Doğan diz çöktü") çok net ortaya koyuyordu.

Şimdi dost ve düşman herkes "operasyonların devamını" bekliyor. Yani? Hürriyet'in tümüyle teslim alınmasını, öteki popüler gazete ve televizyonlarda da kayıtsız şartsız AKP, daha doğrusu Erdoğan bayrağının dalgalanması için yapılacakları...

Bir meslektaşımızın hesabıyla, iktidarın elindeki (veya kolaylıkla yönlendirebildiği) ulusal kanal sayısı 32'yi, ulusal gazete sayısı ise 14'ü buldu.

Şimdi Doğan ve Ciner gruplarındaki "pürüzlerin giderilmesi" ve Cemaat medyasının etkisizleştirilmesi planlanıyor. Buna Demirören gazetelerinin "mükemmelleştirilmesi" amacını da ekleyebiliriz. Bazı televizyon kanallarındaki "yeniden yapılanma" zaten başlamış durumda.

Sabah, Star, Yeni Şafak, Türkiye, Akşam vs. gazeteler zaten doludizgin "Pravda koşusunda"... Tirajları ve etkileri bir türlü Erdoğan'ın istediği seviyeye gelmese de, yetenekleri ölçüsünde, kan ter içinde iktidara yaranmaya çalışıyorlar. Onların televizyon alanındaki kardeşleri de öyle...

 

Muhalif medya ve 'baş belası' internet

 

Ne kalıyor geriye?

Keskin muhalif söylemiyle kısa sürede ülkenin en çok okunan gazeteleri arasında kendine yer açan Sözcü, şu sıralarda yenilenme çabası içine giren Cumhuriyet, Yurt, sosyalist kesimlerin sesi olma amacındaki Birgün, Evrensel ve Özgür Gündem, ayrıca Aydınlık ve birkaç gazete daha...

Televizyon kanalları arasında muhalefetin sesi iyice kısık. İMC, Halk TV, Bengü Türk, Ulusal Kanal, Sokak TV gibi kanalların maddi imkânları ve izleyici sayısı oldukça sınırlı.

Erdoğan, her açıdan sahip olduğu devasa güçle, en kısa sürede "muhalif medya" dosyasını rafa kaldıracağını sanıyor. Böyle düşünmekte kendi açısından haklı.

Ama bir de "gerçek" diye bir olgu var işte. Zenginlik, baskı, yasak, kurnazlık dinlemeyen ve her şeye karşın bildiği yoldan ilerleyen "önlenemez gerçekler"... Ve bu gücü arkasına alan gazeteciler...

Onların sahip olduğu mütevazı medya imkânları... En başta da internet... Ve tabii şu "baş belası" sosyal medya: "Twitter-mwitter", Facebook, Youtube ve ötekiler...

 

Yerlerde sürünen gazetecilik

 

Gazetecilik deyince... Gazetecilik, gazetecilerden bağımsız düşünülemez. İktidar yandaşı da olsa, muhalif de olsa.

Türkiye'de gazetecilik geleneksel olarak epeyce sorunlu, profesyonel düzey düşük, habercilik refleksleri her zaman duyarlı değil, bağımsız davranma alışkanlığı zayıf. Günümüzdeki genel tablo da bunu gösteriyor. Mesela, 77 milyonluk ülkede bütün ulusal gazetelerin toplam tirajı uzun süredir 5 milyonun altında.

Gazeteciler, gücün ve paranın yanında saf tutmaya fazlasıyla meyilli. İktidar, 12 yıl içinde birçok gazetecinin gözünü kamaştırıp kendi yanına çekmekte pek zorlanmışa benzemiyor.

Bir dönem muhaliflik yapanlar da bunların arasında. Örneğin, şu anda birçok gazete ve kanala dağılmış olan eski Taraf gazetesinin "zeki ve eğlenceli" kalemleri, bugün Erdoğan'ın en militan savunucuları arasında.

Diğer yandan şimdi muhalif saflarda yer alan gazetecilerin bir bölümü de, vaktiyle siyasi muhalefeti "oldukça ölçülü" yapmaya, başka meslektaşlarının başına gelenleri sessizlikle geçiştirip atlatmaya gayret göstermişti. Demokrasi ve özgürlük deparları, kendilerinin işten atılmasıyla start aldı. (Bunu buraya not ederken, bu arkadaşların potansiyellerini ve katkılarını küçümsemek niyetinde olmadığımı, onlara karşı - tıpkı "yetmez ama evet" konusunda olduğu gibi - bir "deve kini" güdülmesini doğru bulmadığımı vurgulayayım.)

Sadece şunu dile getirmek istiyorum: Gazetecilik ancak bağımsız olduğunda hakkıyla yapılabilir; ekonomik, siyasi, ideolojik, vb. açılardan birilerine göbekten bağlıysanız işiniz zor. Gazeteci, iktidar ve güç çevreleriyle arasına mutlaka mesafe koymak zorundadır. İktidarın şu ya da bu tutumunu doğru bulup desteklemesine itirazım yok (bu doğal bir tercih olabilir), ama "genel olarak" iradesini ona teslim etmek ve "kayıtsız şartsız yandaşlık tutumu" onu gazeteci olmaktan çıkarır, mesleki ve ahlaki özelliklerini kısa sürede karartır.

 

Son yazıdan bazı bölümler

 

Dönelim "Yılmaz Özdil operasyonu"na ve muhalif gazetecilik konusuna. Özdil'in "Başbakan kim olsun?' başlıklı son yazısını herhalde çoğunuz okudunuz. Şu satırlara dikkat etmiş olabilirsiniz:

"... Bilal. (...) Babası ne zaman sıkışsa onu arar, telefon eder, Fenerbahçe’yi şöyle yap der, telefon eder, şu işadamını kucağa oturt der..."

"Müteahhit Cengiz olsun. Malum 'tecavüz kaçınılmazsa, zevk almaya bak' derler, nasıl olsa milletin orasına koyacak, bari başbakan olarak koysun. Ahaliyi donuna kadar soymalarına rağmen, ahali itiraz edeceğine “soyuyorsa beni soyuyor, sana ne” diye kavga ediyorsa… 'Gör bak, milletin orasına koyacağız' diyen müteahhit Cengiz’e törenle plaket veriliyorsa… Allah yardımcımız olsun, müteahhit Nihat da bu Cengiz’in başbakan yardımcısı olsun. Çünkü n’aapsın bu şartlarda Nihat, koymazsa kabahat."

Bu cümleler "kahve sohbetinde" normal görülür mü bilmem, ama gazetecilik üslubu ve etiği açıdan oldukça "sorunlu".

Acaba bu, "etkili muhalefet" yapmanın zorunlu şartı mı? "Halk ancak bu şekilde iyi anlıyor", ondan mı? "Başbakan'ın kendisi de pek nazik değil, biz de aynı üslupla ona ağzının payını vermeliyiz" mi?

Bu sorulara kalabalıkların olumlu cevap verme eğilimi doğal bulunabilir, ama gazetecilerin kalemine ve seviyesine özen göstermesi gerekir.

Sapla samanı ayıralım: İktidarın muhalif gazetecilere yönelik baskılarına karşı çıkmak ayrı, Özdil'in kullandığı üslubu onaylamak ayrı bir konudur.

 

Özdil'in kışkırtıcı üslubu yeni değil

Bu, Yılmaz Özdil'in ilk "özensizliği" değil. Kendisi daha Star Gazetesi'nin yazı işleri müdürüyken çok vahim bir hataya imza atmıştı. Galatasaray İngiliz Leeds United ile oynadığı maçı 2-0 kazanmış, sokak kavgalarında ise iki İngiliz taraftar öldürülmüştü. 6 Nisan 2000 tarihli Star Gazetesi "Two Size" başlığı ile "Sahada da, dışarıda da 2-0" ve "Ağızlarını burunlarını kırdık, kafalarına vura vura vatan toprağını öptürdük, sahada namaz kıldırdık, diz çöktürdük" sözleriyle çıkmıştı.

Özdil'in ürkütücü milliyetçiliği ve başka milletlere karşı düşmanlığı daha yakın dönemlerde de kendini gösterdi.

Hürriyet'te 14 Nisan 2010 tarihli "Yumruk" başlıklı yazısında Kürt liderlerden Ahmet Türk'e Samsun’da atılan yumruğu tahrik edici bir dille savunmaktan sıkılmadı: "Yumruğunu adaletin tokmağı yerine koyup, Ahmet Türk’ün burnuna inen kişi, bu ülkede pek çok kişinin duygularına tercüman oldu."

Barış sürecine her zaman karşı çıkmış olan Özdil, Roboski (Uludere) katliamının ardından, 6 Ocak 2012 tarihinde yazdığı "Sayın Kaçakçı" başlıklı yazısında, ölen 34 Kürtle ilgili olarak "katır" benzetmesini ve "Babası eşek. Anası attır. Eşek atı becerir. Katır doğar" gibi anlatımları kullanmaktan çekinmemişti.

Soma faciasının ardından, 16 Mayıs 2014'te Halk TV'de o bölgeden işçilerin AKP'nin mitingine götürüldüğünü söyledikten sonra ölümleri kastederek "müstehaktır" diyebilmişti.

Özdil, 13 Mart 2014 tarihli "Berkin" başlıklı yazısını, Başbakan'a yönelik şu sözlerle bitiriyordu:

"Hatırlanmak bile istenmeyeceksin. Yatacak yerin yok, bilesin. Tükürmesinler diye mezar taşına, toma bekleyecek başında."

Bu sonuncusu da, yine Erdoğan'a "etkili muhalefet" adına bazı çevrelerin beğenisini ve desteğini kazanan bir örnek. Ama yine "hakaret ve lanetleme sınırında", özensiz bir üslubun parçası.

 

'Seviyesizliğe seviyesizlikle karşılık vermek'

 

Evet, Erdoğan, özellikle son yıllarda toplumu bölme, kutuplaştırma, bazı çevreleri aşağılama ve hedef gösterme adına makamıyla hiçbir şekilde uyuşmayacak yöntemlere ve sözlere başvuruyor. Düzeyi iyice düşürüyor ve sık sık "bel altı" vuruşlar yapıyor. (Başbakan, toplum ve düzey konusunda son zamanlarda T24'te Oya Baydar ve Ömer Laçiner tarafından yazılan yazıları okumanızı tavsiye ederim.)

Muhalif insanlar bir yandan Erdoğan'dan kurtulmak istiyorlar, bir yandan da onun günlük sataşmalarına kendilerine yakın buldukları politikacılar ve gazeteciler tarafından anında "okkalı cevaplar" verilmesini arzu ediyorlar. Hatta hakaret ve küfür bile hoşlarına gidebiliyor.

Ancak bu "siyasi mücadele" midir? Akıllı ve etik bir yöntem midir? Bu üslup "gazetecilik" midir? Kuşkulu...

Ben muhalefet medyasının bir kanadında zaman zaman ağır basan bu "seviyesizliğe karşı seviyesizlikle cevap verme" yönteminin, muhalif gazeteciliği yozlaştırma potansiyeli taşıdığı kanısındayım.

Hakaret veya hakaret sınırındaki sözlerin, hatta Erdoğan'dan "Tayyip" ya da "RTE" diye bahsetmenin ve onu eleştirmekten ziyade çeşitli biçimlerde aşağılamaya, durmadan bir şekilde "çakmaya", "taşı gediğine koymaya" yönelik çizginin - kitlesel karşılık bulsa ve başarılı-kârlı medya projeleri yaratsa bile - doğru bir yol olduğunu düşünmüyorum.

Elbette Erdoğan'a ve iktidara karşı sert yazı yazılır, yazılmalıdır. İktidarın saldırılarına cevap verilmelidir. Ama düzeyi koruyarak. Ve zaten iktidar tarafından paçasından aşağılara çekilen toplumu iyice dibe itmeden.

Bu arada genel olarak muhalefetin iktidara karşı mücadelesi konusunda da nelerin doğru ve amaca uygun olduğu bir kez daha üzerinde düşünülmeye değer. Oradaki asıl mesele, herhalde Erdoğan'ın her alandaki politikalarına karşı - akılla, bilgiyle, mantıkla, duyguyla - güvenilir alternatifler yaratarak onun yönetiminin biteceği günleri yakınlaştırmaktır. Çatışmalardan beslenen iktidarın sürdürülmesine dolaylı olarak yardımcı olacak "dalaşma" üslübuna sarılmak ve bugün için ona karşı "içini boşaltarak tatmin olmak" değil.

@AksayHakan