Hakan Aksay

08 Nisan 2018

Ünlü bir sanatçının ölümü

Sıra fotoğraf çektirme anına gelmişti. Fotoğrafta olmak 'tarihe geçmek' gibi bir şeydi. Tam Beyefendi'nin arkasında konumlandı...

Uyanmasıyla hapşırması bir oldu. Allah'ın belası hastalığı bir türlü atlatamadığını düşünerek homurdandı.

Oysa bugün çok önemli bir gündü. Beyefendi'yi görecek, hatta fırsat bulursa onunla özel bir konuşma yapacaktı.

Kahvaltıda gazetelere bakarken iyice neşesi kaçtı. Bazı anketler bir sonraki seçimleri şüpheli hale getiren veriler yayımlıyordu. Bir an terlediğini hissetti. “Değerinin anlaşılması” ve “buralara yükselmesi” daha kısa süre önce gerçekleşmişti.

“Şu vartayı bir atlatalım, kurban keseceğim vallahi!” cümlesini içinden kim bilir kaçıncı kez telaffuz etti.

Sonra her seferinde yaptığı gibi kendini rahatlattı: “Ortada başka lider mi var! Hem mesele halkın özelliklerini iyi bilip kullanmakta. Milleti tanıyacaksın milleti!"

Yapmacık bir gülümsemeyle gazeteleri karıştırmaya devam etti. Beyefendi'nin son demeciyle ilgili bir haberi okurken çay bardağını devirdi. “Bu kadar da herkesi karşına almayacaksın, canım! Yarın öbür gün seçimlerde şey olursa...”

Kendi sözlerinden ürkerek sağa sola baktı. Çevresinde kimse yoktu. Derin bir nefes aldı. “Yok yok, hiçbir şey olmaz” dedi. “Milleti tanıyacaksın milletiii!”

*   *   *

Milleti hatırlayınca yüzünde alaycı bir ifade belirmişti. Bu ruh hali, aklına diğer bazı ünlüleri getirdi. Gülüşünün alay dozunu yükselterek birkaç muhalif ünlünün açıklamalarına göz attı. Bir ara bakışı ciddileşti. Sonra elindeki gazeteyi fırlattı. “Sen hâlâ utanmadan devlet düşmanlığı yap!..”

Sinirini bastırarak güldü yine. Daha düne kadar kendine tepeden bakan bir sürü ünlü bugün işsiz ve meteliksiz kalmıştı.

Oralardan kendisini “yandaş sanatçı”  olarak eleştirenlere acıdığını düşündü. Aslında acımaktan çok nefret ediyordu onlardan. Hatta birkaç kez onların ölmesini istediğini düşünürken yakalamıştı kendini.

Sadece karşı görüşten olanların değil, kendisi gibi Beyefendi'nin yanında yer alanların bir kısmından da nefret ediyor ve onların da ölmesini istiyordu. Özellikle de Beyefendi'yle sık sık birlikte görüşenlerin, onun uçağına binme ve onunla samimi pozlar verme şerefine ulaşanların...

Oysa Beyefendi'nin fikirlerini en iyi savunanın kendisi olduğu “iki kere iki dört”tü. Üstelik ötekilerden farklı olarak kendine hafif küstah bir hava veriyor, sanki Beyefendi'yi bile eleştirebileceği izlenimi yaratıyor, ama tam zamanında en zeki kelimeleri bularak sadakatini kanıtlıyordu.

Bir kez daha kendine hayran oldu. Ellerini arkasında birleştirerek aynanın karşısına geçti. “Sen değil devlet sanatçısı, kültür bakanı bile olursun alimallah.”

Durdu. Kaşlarını kaldırıp gözlerini küçülterek “bu kadar yeter” gibi bir tavır takınarak kendini mütevazılaştırmaya çalıştı. Şimdi önemli olan bugünkü buluşmada Beyefendi'nin iyice gözüne girebilmekti.

*   *   *

Ünlüler arasında sırası gelince çıkıp herkesinkinden daha akıllı ve daha duygulu olduğundan kuşkulanmadığı bir konuşma yaptı. Sözlerini bitirince aldığı alkışların bile farkında olmadan göz ucuyla Beyefendi'ye baktı.

Beyefendi eliyle ağzını kapatarak ciddi bir yüz ifadesiyle yanındakilere bir şeyler söylüyordu.

Acaba konuşmasını beğenmemiş miydi?

Yoksa bir yanlışını görüp yanındakilerle paylaşarak onun cezalandırılmasını mı istemişti?

Belki de hiç dinlememişti bile onu?

Oysa o kadar özenmiş, üstelik bir de sesine aşırı derecede kalbî ton yükleyip bazı yerlere tıpkı Beyefendi gibi vurgular kondurmuştu. Sakın asıl sorun burada olmasındı? Belki de o üslup sadece Beyefendi'ye bırakılması gereken bir ayrıcalıktı...

Bu düşüncelerle kürsüde donup kalmıştı. Sunucunun uyarısıyla kendine geldiğinde beceriksiz bir acelecilikle ve abartıyla güldü. Ve sanki bütün bu çelişkili duygu ve düşüncelerini gizlemek için son derece hızlı adımlarla sahneden indi.

Sıra fotoğraf çektirme anına gelmişti. Fotoğrafta olmak “tarihe geçmek” gibi bir şeydi.

Diğerleri geride kalmış veya boş bulunmuştu. Adımlarını sıklaştırdı.

Danışmanlar söylemeden tam yanına oturmak doğru olmayabilir, diye düşündü. Ama yine de asla gölgede kalmamalıydı.

Aslında ilk sıranın her iki yanında da uygun yerler var gibiydi. Ama ayakları onu ikinci sıranın tam ortasına yönlendirdi.

*   *   *

Tam Beyefendi'nin arkasındaydı. Bir süre hiçbir şeyle ilgilenmeden önündeki yüce insanın titizlikle tıraş edilmiş ensesine ve iyice seyrelen saçlarına bakakaldı.

Sonra kendi kendine gülümsedi. İyi yapmıştı tam buraya konumlanmakla. Tıpkı ulu bir ağacın gölgesine, hatta gövdesine sığınma gibi sıcak ve korunaklı bir hissin etkisi altındaydı.

Ayrıca önde de olsa kenar koltuklardan birini seçseydi, kameralar asla onu fark etmeyecekti.

Kaynağını yalnızca kendinin bildiği sevincinden yayılan gülümsemeye son vermek için ağzını toparlayıp yüzüne ciddiyet maskesi takma kararı aldı.

İşte tam bu sırada beklenmedik bir şey oldu: Hapşırdı.

Bu hiç de hesapta olmayan fizyolojik eylemin yarattığı şaşkınlık, birkaç saniye içinde yerini korkuya bıraktı. Beyefendi'nin sağ elinde tuttuğu bir mendille ensesini kurulaması karşısında ter içinde kaldı.

Kısa bir tereddütten sonra hafifçe öksürdü ve gövdesini öne çıkararak Beyefendi'nin kulağına fısıldadı:

-   Affedersiniz, efendim. Ben istemeden...

Sözü yarıda kesildi:

-    Tamam tamam...

Korkunç bir felâketi henüz çok geç olmadan önleme gayretiyle devam etti:

-    Kesinlikle kasıtlı bir şey değil. Birdenbire, kendiliğinden...

-    Yahu, sus da iyi bir poz verelim be!

Bir anda çökmüştü. Hayatının en büyük yenilgisini almış gibi olduğu yerde küçüldü, omuzları düştü. Onun için artık dünyada hiçbir şeyin önemi kalmamıştı. Bütün birikimini ortaya koyarak durumu kurtarma planı yapmaya girişti.

*   *   *

Fotoğraf çekimi bittiğinde yerinden ok gibi fırladı. Önündeki insanların ayaklarına basarak hızla ikinci sıradan çıktı ve Beyefendi'nin çevresinde oluşan çemberi yarmayı başardı.

-    Efendim, ben gerçekten çok üzgünüm. Az önce...

-    Yav yine mi sen be! Tövbe tövbeee!..

Beyefendi bu sözlerle âdeta onun hayatını kararttıktan sonra hışımla oradan uzaklaştı.

Başka bir çözüm bulamayarak ve kendini uçurumun kenarında hissederek aniden koşmaya başladı. Kendisini son anda kollarından yakalayan iki koruma polisinin arasından boğuk bir sesle bağırdı:

-    Beyefendi, sizi rahatsız etmek cesaretinde bulunuyorsam, bu sadece içimdeki pişmanlık duygusundan ileri geliyor. Siz de takdir edersiniz ki, efendim...

Sinirinden moraran ve titremeye başlayan Beyefendi haykırdı:

Defol!..

Dehşetinden donarak kısık bir sesle sordu:

Efendim?

Beyefendi ayağını yere vurarak tekrarladı:

De-folll!..

Yüzü simsiyah oldu. İçinde sanki bir şeyler koptu. Hiçbir şey görmeden ve duymadan geri geri kapıya doğru gitti.

Dışarı çıktı ve bezgin adımlarla yürüdü.

Bir robot gibi evine geldi.

Üzerindekileri çıkarmadan divana uzandı...

Ve öldü.


NOT: 135 yıl önce yazdığı eşsiz öyküsü Memurun Ölümü'yle yazıya esin kaynağı olan Anton Pavloviç Çehov'a saygıyla...